Sayfalar

24 Aralık 2018 Pazartesi

Bayan Suzi‘de Noel Yemeği


Noel masasi
İki hafta önce bayan Suzi’yi ziyaret etmiştim. O zaman bana “23 Aralık Pazar akşamı Bayan Anliker gelecek, Noel yemeği yapacağız birlikte sende gelmek ister misin” diye sormuştu. Tabiki gelirim demiştim. Çünkü bayan Anliker’i merak ediyordum, eşinin 65 yıllık sevgilisi ile nasıl arkadaş olmuştu? 
Bay Anlikerin ölümünden sonra sık sık bir araya gelip, birlikte ağlayıp birlikte gülüyoruz demişti Bayan Suzi . 

Yağmurlu bi Pazar bugün. Ütü yaparken telefonum çaldı. Arayan Bayan Suziydi. Geliyor musun bugün diye yeniden hatırlattı. Unutmadım evet geleceğim dedim. Saat 17 de evine vardığımda kapısını yine aralık bırakmıştı. Her zamanki gibi yine zile basıp içeri girdim. Ev mis gibi yemek kokuyordu. Pencereleri açmışlardı havalansın diye. Bayan Suziyi kucakladım, sonra mutfakta önünde önlükle yaptığı yemeği karıştıran Bayan Anlikeri gördüm. Görece daha gençti. O beni, ben onu gıyabımızda tanıyorduk. İyi akşamlar bayan Anliker, diyerek tokalaştım. Ben Lory, ismimle hitap edebilirsiniz dedi. Bende de ön adımı söyleyip, tanıştığıma çok memnun oldum, dedim. Seni daha önce bir kez görmüştüm, uzun saçların vardı, ama şimdi sokakta görsem tanımazdım, gittikçe gençleşmişsin, nasıl yapıyorsun bunu diyerek iltifat etti. Evet, hatırlamıştım, yıllar önceydi, bay Anliker’i evine bıraktığımda kapıda ayak üstü konuşmuştuk. Ama bende görsem tanımazdım. Güzel kadın. Dinç ve bakımlı. Sessiz ve temiz çalışıyor mutfakta. Eli ayağı her şeye yakışıyor. 

Elim boş gitmeyeyim diye bir şişe kırmızı şarap götürmüştüm. Suzi Portekiz şarabını çok severmiş. Ben Fransız şarabı götürmüştüm. Sana bir şey getirme demedim mi ben, dedi. 
Ama bu akşam Bay ve Bayan Anlikerin mahzeninden Portekiz şarabı içeceğiz dedi. Bay Anliker yoktu artık, ama onun aldığı şarabı karısı Lory, sevgilisi Suzi, ve iş arkadaşı ben, Bay Anlikere kaldırıyorduk meylerimizi. Onun canına değercesine. 

Izinlerini alarak cektim fotografi
Yemek öncesi birer kadeh mutfakta içtik. Sonra yemeğe geçiş. Masayı kurayım mı dediğimde, masa hazır dedi Lory. Özenle hazırlamışlar masayı. Tarihi gümüş çatal, kaşık bıçak yerlerini almıştı. Servis tabakları keza öyle. Birde ünlü ressam tablolarında gördüğümüz vazodaki çiçekler, bu sefer canlıydı. 

Yemek Bay Anliker tarifimiymiş. “Fleischsuppe” et çorbası dedikleri şey. Daha önce hiç yemedim. Ama öyle bir şey ki; hem çorba hem ana yemek. İçinde et var, havuç, lahana, pırasa, soğan, kereviz var. Önce suyunu içiyorsunuz çorba yerine, sonra et, yanında ki sebzelerle ana yemek oluyor. Hem eti güzel pişmiş, hem sebzeler erimemiş. Çok sevdim. Tatlı olarak meyve salatası yapmış Suzi. Ağır ağır, sindire sindire konuşa konuşa yedik yemeklerimizi.

Ben bi punduna getirip Lory’ye  merak ettiğim soruları sormak istiyorum. Yani nasıl oluyorda, kocasının sevgilisi ile arkadaş olabiliyor😀? Dimi ama? 

Loryyyy, dedim gülümseyerek, sen daha öncede geliyor muydun buraya? Hayır, dedi. Bay Anlikerin ölümünden sonra gelip gidiyorum. Çünkü çok değer veriyordu Suzi’ye, en son kaza geçirdiğini öğrendiğinde çok üzülmüştü, zaten yıllardır tanışıyorlar, en son ben getirip götürüyordum buraya bile, dedi. Baksana haline, iyi göremiyor, duyamıyor, ve kimsesi yok. Acıyorum dedi. Güzel bi insan olduğunu düşünüyorum Lory’nin. Gençliğinde belki farklı düşünmüş olabilir hiç görüşmediğine göre, ama bu saatten sonra arkadaş olayım bari, en azından ortak bi noktamız var, ikimizde aynı adamı sevdiğimize göre mi düşünüyor? Bilemedim? Çokta inciğini cinciğini soramadım.  Velhasıl enterasan bi akşamdı. Böyle şeyler ancak filmlerde olur diyebileceğim bi film karesi gibiydi bu akşam yaşadıklarım. 

Masayı kaldırdık, hemen bulaşıkları yıkadım, Lory geldi arkamdan, oda kurulayıp yerleştirdi. Tekrar masaya döndük. Bi espresso içermiyiz dedi Suzi. Valla hiç uyku problemleri yok herhalde bu yaşta bile. Uykun kaçmaz mı dedim? Yoo, dedi! Kaçarsa kalkar bi kadeh şarap içerim sonra yine yatarım dedi cool bi şekilde. İçtik kahvelerimizi minik çikolatalı pastayla. Bulaşıklar kalsın, ben onları sonra yıkarım, güzel bi akşamdı benim için, yarın Noel, ama ben bu akşamdan kutlamış gibi oldum teşekkür ediyorum ikinizede, dedi. Ben asıl ikisine teşekkür ettim. Bu arada bulaşıkların yıkandığının farkına varmamıştı. Lory ile göz göze gelip sadece göz kırptık birbirimize. 

Saat 20.30 gibi ben kalktım. Lory oradaydı. Araba ile mi buradasın dedim. Hayır otobüsle geldim, çünkü şarap içeceğimi biliyordum, dedi. Bende biliyordum ama arabayla geldim, dedim.. Güldü:) işte disiplin farkımız bu dercesine. 

