Sayfalar

20 Aralık 2017 Çarşamba

Şaka gibiydi gün..

Her gün bir hediye 🎁 paketi. Sadece bazı günler iyi paket edilmemiştir, diyor resimde. Bugünkü ruh halime ne yakıştı bu tabela. 

Şaka gibiydi gün.  Nerden başlayacağımıda bilemiyorum ya. Neyse. Sabah 9.30 da devlet dairesinde bir randevum olduğu için erkenden kalkıyorum, hazırlanıp tam randevu saatinde orada oluyorum. Frau Zumstein ile görüşmem var diyorum girişteki çalışana. Telefonla bildiriyor geldiğimi. Beni almaya geliyor Frau Zumstein. Günaydın, nasılsınız diyerek tokalaşmak istiyor. Tokalaşırken, hiç iyi değilim diyorum. Odasına giriyoruz. Neyiniz var, deyince, “nasıl yani, bu kaçıncı gelişim, onu istiyorsunuz getiriyorum, bunu istiyorsunuz getiriyorum, hakkım olan bir şeyi vermemek için bin dereden su getiriyorsunuz, bıktım, usandım ve istemiyorum sizden hiç bir şey, diyorum. Sinirdende elim ayağım titriyor. 
Hatta gözlerimden ve burnumdan yaşlar geliyor. Mendilim yok elimin tersiyle silmeye çalışıyorum. Sizi çok iyi anlıyorum, ben sizin danışmanızım, hemen yan taraftaki sizden bunları isteyen Frau Bilmemkim’e anlatın, diyor. Sizi tanımıyor, onun önünde bilgisayar var, ve bürokrasi işliyor, gidin derdinizi konuşarak anlatın, diye akıl veriyor. Ne yani,  bana acımasını mı bekleyeceğim. Ne istediyse gönderdim. Artık nerdeyse benden gökkuşağının altından geçmemi, ancak o zaman olur demeye getiriyor, diyorum. Yıldırdınız beni, ben vazgeçiyorum herşeyden, deyip ayrılıyorum. 

Ofise gidiyorum saat 10 gibi. Saat 12.15 te ehliyet sınavım var. Bu arada 30 yılı aşkın bir süredir ehliyetim var, ve her gün araç kullanıyorum. 30 yıldır elbette trafik kontrolüne rastladım. Hiç sorun olmadı. Taa ki, geçen yıl bir işgüzar polisin dikkatini çeken noktaya kadar. Arabanız otomatik değil mi? Sorusuna hayır vitesli cevabını vermiştim. Ama siz vitesli araba kullanamazsınız demişti.  Ehliyetimin arkasında 78 diye bir kod var.    Bu otomatik araçla ehliyeti aldığımın kodu imiş. Ve sadece otomatik araç kullanabilirmişim. Bunu bildirmem lazım dedi. Trafikten bana ceza geldi. Ve buna itiraz etmiştim, “ben 30 yıl önce Almanya’da yaptım ehliyetimi, o dönem bana sadece 2 yıl kaza yapmamanız gerekiyor, sonrasında vitesli kullanabilirsiniz dendi, 30 yıldır elbette trafik kontrolüne denk geldim, ve bu güne kadar kimse bir şey demedi, üstelik 30 yıldır hiç otomatik araba kullanmadım, bu cezayı kabul etmiyorum, eğer isterseniz beni sınava tabi tutabilirsiniz” gibi argümanlarla. Kabul ettiler. 1 kerelik sizi affediyoruz ama ya yeniden ehliyet sınavına girmeniz yada arabanızı değiştirmeniz gerekiyor diye bir yazı gelmişti. Ve ben bir yıldır hala vitesli olan arabamı kullanıyordum. Hatta bir kez trafik kontrolünede yakalandım. Ama sorun olmadı, kimse o arkadaki 78 koduna bakmıyor. Neyse, ben korkarak araba kullanmayayım, gireyim şu sınava dedim. Kendime güvenim öyle yüksek ki? Çünkü severek araba kullanırım, ve iyide kullandığım söylenir. İşte bu gün 12.15 te o sınav var. Yazılı sınav yok, sadece pratik.