Vedalaşıp çıktım. Gece karanlıkta sokak lambalarına baktığımda yağmur iyice bastırmıştı. Arabaya geldiğimde çantamı bu sefer gerçekten mutfakta unuttuğumu farkettim. Geri geldim. Zile bastım önce, sonra kapı kolunu bastırarak içeri girdim. Kapı açıktı. Lory beni gördü. Çantamı unutmuşum, dedim. Güldü. Suzi beni farketmedi bile mutfakta arkası dönük beni anlatıyordu Lory’ye. Bi süre kendimi dinledim. Hoşuma gitti duyduklarım. Lory bana baktı, ben Lory’ye. Kapyı kilitleyin arkamdan deyip çıkıp gittim. 

18 Kasım 2018 Pazar

Sonbahar Geçerken..

Sonbahar geçiyor. Havalar iyice soğudu. Yaprakları artık rengarenk değil. Hepsi kahve tonlarında ve iyice kurudular. Bi rüzgarlık canları kaldı. Çıplak kuru dalların üstü beyaz karlara kavuşacak bahara hazırlık için. 
Her mevsimi seviyorum. Bazen sadece kış uzun sürüyor gibi geliyor. 

Bayan Susi ve Lory’ye taziye kartları gönderdim. Sonbahar motifli fotoğraflarım taziye için pek uygundu. Geçen seneki kartpostal satışlarımdan kalmıştı. Daha bi çok var. Yavaş yavaş yılbaşı kartları yazmalı. Elimde olan adreslere göndermeye niyetliyim. 

Dün akşam çok komik bi şey oldu. Yazmalıyım. Bilenler bilir ikiz oğullarım var. Tek yumurta ikizi mi, çift yumurta ikizi mi bu soruya hiç bir zaman cevap veremedik, taa ki düne kadar. Ne doğduğunda ne de doğum öncesi jinekoloğum buna cevap veremedi. Kim bunun muhatabı onuda hiç öğrenemedik. Belkide çokta umurumuz olmadı. Onlar bizim için hep ayrı bir bireydi. Çok yakınlarımız karıştırır, okulda öğretmenler karıştırır, gümrük polisi bile farkına varmadı pasaport değişiminde. Evet bunu bilinçli yapmıştık bi keresinde. Farkına varsaydı gümrük memuru, pasaportlar karışmış diyecektik.

Dün ne oldu peki? 
Bize göre ikisi çok farklılar. Karakterleride farklı, fizikleride. Tamam aynı boy ve aynı kilodalar. Evet, benziyorlarda.  Fakat bana göre, yürüyüşleri farklı, bakışları farklı, duruşları farklı. Sadece kardeş benzerliği var.. Neyse, bunlar laptoplarını yüz tanıması ile açılmasına ayarlamışlar. Dün birbirlerinin laptopunu yüz taraması ile açmaya kalkıştılar. Sonuç? Açıldı laptoplar. Buna hem kendileri güldü, hem ben. Dedim, tamam tek yumurta ikizisiniz. En son teknoloji bile şaşırıyorsa, tasdiklendi, onaylandı, damga vuruldu:). 
Tek yumurta ikizisiniz! Nokta.

Deniz'in üzerindeki önlük gibi sey
 pek estetik görünmesede
siparis ettigi yemekle alakali,
önünde pisiyor
Bu akşam ikizlerden biri, Deniz olanı yani, anne gel seni yemeğe götüreyim dedi. Olur dedim. Yürüyüşten gelmiş, banyo ve tuvaletleri siliyordum. Bi elimde bez, birinde deterjan kutusu vardı bunu söylerken. Tamam dedim, hazırlanıyorum o zaman. 20 dakikada giyindim, süslendim. Sanki biraz önceki elinde bezle duran ben değildim. O başka biriydi. Anne naaptın? Seni annem değil, kız arkadaşım sanacaklar dedi. Böylede muzip bir çocuk:)
Türk restoranına gittik. Sahibi taniyormuş bunu. Oooo Deniz, hoş geldin diye karşıladı. Deniz hemen “annem” diyerek beni tanıştırdı yanlış anlaşılmaya sebep vermemek için:) Efendim, adınızı hep duyduk, çok memnun oldum diyerek masa seçimini bize bıraktı. Bos masalardan birine oturduk..
Adam dört dönüyor etrafımızda sağolsun. Bu kadar ilgi hem beni, hemde Deniz’i mahçup etti. Neyse mahçupluk bi yana, ilk kez oğlum beni yemeğe götürmüş, rakı içiyoruz, sohbet ediyoruz. Çok duygulandım be. Daha dün gibiydi, küçücüklerdi, parktı, anaokuluydu, ilkokuldu, dersti, veli toplantısıydı, karneydi, liseydi, notlardı, üniversiteye girişti.. Büyümüşler kabul etmeli. Konuşmalarımızın konusu bile değişmiş. Aşk meşk ilişkilerini anlatıyorlar. Farklı bakış açılarından dolayı yaşadıkları zorlukları mesela. Bu konularda onlara yetemediğimi, nasıl konuşmam gerektiğini bilemiyorum sanki. Sadece dinliyorum. Henüz çok gençsin, bi gün bu düşüncelerine güleceksin diyorum ama, bu onu rahatlatan bi şey mi onuda bilmiyorum. Sadece kendini tanı, kendine güven, yolun çok başındasın, daha çok farklı insanlarla tanışacaksın, düşüncelerin değişecek gibi soyut şeyler onu ne kadar ikna etti bilemiyorum. Yaşayarak öğrensin istiyorum. Hepimiz yaşayarak öğrendik mi? Nasihatler bi kulaktan girip diğerinden çıkmadı mı? 

Ama öyle bi konuşayım ki, rahatlamış hissetsinler istiyorum. Bunu başarabildiğimi düşünmüyorum, her ne kadar seninle konuşmak iyi geldi deselerde. Hem arkadaş gibiyiz, hem ana oğul gibi seviyeli.  Bu iyi bi şey mi, değil mi çözemedim? Oysa onların yaşlarındaki diğer arkadaşlarımın çocukları ile arkadaş gibi her şeyi konuşabiliyoruz ve düşüncelerimiz neredeyse örtüşüyor. Kendi çocukların olduğunda o tutukluk benden mi kaynaklanıyor, onlardan mı? Bunu çözemiyorum. Yada bu normal mi? Onuda bilmiyorum. Bir bilinmezlikler içindeyim şu an. Zaman geliyor çocuğuna yetemiyorsun. 
Belkide bu normali bu. Bu mu?

14 Kasım 2018 Çarşamba

Bayan Suzi, Ve O Gül

gül kokulu gül.
Geçen hafta perşembeydi, yine telefonla aramıştı bayan Suzi beni. Sesi iyi gelmiyordu. Döndün mü tatilden, nasıl geçti diye sormuştu. İyi geçti, sen nasılsın diye sorduğumda, hiç iyi değilim demişti. Peki, evde misin, seni ziyarete gelebilir miyim diye sorduğumda, hayır birazdan fizyoterapiye gideceğim, demişti. Peki ya yarın, diye sorduğumda, bilmiyorum kafam çok karışık, yarın günlerden ne diye sormuştu. Cuma dedim. Bilmiyorum, gelmeden önce ararsın demişti. Gitmedim ben o Cuma. Biraz nezle gibiydim, aksırıp tıksırıp duruyordum birde gidip ona bulaştırmayım diye düşündüm. Cumartesi, Pazar hava çok güzeldi sık sık bayan Suziyi düşünüyordum ormanda yürürken. Yine gitmedim. 

Bugün iş çıkışı aradım bayan Suzi’yi. Nasılsın, dedim. Çok kötüyüm dedi. Neyin var diye sormadan, vaktin varsa sana gelmek istiyorum, dedim. Çok sevinirim dedi. Telefonu kapatmadan önce “hele şükür” dediğinide duydum. 

Sisli ve hafif çiseleyen havada neyle karşılaşacağım acaba diye yol alıyordum. Bayan Suzi’nin sokağına girdiğimde, dış kapıda beni beklediğini gördüm. Gözleri çok iyi görmediği için o beni göremedi. Arabayı park edip hızlı bi şekilde evine yöneldim. 
Kapıda karşıladı beni, iyi ki geldin dedi. Kapısının önündeki kasaların içindeki elmalarını gösterdi. Götür bunlardan, bir sürü var, dedi. Bahçesindeki bir tek elma ağacındandı bütün o elmalar. 

Benim merak ettiğim Bayan Suzi, aksine her zamankinden daha iyi görünüyordu. O ittirmeli sandalyesi olmadığı gibi değneklerini bile kullanmıyordu yürürken. Ee hani çok kötüyüm, demişti diyorum içimden. Neyse içeriye girdik. Girişteki bi halının köşesini kaldırmış, “gözlerim çok iyi görmüyor, şurda duran ne? Diye sordu. Kurumuş bir yaprak duruyordu halının altındaki açık köşede. Eğilip aldım, kurumuş bir yaprak 🍂 bu, dedim. Elini yüzüne tutup gülmeye başladı. Ama nasıl gülüyor. Kedim kaldırdı o köşeyi ve ben onu fare sanıyordum, dedi. Ama gözleri iyi seçemeyen bi insan için kurumuş boz bir yaprak üstelik sapı var, fareyi andırabilir. Ben onun güldüğü kadar gülmedim, gerçekten fareye benziyor, bende önce fare sandım, dedim tebessüm ederek. Benziyor dimi, dedi. Evet, dedim. 
Bay Anliker ve oturdugu sandalye.
Sonra mutfağa geçtik. Her zaman oturup sohbet ettiğimiz yere. Küçük yuvarlak masası ve iki sandalyeli mutfak. Birinde Bay Anliker, diğerinde Bayan Susi oturur. Üçüncü kişiye diğer odalardan gelir sandalye. Bay Anlikerin sandalyesine bayan Susi oturdu. Bende bayan Suzi’nin sandalyesine. “Bay Anliker öldü biliyor musun” dedi pat diye. “Neeeeee” dedim bende pat diye. Evet öldü, gitti, terketti bu dünyayı dedi. Ağlamıyordu. Gülmüyorduda. Normal mimikleri ile anlatıyordu. 

Ne zaman, neden, nasıl? Diye sordum. 
Şarap içermiyiz bir kadeh dedi. İçeriz, dedim ve hemen bardakların olduğu dolaba yöneldim o zahmet etmesin diye. Hayır, dedi sen otur ben getireceğim o çok özel kadehleri. Biri babamdan kalma tek bir kadeh, diğeri ise bay Anliker’den kalma tek kadeh. Onu ben alacağım, babamdan kalanı ise sana vereceğim dedi. Peki dedim. Oysa dolabın içi çeşit çeşit içki bardakları ile doluydu. Ama bu iki bardak tek. Bu iki tek bardağı özenle alıp mutfağa döndük. Kırmasam bari diye kadehi sıkı sıkı tutuyorum. Neredeyse sıkarak kuracağım.
O sandalyede oturan Bayan Suzi,
ve camin önündeki o gül..

Tekrar oturduk mutfaktaki masaya. Açık şarabı varmış zaten, kadehleri ben doldurdum. Bay Anlikere içelim diye kaldırdık kadehleri. Evet ona içelim, dedi. Ve başladı anlatmaya. 

“Geçen hafta Pazartesi hastaneye kaldırılmış kalp yetmezliğinden, benim haberim yok, beni 60 yıldır her gün arayan insan aramayınca merak ettim günlerce. Cuma akşamı karısı Lory aradı. Hastanede yattığını söyledi. Lory gelip beni aldı ve o gün ben gittim hastaneye. Lory de eve gitti. Bütün gün onunla beraberdim. O masmavi düğme gibi gözlerini açıyordu, ama beni gördüğünü ve algıladığını sanmıyorum. Sonra ben eve geldim, o gece 10 Kasım gecesi o mavi gözlerini kapamış” dedi. Tam bayan Suzi bunu anlatırken bütün mavi gözlüler 10 Kasım’da mı ölüyor acaba diye aklımdan geçirdim. Aklımdan geçen diğer bi konu ise sonbaharın aynı zamanda hüzün mevsimi olduğu idi. Hazan, hüzün, yaprak dökümü, ölümler, hastalıklar hep bu mevsimde baş gösterir. Belki sonbaharın renkleri bu yüzden güzel ve aynı zamanda hüzünlüdür. 

Sonra birden bire başka bi konuya geçip dünya gerçeklerinden konuşmaya başladı bayan Suzi. Şöyle adamakıllı Bay Anliker’in matemini tutamıyorum. Bende onun gibi ağlayamıyorum. Oysa bizde ölümler acıklıdır, ağlamaklıdır, derin acılar içerir. 