İsviçre’de biraz farklı ehliyet alma prosedürü. Mesela kendi arabanın arkasına mavi “L” magneti yapıştırıp yanında ehliyetli biri ile sürebiliyorsun öğrenme aşamasında. Sınava girerkende ehliyetli biri ile ve o L magneti takmak zorundasın. Yani illa bir sürücü kursuna gitmen gerekmiyor. Ama ilk kez alıyorsan ehliyeti elbette sürücü kursu olmalı. Gittim dün o magneti aldım, hey allahım düştüğüm hallere bak diyerek. 

Saat oniki. Artık yavaş yavaş çıksak iyi olacak. Trafik binası ofise çok yakın. “Sevgili” eşim olacak yanımda. Arabanın arkasına L magnetini yapıştırıyorum. Arabanın durduğu park hafif bayırlı. Yerler buz. Tam arabanın kapısını açmaya yönelirken bir baktım ayaklarım havada, popom yerde, araba kapısı yerine gökyüzünü görüyorum. Sevgili eşim hemen koştu geldi, bende düştüm sabah deyip ellerimden tutup kaldırdı. Bileğime bakıyorum buzdan incinmiş gibi, ama hiç bir şeyim yok. Sınava girme heyecanı var gibi ama yok gibide. 12.10 da bekleme salonunda bekliyoruz. Benim gibi bir sürü insan var sınava girecek. Saat tam 12.15 te eksperler çıktı bir odadan hamam böcekleri gibi. Ve her eksper sınavını yapacağı kişiye yöneliyor, benimkide bana gelip benim adım Frey, ismimle merhaba deyip, elimi sıkıyor. Allah Allah nerden biliyor adımı acaba diyorum? Sonra bir odaya girip bilgisayarda notlar alıyor, hangi araba ile sınava girildiğini vs. Ve görüyorum ki orada benim fotoğrafım var. Biz ikimiz gideceğiz, eşiniz burada kalacak diyor. Sevgili eşim bana bol şans dileyerek, sarılıyor. Yaparsın sen diyor.. Yılların şoförüsün diyor. İlk tanıştığımız yıllara gidiyor aklım. Bir gün onunla bir yere giderken “Sen rallici falan mısın” dediği canlanıyor gözümde bi an. 

Biniyoruz experle arabaya. Kemerimi takıyorum, aynalar ayarlı, bu araçla geldim zaten diyorum, çalıştırıyorum arabayı. Ve 45 dakikalık sürüş başlıyor. Otobanı kısa tutuyor, şehir içinde daha fazla dolanıyoruz. Park ettiriyor. Girilmeyecek sokağa doğru sokuyor, buraya giremeyiz diyorum, ama içimden “seni kunduz” diyorum. 
45 dakika sonra geri geliyoruz. Eşim bekliyor. Eşiniz şimdi arabaya gelebilir diyor. Arka koltuğa oturuyor. Onun huzurunda bana, “eşinizin araç kullanmada çok tecrübeli olduğu belli, çokta kendinden emin kullanıyor, ama maalesef sınavı kazanamadı” diyor. Şaka gibi.. Hakkaten hayat bazen şaka gibi. Ama “trajikomik”şaka gibi. Bu benim ikinci ağlayışım oldu bugün sinirden. 
Yılların verdiği bir alışkanlık varmış, işte elin biri direksiyonda diğeri viteste gibi, neymiş efendim iki elimle direksiyona yapışacakmışım saat ikiyi on geçeyi gösterir gibi. Sonra bakışlar, kör bakışlara dikkat etmemişim falan filan. Yani benim çok bilmişliğim başıma iş açtı. Kazanamadım yani. Ama ehliyetim var. Şaka değilde ne? Sonra Sevgili eşim bana dedi ki, ağlamaya değmez, bizde arabayı değiştiririz.. :))

Arabanın arkasındaki L magnetini söktüm, ve yoluma araba ile devam ettim. Siz yiyin tarana, dedim içimden. 

Bu işin mantığını anmakta zorlanıyorum. Vitesli araba kullanmada sorun yok. Sadece bazı alışkanlıklar yüzünden trafik kuralları ihlali söz konusu. İyi, peki! Anladım.. Otomatik araba ilede aynı hataları yapacaktım. Ama otomatik araç kullanabilirim. Çok saçma geliyor bana. 

Lütfen moralinizi bozmayın, ikincide kesin alırsınız, yinede iyi noeller dedi. Sizede iyi noeller derken dilim, içimden arşloh diyordum. 

10 Aralık 2017 Pazar

Bavul pazarı.. Koffermarkt..

Her şey yaz aylarında bir perşembe, arkadaşımın “Sen çok güzel fotoğraflar çekiyorsun, neden onları kartpostal olarak satmıyorsun Koffermarkt’ta (bavul pazarı)” sözleriyle başladı. Ne ola ki, bu bavul pazarı dedim. İnternet sayfalarından araştırdım. Senede bir kez kurulan, sadece el emeği ürünlerin satıldığı bir sanatsal pazar. Adının “bavul pazarı” olmasının nedeni ise, ürünlerin bavul içinde sunulması şartı. Bir yığında başka şartları var. Bu sene 9 Aralık’ta, yani bugün kurulacak pazara, katılacak olanların  31 Temmuza kadar başvuru şartı ve ne satacaksan onun fotoğrafı, çünkü, aynı üründen bir stand olma şartı olduğu için seçiyorlar. Sonra efendime söyliyeyim, beyaz bir masa örtüsü getirme şartı, bavulun ebatlarının onların istediği ölçüde olma şartı, gibi gibi.. 

İyi, güzel. Başvurumu yaptım vaktinden önce ve Eylül ayında onay maili geldi. 
Yine bir perşembe buluşmamızda, arkadaşıma söyledim başvurumun kabul edildiğini. Sanırım benden daha fazla sevindi. Dedim, iyi güzel de, bende ne beyaz bir masa örtüsü var, nede onların istediği ebatlarda bavul. Şöyle antika bir bavul istiyorlar. Hani 60 lı yıllarda Almanya’ya iş gücü için giden türkiyelilerin bavulları vardı, dört köşe. İşte ona benzer bir şey olmalı. Şimdi kimde var o bavullardan? Bendekiler saplı, tekerlekli falan. Dedi, sorun değil, bende var ikiside, demişti.

İşte o gün geldi çattı bugün. Geçen haftalarda 60 kadar fotoğraf hazırlamıştım. Ama az geldi bana. Hem Noel öncesi, hem İsviçreliler hala kart yazmayı seviyorlar, üstelik şehir merkezinde, kalabalık olur diye dün gece bir 60 fotoğraf daha hazırladım. Bavula yerleştirdim özenle. Birde mum koydum bavula, masamda yakarım diye. 

Sabah 8 de uyandım. Pencereden dışarı baktığımda bembeyazdı ağaç dalları, evlerin çatıları, ve yollar. Noel ruhuna yakışır bir pazar olacak bugün deyip gerindim pencere önünde esneyerek.Sonra giyindim kuşandım yavaş yavaş. Nasıl yavaştan aldıysam artık, saate bakınca gözlerim fal taşı gibi açıldı. Dokuza çeyrek var. Dokuza on kala arkadaşımla sözleşmişim. Park sorunu yaşayacağım için, Taylan götürecekti beni. Hemen Taylanın odasına koştum, çok geç kaldım Taylan diye sızlandım. Gözlerini kırpıştırarak “n’oluyo ya, ne zaman sabah oldu?” Der gibi bakıyordu. Neyse bi hışımla çıktık evden, ikide sıcak simit aldım bakkaldan. 
10 dakika gecikmeyle vardım arkadaşımla buluşma noktamıza. Birer kahve içtik, bir simiti bölüştük. (Kahve ile simit hiç yakışmıyor) 

Pazarın kurulacağı binaya gidiyoruz. U şeklinde tarihi bir yapı. Herşey çok şık. Girişte ismini söylüyorsun, listeye bakıyor, ve stand numaranı söylüyor. Benim numaram 13 tü. 30 Frank ödeyip standımıza gidiyoruz. Saat 10 da başlayacak pazar için, insanlar standlarını kurmaya başlamış. 
Masada benim adımın yazılı olduğu bir kağıt, küçük bir yılbaşı çiçeği, (Atatürk çiçeğide deniyor galiba) “iyiki buradasın” yazan bir not. Ne güzel organize etmişler diyorum. Arkadaşım, getirdiği beyaz masa örtüsünü seriyor bana ayrılan standa. Birde kurabiye kutusu çıkarıyor. Süs olsun diye getirdiğini düşünüyorum. O da ne? Dün gece kurabiye yapmış, gelene gidene sunmak için. Bu benim aklımın ucundan bile geçmemişti. Sonra aniden, benim küçük bi işim vardı, onu halledip geleyim, sen çantayı aç, ve masaya kartlarını diz, deyip ayrılıyor. Zaman sonra elinde çam dalları, beyaz güller, ve pille yanan mum getiriyor, masayı süslemek için. Meğer benim getirdiğim mum, güvenlik açısından yasakmış. Bu davranışı karşısında mahçup oluyorum.  Bu stand benim mi, yoksa onun mu karıştırıyorum. O hep benden daha hevesli oldu. Masamız sade ve güzel deyip, oturuyoruz. Yavaş yavaş insanlar gelmeye başlıyor. Arkadaşım daha konuşkan, mutlaka herkesle konuşacak bir şeyler buluyor, ve diyalekt konuşuyor. Sadece diyalekt mi, fransızca ve İtalyancada konuşuyor. Bilmediği sadece Türkçe galiba, işte onuda ben idare ediyorum😀 gerçi hiç Türkiyeli biri gelmedi ya. 