Biliyor musun diyor, şu gülü götürmüştüm Bay Anlikere. Kokladı. Ne güzel kokuyor, dedi. Bunu anlatırken kendiside kokladı gözleri kapalı. Bak, sende kokla istersen, dedi. Artık nasıl bi özlem ile kokladım bilmiyorum, gerçek söylüyorum, yok böyle bi koku. Böyle güzel kokan bir gül henüz koklamadım. Mutfağında beyaz bir vazoya koymuş. Bu gül solmuştu, yeniden açtı biliyor musun dedi heyecanla. İnanıyorum ona. Fotoğrafını çektim. Bu gül elbet solar bi gün, seneye ölüm yıldönümünde belki ona kartpostal olarak gönderirim diye düşünerek çektim bu fotoğrafı. 

Eee, dedim şimdi bundan sonra ne olacak, nerede ve ne zaman defnedilecek? Bilmiyorum, dedi. Bundan sonrasının önemi var mı? Beni her gün arayan bi insan yok artık, onun düşünceleri, onun centilmenliği, onun anlayışı, onun aydınlığı yok. Sessiz bi dünyaya gömüldüm. Ama ben yalnız yaşamaya alışığım, daha çok onun karısı Lory’i düşünüyorum. Onun işi daha zor. Bir sürü kararlar vermesi lazım. O çok iyi bir kadın, şimdi sadece onu düşünüyorum, dedi. 
Bunu kimseye anlatmadım, bir tek sana anlatıyorum, elbette karısının iznini alarak, dedi. Eğer karısının yardıma ihtiyacı olursa senin adını verebilir miyim? Diye sordu. Elbette, dedim. 

Ama hala defnedilme konusuna açıklık gelmemişti. Nerde, ne zaman olacak, sen gitmeyecek misin diye yeniden sordum. Bay Anliker’i biliyorsun, öyle şaşaya gerek duymadı hiç, sessizce gitmek hep tercihiydi. Buda öyle olacak. Krematoryum’da yakılarak külleri kalacak geriye, dedi. Onada karısı karar verir nereye savrulacağına. 

Nasıl güzel, nasıl objektif, nasıl anlayışlı, nasıl aydın bi kadın. İdolüm. Biraz sert gibi görünüyor. Ama mükemmel. Keşke bende öyle olsam!! Biz acınasını kadınlara alışığız ya hani. 

Son olarak dedi ki; Viktor Hugo’nun bir mezar şiiri bilir misin? Hayır dedim. Bilmiyorum, söylesene bana. Fransızca ama, aynı sözleri bire bir tercüme edemeyebilirim, dedi. Ve etmedi. 

Vedalaştık. Bir kasa elma verdi bana. Eve geldim. Gelir gelmez o şiire baktım. 
Türkçesi şöyle imiş. 

“Senin gibi bir aşk çiçeği ne yapar
Seher vakti yağdığında yağmurlar? ”
Diye mezar sordu güle.
“Ya senin o kuyu gibi ağzına
Düşen insan ne yapar daha sonra? ”
Diye sordu ona gül de.
“Ey karanlık mezar, amber ve bal
Kokusuna döner o damlacıklar
Anladın mı beni şimdi? ”
Mezar da dedi ki “Ey dertli çiçek,
Melek olup göklerde süzülecek
İçime düşen her kişi.”
(1837)
Victor Hugo
Çeviren: Tozan Alkan
Böyle işte. Bay Anliker gitmiş. Ve ben üzgünüm. Onun gibi bi insan tanıdığım için çok mutluyum. Bizim firmanın kuruluşundan beri vardı. Katkısı çoktur. Firmanın envanteridir neredeyse. En son yine bayan Suzi’de buluşup hayatımda ilk kez geyik eti yemiştim. O ısmarlamıştı. Ve orada birbirimize sen diye hitap etmeye başlamıştık 20 yıl sonra. Taksiye bildirdiğimde, bu geceyi tekrarlayalım demiştim. En kısa zamanda olsun, lütfen demişti, ve yanaklarımdan öpmüştü. Öyle havayı öper gibi değil, dokunarak öpmüştü😪 
Bi daha olamadı😪 hayat işte. Kaşla göz arasında.. Seni çok sevdik Bay Anliker. Küllerinden yeniden doğ emi. 
Bay Anliker ve ben.

Bayan Suziye ait diger yazılar:

Bayan Suzi Düşmüş
 Bayan Suzi ve Sevgilisi..
Bayan Suzi ve üzümleri



27 Ekim 2018 Cumartesi

Onlar Erdi Muradına Biz Çıkalım Kerevetine...

Cansu      &      Ömer
Aylar öncesinden belliydi düğün tarihleri. Bu yılki tatillerimide onların düğüne göre ayarlamıştım. O yüzden yazın Türkiye’ye değil, bir haftalık Fas’a gitmiştim. Ekim’de nasıl olsa düğün için Türkiye gidecektim.
Çok sevdiğimiz kardeşimizdir Cansu evlenecekti. Hayatımda ilk kez Ankara’ya gidecektim üstelik. Çok heyecanlıydım. 13 Ekim 2018 tarihi kazınmıştı beynime. O gün büyük gündü, sadece Cansu için değil hepimiz için öyleydi. 11 Ekim’de İstanbul’a uçtuk. Gelin ve damat İstanbul’da yaşasalarda damadımız Ankaralıydı. Düğünde Ankara’da olacaktı. 



12 Ekim Cuma günü İstanbuldan Ankara’ya uçtuk. Sadece biz değil, başka başka davetlileri vardı. İzmirden, Almanya’dan, İstanbuldan, Sinop’tan, Hendek’ten. Karayoluyla, havayoluyla, demiryoluyla bütün yollar Ankara’ya çıkıyordu o gün.  Damat ve arkadaşları habire birer saat arayla gelen konuklarını havaalanından alıp gidecekleri yere taşıyordu. Son turunu bizimle yaptı damadımız. Havaalanında bizi karşıladığında kucaklaştık. Sırtı terliydi. “Eee hamama giren terler, terlemeden olmaz bu işler” diye kız evi espirileri yapsakta, oda bizim diğer kardeşimiz olmuştu çoktan. 

Hava çok güzeldi o gün. Bizi otelimizden önce ailesinin evine götürdü. Annesi, babası ve kızkardeşi vardı. Birde komşuları. Hepsi çok samimi, çok güler yüzlü, ve çok misafirperverlerdi. Sanki herkes birbiriyle yıllardır tanışıyor gibi bi hava vardı. Kocaman bir masada çok leziz yemekler hazırlamışlardı. Her şey organik, el emeği ile yapılmıştı. İçeceklere kadar. Düğün çorbası ile başladık, sarmalar, etler, börekler, mezeler, turşular, ev yapımı limonatalar, baklavalar, kalburabastılar, güllaçlar.. Böyle lezzetli yemekler en son ne zaman yedim hatırlamıyorum. Her şey kusursuz ve olağan üstüydü. 