Bazen insanlar birden üşüşüyor, bazen kimse olmuyor. Kimi bakıp geçiyor, kimi topluca alıyor. Bunlar genelde hala kartpostal yazmayı ve almayı seven, orta yaş üzeri insanlar oluyor. 

Gelelim bilançoya. Ne kârdayım, ne zararda. Sadece giderimi aldım. Bir günlük bir satışın elbette kârı olamaz. Süreklilik gerekir. Ama her gün böyle bir pazar olsa kazançlı olabilir. Şöyle söyleyim. 250 Frank maddi harcamam oldu. Cirom ise 270 Frank.  Eğer kartlarımın hepsi satılsaydı 700 Frank ciro olacaktı. Şimdi sadece 20 Frank kâr’ım var. Zamanımı saymıyorum bile. 

Sonuç şu; maddi olarak düşünürsem, senede bir gün bunu yapmaya değmez. Her gün olsa olur. 

Manevi olarak düşünürsem, daha derin. İnsanlar o kartları gönderecekleri insanları sesli düşünüyorlardı, “evet, işte bu tam onluk bi fotoğraf” demeleri farklı bi duyguydu benim için.

Farklı bir tecrübeydi. Güzel bir tecrübeydi. Arkadaşımın bir kez daha desteğini çok güçlü hissettim mesela. Sonra fotoğrafçılar tanıdım, fotoğraflarımı değerlendiren. 

Bir sürü kartpostalım var. Ha, yılbaşı kartı almayacağım, kendi üretimimi göndereceğim eşe dosta. Onuda kâr hanesine yazabilirim😀

Var mı aranızda yılbaşı kartı göndermemi isteyen. Çekinmeyin yazın valla bak. Seve seve gönderirim. 




6 Aralık 2017 Çarşamba

Ne Gündü Be... ?

Dündü. Sabalin dokuz gibi uyandım. Her zaman yaptığım gibi iredyoyu açdım. Elimi yüzümü yıkadım. Aynada kendime bakdım. Bu ne çikinlik dedim aynadakine. Gittim mutfağa. Gocaman bir bardağa su dökdüm, içinede ilimon sıkdım, dikdim gafama. Kendime gedim.
Geyindim, guşandım, yüzüme gözüme birez bi şeyle sürdüm - sürüştürdüm, saçımı daradım, aynaya bi ta bakdım. Hah, hinci oldun, dedim. Aynadakı da güldü.
Gışlık galın ceketimi ve botlarımı giyip, çantamı aldım. Gapıya gelince arabanın enehterini unuttuğumu farkettim. Oraya bakıvedim, buraya bakıvedim enehter yok!! Gorktuğum başıma mı gelecek yoğusam, dedim. Hemen bizim uşaklara vatzaptan “arabanın enehteri nerde” deye yazdım. Cevap veremeyolla.. Onlayn olup, okuduklarını bilip durun. Bi ta yazdım. Durur muyum? Kör toğuk gibi dolanıyom ortalıkta. “Eeeyyy, kime diyom, enehter nerde” deye? Bizim Deniz “çok üzgünüm, anahtar cebimde kalmış” demez mi? Başımdan gaynar sula döküldü. Emme yapacak birşey yok. Deniz nerde mi? Nerde olacak? Trende, Zürih’e gidibatı. Yedek enehter zati gayıp nicedir. Öbür oğlan Taylan, “ şimdi bir kahve yap, ve güzel bir gün  hediye et kendine” demez mi? Şöyle bi düşündüm, olan olmuş, delirmenin bi anlamı yok. Artık, soyundum, dökündüm. Bi gayfe yaptım. Bazar günü yapamadığım ütümü yapdım, işe gitmeyvedim. Emme, başka yerlere toplu taşıma mı deyolla ne, işte onlarınan gittim. Bolbazarı (pazartesi) günü öğleden sona gursum oluyo. Neyse günü böle akşam etdik.
Akşam hiç bi şey o’mamış gibi yimeğimizi yidik, içdik.