Yemek sonrası akşam 9 gibi Bilkent otelde hepimiz için ayarlanan otelimize taşıdılar bizi. Gelin dahil. Gelinimiz bir suitte kalıyordu. Diğerlerimiz hep tek kişilik, iki kişilik, odalara yerleştik. Sonra gelinimiz Cansu bizi odasına davet etti. Abisinide şaraplar aldırmış. Kimimiz pijama ile, kimimiz üzerindeki giysi ve otel terliği ile Cansu’nun kaldığı suitte toplandık. Onun odasına giderken otelin alt katında bi etkinlik vardı galiba, erik dalı çalıyor, millet coşuyordu. Bizim kızımızda açmış bi klasik müzik. Sanarsın Viyana’da operaya gitmişiz. Dedim bu ne ya? Hey kendine gel, farkındaysan Angaradayız, sen bir Ankara gelinisin ona göre davran. Açtım YouTube’dan Ankara’nın bağlarını, sonra Erik dalını, başladık pijamalı Ayça ile oynamaya😀 Cansu bizi böyle görünce sağ elini alnına koyup “inanmıyorum yaaa” demeye başlayınca, ne beee, dedim. Cenazeye mi geldik, düğüne geldik tabiki oynayacağız deyince, ne haliniz varsa görün dercesine bıraktı kendini ve gülmeye başladı. Artık sinirden mi güldü, yoksa eğlendiği için mi bilemem. Ama biz çok eğlendik 😀



Gece saat 12 ye doğru odalarımıza uyumaya gittik. Yarın büyük gündü ve hepimiz zinde olmalıydık. Sabah 8.30 gibi kahvaltıda buluştuk. Her masa tanıdıktı. Nerdeyse 20 kişiydik otelde. Günaydın, güzel uyudunuz mu sorusuna, hiç uyuyamadım diye cevap veriyordu herkes. Meğer hiç kimse uyuyamamış o gece. Oysa yataklar çok rahattı. Heyecandan uyuyamamışız. Sanki biz gelin oluyorduk?😀 Ama garip bi şekilde yorgunda değildik. Sanırım mutluluk hormonu hepimize fazla salgılanmıştı.

Saat 9.30-12.00 arası kuaför ve makyöz geldi gelinin odasına. Önceden planlıydı kaç kişi ve kimin ne yaptırmak istediği. Güzel güzel hazırlandık hepimiz gelinin odasında. Her şeyimi bir yerlerde unutmakta bir dünya markası olmaya aday olan ben, makyajdan sonra giyinince üzerimden çıkanları gelin odasında unutmuşum. Üstelik bundan haberim bile yok. Cansu, yani gelin toplamış arkamı bu sefer. Toplamış İstanbul’daki evine getirmiş😀 ve hala orada.

Her şey planlı programlı, ve saatinde oldu. Nikah salonuna gittik saat 13 gibi. Çok güzel ve nezih bi salondu. Saat tam 14 te “evet” dediler birbirlerine. Damadın sesi daha gür çıktı “evet” derken. İlk danslarını Özdemir Erdoğan’ın “bana ellerini ver, hayat sevince güzel” şarkısıyla yapıtlar. Sonra Ankara havaları ve halaylar ile iyice bi kurtlar döküldü saat 16.00 ya kadar. Sonra otelimize geri dönüp dinlendik. Zira düğün bitmemişti, akşam bi restorana davetliydik en yakınları olarak. Kırk kişi falandık herhalde. Fasıl grubu vardı. Mezeli, yemekli, içkili, çalgılı çengili bi geceydi. Kimi rakı içiyordu, kimi şarap. Kadehleri kaldırıp şarkılara eşlik ediyorduk. Türk sanat müzikleri vardı çoğunlukla. Ama hareketli, dümbelekli, klarnetli ve kemanlı enstrümanlarla. Çok güzeldi çoook. Gelinimiz çok mutluydu. Damadımız çok mutluydu. Anneler, baba, kardeşler çok mutluydu. Bizler çok mutluyduk. Düğün dediğin böyle olmalıydı zaten.
Herkesi mutlu ettiler. Gündüz büyük bi kalabalığı nikahta, akşam ise sadece yakın çevreyi fasıl ile bi restoranda eğlencede. Mükemmeldi.

Gece 1 gibi otelimize döndük. Gelin ve damat dahil. Yaşça büyük ve çocuklu olanlar yatmaya, biz ise otelin barında buluşmaya karar kıldık. O güzel gece bitmesin istiyorduk sanki. Cansu gelinliğini çıkartmış, pantolon ve kot ceketini giymiş, Ömer’le birlikte otelin barında buluştuk. Ömer damadımızın adı bu arada. Bakmayın ikide birde damadımız dediğime, oda bizim çoktandır kardeşimizdi zaten. Kız kardeşimizin yanına birde erkek kardeşimiz eklendi.

İşte biz, otelin barıda kapanınca, lobide buluşmaya karar verdik. Artık herkes odasındaki mini barı boşaltmaya koyuldu. Çünkü geceye doyamıyoruz. Fakat o da ne? Damadın arkadaşı olaya el koydu ve lobiye bira getirtiyor. Ee orası Türkiye. Hemde Angara. Her şey mümkün.

Gelin ve damat saat 2.30 gibi bize müsade deyip çekildiler. Sonra birer birer hepimiz saat 4 gibi yattık. Üstümle başımla, saçımla makyajımla yatmışım. Çünkü odamdaki arkadaşlarım uyuyor. Onları rahatsız etmeden yastığa başımı koymadan uyumuşum. Sabah yine 8.30 da kahvaltı ve otelden çıkış, İstanbul’a dönüş. Bir gece öncesinden uykusuz olan biz Pazar sabahı hepimiz bir bitik, ve hepimizin sıratı sirke satıyor. Ben hariç. O’da dünden kalan makyaj ve saçla kurtarıyorum😀 yoksa bende bitiğim diğerleri gibi. Saat 10 gibi tekrar Esenboğa havaalanına götürüyor damadımız bizi, diğer davetliler gibi. Yine kimi İstanbul’a kimi İzmir’e. Pazar gecesi saat 9 gibi hepimiz mortingenstrasse.  Bitik bi şekilde uyuyoruz erkenden.