Böğün (bugün) olanlara ne demeli? Bizim Deniz salı günleri sabahın köründe galkıyo. Sabahın körü dediysem hakkat körü. Sabah 4.45. Yolu uzak ye. Teeeee Zürihlerde okulu.
Neysecime, ona geceden ekmek yapıyom, sabalin ıscacık yisin deye.
İçime mi doğdu bilmem, sabah 5.45 te uyandım. Deniz gitti miki deye galktım. Baktım ekmek duruyo öle, odasına yöneldim bu sefer, gapısını tıklatıp açtım, uyuyup duru. Beni görünce birden fırladı yatakdan. O hazırlanırken, bende ekmeğinin arasına bişeyle godum, iki mandalina verdim çantasına, eceleyle çıktı evden Metroya yetişmek üçün. Ordan böyük istasyona, ordan Zürih’e gidecek hani.

O’nu gönderdim, kapıyı ardından kilitledim, tekrardan başımı yasdığa godum. Aradan yirmi dakka geçti geçmedi, telefonun sesi gısık emme, olduğu yerde zonklayıp duru. Bu ne ki sabahın köründe dedim, baktım bizim Deniz. “Anne Metro’da sorun varmış gelmiyor, beni Gar’a bırakır mısın?” Hey Allah, dedim hemen geliyom. Geyinmeye vakıt mı var? Nasıl fırladım yatakdan. Pijamamıda çıkarmadım. Ayağıma terlik, üstüme hırka geçirdim, merdivenleri uçaraktan garaca indim. Orda bi ta çaldı telefon, Deniz yazıyo ekranda, alo alo diyom, ses yok. yeraltında ye garac, yani araba parkı, çekmeyo. “Nerde kaldın” heralda deyecek dedim, telefonu kapadım. Pijamalı halimle, arabayı çalıştırdım, garacdan çıkıcam, bana kırmızı lamba yandı. Demek ki garaca girecek var. Kırmızı lambanın sönmesini bekleken, telefona mesac geldi. “Anne gelmene gerek yok, metro geldi”. Haydaaa.. Ben artık garacdan çıkamadan tekrar park etdim, ve eve çıkdım. Garacda gamara varısa, beni pijamayınan, parkta geri gidip, tekraRdan park ettiğimi gören olsa, beni akıl hestanesine dıkalar tövbe osun.
Zati pijamalar üstümde, hırkamı ve çoraplarımı çıkardım tekrardan godum başımı yastığa. Aradan bi saat geçti geçmedi. Yine bizim Deniz. “Bu nasıl bi gün? Şimdide Zürih’e giden tren iptal, Deliricem!” deye yazmış. Ne yapın oğlum, İsviçre Demir yolları dakikliği ile meşhur, heberlere çıka nası olsa, bi geç galan sen olmayacan, dedim içimden. Sonra yedek tren konmuş falan. Bi kaç sehet sona yazdım, “varabildin mi Zürih’e” deye. “Evet şimdide açlıktan geberiyom” deye yazmış.

ARTE kanalında “dünyanın en tehlikeli okul yolları” diye bi program varıdı. Genelde az gelişmiş 3. Dünya ülkelerinden. Onu izlerdik beraber. Öyle ki, küçücük bebeler kendi başlarına Sandalla, atla, yada yürüyerek kilometrelerce tehlikeli yolları aşıp gidiyorlardı.

Bu programı hatırlatıp, “Deniz, senin bu yol hikayen, ARTE kanalına program olur yeminle” dedim. Gene güldük.

Akşam eve gelince gucaklaştık. Gucaklaşırken gulağına şunu fısıldadım. Dün enehteri unutup cebinde götürdüğün için bana yaşattıklarını, bugün sen fayiziyle ödedin. Hesap tamam, dedim..

Ps. Bunlar hakkaten yaşandı. Ama Mudurnu şivesi ile daha eğlenceli olacağını düşündüm. Birde seviyorum ara sıra Mudurnuca yazmayı. Sevenlerde varmış, öyle duydum😀

Bunlarda belgeler:))