Harika bi düğündü. Harika bi zamandı. Haa Ankara’ya ilk kez gittim, Ankara hakkında bi bilgim var mı? Yoo. Çankaya, Bilkent ve Esenboğa. İlk izlenimim güzel. İstanbul ile kıyaslıyorum. Trafik rahat. İnsanları güzel ve mutlu. Bu kadar. Ankara’yı tam anlamı ile tanıdığım söylenemez. Ama belli mi olur? Gelinimiz İstanbullu olsada Ankara’da bir ailesi var. Onun ailesi bizimde ailemiz deyip bi Ankara gezisi yapabiliriz.

Böyle işte. Evli çiftlerimiz Barcelona’ya gitti balayına. Onlar
ın mutlu olacağına inananlardanım... 








23 Eylül 2018 Pazar

Fas Gezim, Son Durak Essaouira

Şimdiiiiiii, gelelim Fas gezimin son bölümüne. 

Curcunalı Marakeş sonrası Atlantik okyanusu kıyısındaki balıkçı ve sahil kenti olan Essaouira (Suveyr) ya, yolculuk yapıyoruz yine otobüsle. Bir ikindi vakti. Akşam 9 gibi orada olacağız. Bu sefer otobüsün en ön koltuklarında oturuyoruz. Ortamız yok, ya en arka, ya en ön. Severim en önde olmayı. Bu sefer yolculuğumuz güzel geçiyor. Hatta mola verdiğimiz yerde Türkiye’deki gibi bir tesis bile var bu sefer. Ama muavin olayı yok Fas’ta. En azından ben görmedim. Bir tepeyi aşınca bol ışıklı bir kent karşımızda kalıyor. Evet, burası orası olmalı. Üstelik okyanusta görünüyor. Akşam 9 gibi varıyoruz otogara. Otogar dediysem gözünüzde Türkiye’deki gibi otogar canlanmasın. Sadece bizim otobüsün olduğu, ve yazanenin kapalı olduğu ıssız bir yer. Son durakmış. Orada el arabası ile bekleyen insanlar var. Takside var. Hemen el arabası ile olan insanlar yaklaşıyor, bavullarımızı gideceğimiz yere kadar taşıyacaklarmış. Adres gösteriyoruz, buraya taksi gitmez, biz götürelim diyorlar. Telefondaki map yürüyerek 10 dakikada varacağımızı gösteriyor. Biz kendimiz gideriz diye red ediyoruz onları. Takır tukur bavulumuzu sürüye sürüye varıyoruz riadımıza. Yine tam şehir merkezi, yani yine medinada. Fakat tam riad kapısında hostel yazıyor. Tercih etmediğimiz bir şey. Hayal kırıklığı ile zile basıyıruz. Olmazsa başka bir yere gideceğiz. Kesin. Fakat içeri girdiğimizde yine riad mimarisi var, ve bize özel oda da var. Yani başkaları ile paylaşmıyoruz odayı. Yataklar temiz. Sadece teras çok esiyor, diğer riadların terası gibi konforlu değil. Fiyatı iki gecelik 30 Euro. E daha ne, diyoruz ve kalıyoruz orada. Henüz saat erken, eşyalarımızı bırakıp dışarı çıkıyoruz. Sahil kenti bambaşka. Suyundan mıdır bilinmez ama içinden, kenarından okyanus, deniz, nehir, dere, çay, su varsa hem şehri hem insanları daha sakin oluyor. Şimdi biri çıkıp İstanbul’u örnek vermesin. Önce İstanbul nüfusunu düşünsün, sonrada ya deniz olmayaydı diye tekrar düşünsün. 

Buradada var Medina ve souklar. Ve hiç kimse atlamıyor turistlerin üzerine bi şey satmak için. Oh bee, diyerek derin bi nefes alıyoruz. Buranın rengi ise beyaz mavi. Her şehrin kendine has rengi ve kokusu var. Essauira yosun kokulu. Ve çok rüzgarlı. Zaten genç ve sörfçü turistler çoğunlukta. Sahile yakın bir yerde biralarımızı içip dönüyoruz riad hostelimize. Zile basmıyoruz, evimize girer gibi giriyoruz. Bize hem dış kapının hem odamızın anahtarı verildi çünkü. Bi duş, ardından güzel bi uyku. Sabaha hazırız. Sabah 8.30 gibi kalkıp kahvaltımızı yapıyoruz. Sonra şehri keşfe. Bi ara ertesi gün için Kazablankaya dönüş için otobüs bileti ayarlamak şart

Önce limana gidiyoruz. Balıkçılar dönmüş balıktan. Masmavi kayıkları tıpkı fotoğrafradaki gibi, ve hepsi aynı. Binlerce martı, ve martı sesleri. Ve kediler. Kediler Fez ve Marakeşte’de vardı. Ama çok bakımsızlardı. Kiminin kulağı yoktu, kiminin gözü. Burada ise kediler mutlu, ve bakımlı. Doğru zamanda, doğru yerdeler çünkü. Balıkçılar temizledikleri balık atıklarını martılara ve kedilere yem olarak veriyorlar. Sahilde bi kahve içiyoruz. Sonra bi yerde fotoğraf çekilmek istiyoruz. Selfiyi sevmediğimiz ve beceremediğimiz için birinden rica ediyoruz. Şu altta gördüğünüz fotoğrafın hikayesini anlatacağım şimdi. 

İşte bu fotoğrafı çekilicez, bende sırt çantası, önümde fotoğraf makinası, ve bi tarafta fotoğraf makinası çantası. Görüntü kirliliği olmasın diye fotoğraf makinamı ve çantasını çıkarıp arkamızdaki bankın arkasına bırakıyorum. Bi kaç fotoğraf çekiliyoruz cep telefonu ile. Sonra bi taksiye atlayıp terminale gidiyoruz bilet için. Bileti işini hallediyoruz. Şimdi rahat rahat gezebiliriz. Birden bire bi eksiklik hissediyorum. Fotoğraf makinam ve çantası yok. Sağa sola bakınarak aranıyorum. Yok. Takside unuttum!? Araki bulasın? Birden bi sıcaklık bi afakanlar basıyor beni. Telefonumda içinde üstelik derken telefon cebimden çıkıyor. İşte o zaman aklım başıma geliyor, en son fotoğraf çekildiğimiz yerde unutmuş olabilirim diyorum.  Arkadaşım elini başına götürerek “ah ah ne yapacağız senin bu unutkan hallerini” diyor. Hemen bi taksiye atlayıp geldiğimiz yere tekrar gidiyoruz. Arkadaşım benden önce koşturuyor. Bakınıyor sağa sola. Ama yok. Ben fotoğraf çekildiğimiz bankın arkasına otların içine bakıyorum. O’da ne? Fotoğraf makinam ve çantası orada duruyor. O anki mutluğum tarifsiz. Ağlamaklı sarılıyorum arkadaşıma. Senin kadar eşyasını kaybedip yeniden bulan birini daha tanımadım, çok şanslısın biliyorsun dimi? diyor. Çünkü eski vukuatlarımı bilir. Bi ara Geyikli çay bahçesinde çantamı unutup, Bozcaada’ya geçmiştim. İçinde pasaport, cüzdan, laptop bilumum herşeyin olduğu çantam. Gece yarıları jandarmayı arayıp, gidip bulmuşlardı. Bende ertesi gün gidip almıştım. Ve buna benzer nice kayıplar ve yeniden bulmalar. 

Mutlu bi şekilde rahat rahat şehri dolaşıyoruz. Bi yerde güzel kolyeler görüyorum. En sevdiğim aksesuar. Hava esintili, hırkam elimde. Kolyeleri takıyorum. Çok güzeller. Pazarlık yaparak alıyorum yarı fiyatına. Belki gerçek fiyatı daha ucuz ama ben mutlu, satıcı mutlu. Riadımıza dönüyoruz. Akşam serin ve rüzgarlı. Üzerimizi değişip yeniden çıkacağız yemeğe. Hırkamı bulamıyorum bu sefer! O kadarda önemli değil deyip, şalımı atıyorum omzuma. Riada gelirken geçtiğimiz yolları geri dönerken bir kadın arkamdan bana hırkamı yetiştirmeye çalışıyor. Meğer kolye aldığım yerde unutmuşum. Arkadaşım, bu kadarınada pes diyor. Evden çıkarken o kadar rahattım ki, şakasına demiştimki, o hırka nasıl olsa beni bulur, geldiğimiz yoldan geri gidelim yeter. Ki, kaybolsa bile önemli değildi. Eski bir hırkaydı. Öylesine söylemiştim. Ve o hırka beni buldu. Azda olsa buna bende şaşırıyorum. 

Madem şehir sessiz sakin, hiç bi aksiyon yok, kendi heyecanımı kendim yaratırım dercesine habire bir şeyler kaybedip buluyorum. Kayıplarım bununla sınırlı kalmıyor elbette. 

Küçücük kentin altını üstüne getirdikten sonra uzun ve geniş, incecik taneli kızıl kumsalda yürüyüşe çıkıyoruz. Bikinim üzerimde, olurda yüzmek istersem diyerek. Ki istiyorum, Atlantik okyanusundayım, ha dediğin zaman gidilmeyecek yerde yani. Girmez miyim? Suyuna bi ayak basayım dedim. Ufff buzzz gibi. Çok rüzgarlı olduğunu söylemiştim zaten. Iıı ıh, girilecek gibi değil. Bu sefer sahilde bi ana-kız kına yakıyor yerli halka. İnce ince işliyorlar el ve ayaklara. Artık işinin erbabı olmuşlar, şablonsuz çok güzel motifler çiziyorlar 15 dakikada. 

Terliklerimizi elimize alıp, git git bitmeyen kumsalda yürümeye devam ediyoruz. Sonra bi yerde develere rastlıyoruz. Minyatür bir Sahra çölü oluşmuş. Orada insanlar develere atlara biniyor. Daha çok sörfçüler var. Deveye biniyorum bende. Devenin üzerinde gitmek ne kadar rahat. Bi öne bi arkaya sallana sallana. Mini çöl turumuzuda yapıp, geri dönüyoruz yine kumsaldan. Gidip otelimizde eşyalarımızı topluyoruz. Gece 12 de yine otobüsle yolculuk var Kazanblanka’ya. Oradanda İsviçre’ye uçacağız. 


Otogara geliyoruz. Bizim dışımızda turist yok. Tabi onlar CTM otobüslerini tercih ediyorlar. Bizim gideceğimiz saatte CTM otobüsü olmayınca buna karar verdik. Nolcak ki, otobüs otobüstür dedik. Yanılmışız. Nasıl eski, nasıl pis. Kemeri bağlayacağımız tokaya ne kadar sakız varsa içine tepmişler, koltuklar yırtık pırtık. Otobüs ful dolu. Yer kavgası var. Ne dedikleri anlaşamıyor ama kavga olduğu belli, allahtan sadece sözlü kavgada kalıyor. Türkiye’de birbirine bu kadar bağıran iki insan olsa tekme, tokat girerlerdi birbirine. Bunlarınki kuru sıkı. Koca otobüste bizim dışımızda üç kadın daha var. Gerisi hep erkek. Şallarımızı başımıza sarıp, hırkaları giyiyoruz. Ellerimde kınalı zaten. Onlar gibi oluyoruz. Nihayet otobüs hareket ediyor. Bazıları otobüsün koridoruna uzanmış. Uykuya dalmış bile. Garip bi şekilde bu sefer otobüste uyuyabiliyoruz bi nebzede olsa. Sabah 6 da varıyoruz Kazablankaya. İlk geldiğimiz yerdeyiz işte. İbis otelde güzel bir kahvaltı yapıyoruz.  Sonra yavaş yavaş havaalanına gidiyoruz trenle. Check-inimizi yaptırıp uçuş saatimizi beklerken duty Free lerde parfümler falan sıkıyoruz üzerimize. Son 26 saattir sürekli yollardayız. Bir yer hostesi elinde bi uçuş bileti dolanıyor herkesin eline bakarak, ve bir şeyler sorarak. Salağın biri uçuş biletini kaybetmiş herhalde diyorum arkadaşıma. Bana gelip, nereye uçuyorsunuz diyor. Zürih’e diyorum. Biletinize bakayım diyor. Pasaportumun arasına yerleştirdiğim bileti pasaportumla çıkarıyorum çantamdan. Bi bakıyorum pasaport var, bilet yok görevlinin elindeki bilete bakıyorum benim biletim. Diyorum o benim! Pasaportumu istiyor. İsim aynı olunca veriyor biletimi. Teşekkür ediyorum gözlerinin içine bakarak. O uçuş biletini kaybeden salak benmişim meğer. Ve yine kaybettiğini bulan. Arkadaşım kafasını sağa sola sallıyor ve sadece bakışıyoruz. Bu konuda söyleyecek söz kalmadı bence, diyor.
Evet, kaybettiğini sürekli bulan efsane kadın olarak guines rekorlar kitabına başvuracağım, diyorum. Efsane olduğun kesin, diyor. Uçağımıza binip göklerde süzülürken, son bir haftadır yaşadıklarımı düşünüyorum tebessümle.. ☺️

Döneli yaklaşık 1 hafta oluyor. Aklımda kalanlar;
Toprak rengi yerleşimler, kah soluk sarı, kah soluk pembe. Tarihi güzel saraylar, medreseler, camiler, renkli kapılar, seramikler, güzel riadlar, Medina, ve souklar. Bolca tamtam. Kaybolmaya müsait sokaklar, sürekli sana yol göstermeye çalışan, çocuklar, gençler ve hatta adamlar, sürekli pazarlık yapmalar, motorsiklet süren kadınlar, Tajinler, casablanka birası, sürekli bi şeyler kaybedip bulmalarım. (Fotoğraf makinamı bi kezde bi restoranda unutmuştum, birde cep telefonumu otobüs terminalinde, beş dakika sonra farkedip bulunca, onları saymıyorum bile) 

Güzel miydi? Evet!!  İyiki bu tecrübeleri edindim mi? Evet!! Bi daha gitmek ister miyim? Hayır.!! 




21 Eylül 2018 Cuma

Fas Gezim - Marakeş

Fez gezimizi sonlandırıp, otobüsle Marakeşe doğru yola koyuluyoruz. Akşam saat 21.30. Sabah saat 6 da orda olur dediler. Otobüsün en arka koltuklarını vermişler bize. Uyuya uyuya gideriz diyoruz. Otobüste yerliden çok turist var. CTM otobüsleri daha konforluymuş görece. Ah diyorum, nerde Türkiye’deki otobüslerin konforu nerde bunlar? Muavin yok, servis yok. En arkada olduğumuz için koltukları arkaya yatıramıyoruz. Ama önümüzdekiler bize doğru gaykılmışlar. Yerimiz daracık, bacaklarımızı nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Yorgunluk paçadan akıyor ama uyuyamıyoruz. Tam uykuya dalacakken saat 2 gibi mola veriyor. Mola yerinde tesis mesis yok. Bi tuvalet var o kadar. İniyoruz, bacak hareketleri falan yapıyoruz, arkadaşımın ayakları balon gibi şişmiş. Yeniden otobüse binip devam ediyoruz. Yine tam dalacakken sabah saat 4.30 da Marakeş terminaline yanaşıyor otobüs. Ee hani saat 6 da varacaktık? Sabahın zikinde Marakeşteyiz. Riad’a sabah 7 de giriş yapacağımızı öğrendiğimiz için bu otobüsü seçmiştik güya. Bi önceki yazımda söylemiştim, buralar böyle, yapacak bi şey yok, sinirlenmiyoruz. Terminalde kafe var, tanış olduğumuz diğer turistlerle o kafede nane çayı ve kahve içerek, bisküvi atıştırarak sabahlıyoruz. Garip bi şekilde hiç yorgun hissetmiyoruz kendimizi. Bazen çok ciddi konular konuşuyoruz, sonra ota boka gülmeye başlıyoruz. Çok gülüyoruz her şeye. Herkes nerden geliyorsunuz diye soruyor. İsviçre’den diyoruz.  Beni göstererek “ama sen İsviçrelilere benzemiyorsun deyince, Türkiyeliyim diyorum. O zaman yüzlerindeki gülümseme dahada büyüyor. Marhabaaaa, diyorlar. Türkiyelileri çok seviyorlar. Erdoğan, Erdoğan diyorlar. Yav, he he diyorum içimden. Bundan sonra her sorana Türkiyeliyiz diyor arkadaşım Antonella:)

Bi önceki yazımda unuttum yazmayı, Fez’deki dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen Karaviyyin camii’ne girerken bize izin vermedilerdi, müslüman değilsiniz diye, biz Türkiye’den geliyoruz, sen nerem diyon bacım, deyince buyur ettiler bizi içeri. İlk kez bi ülkede türkiyeli olmanın faydasını fırsata çevirdik. Diğer bütün “gavur” turistler, hele Çinli ve Japon’lar dışardan izliyordu.

Neyse, şu an Marakeşteyiz. Sabah aydınlanmaya başlıyor. Bazen çok dinç hissediyoruz kendimizi, bazen bitkin. Sabah 6.30 gibi ayrılıyoruz kafeden, taksi ile 20 Dirham’a anlaşıp Riadımıza yakın bir yere varıyoruz. Burada’da taksi giremiyor Medinaya. Telefondaki map ile buluyoruz yolumuzu. 5 milyonluk şehir uyuyor henüz. Marakeşin rengi pembe. Daha doğrusu somon rengine daha yakın. Yine daracık sokaklar, yine sarı sokak lambaları.. gökyüzü ağarmak üzere. Sürüdüğümüz bavulumuzun teker sesleri bozuyor sessizliği. Riadımızın ziline basıyoruz. Biraz geç açılıyor kapı, esneyerek ve uykulu gözler ovuşturularak. Ama gülen bir yüz var yine. İçeri davet ediyor bizi. Ve yine nane çayı. İçeri alıyor ama odamıza saat 12 de girebileceğiz. Çok güzel bir terası var, bol minderli ve sedirli.
Yayılıyoruz o minderlere. Ama uyku kartlaşmış, uyuyamıyoruz bi türlü. Bütün gece uyuyamayaşımızın garip bi hissi var ama hala dinç hissediyoruz kendimizi. Bari gezelim şehri, sonra bi yerde kahvaltı ederiz, sonra gelir odamıza yerleşiriz, duş alırız, belki bir iki saat uyur, sonra tekrar çıkarız diyoruz. Çıkıyoruz dışarı. Dakika bir, gol bir. Biri bize durup dururken yol tarif ediyor. Nereye gitmek istediğimizi nerden biliyorsun acaba? Neyse bizimde belli bi hedefimiz olmadığı için tarif ettiği yola doğru gidiyoruz. Bizimle gelmiyor, seviniyoruz. Demekki iyi bir insanmış. Para falanda istemiyor diye düşünüyorum. Yürüyoruz öyle. 10 dakika sonra yine karşımıza çıkıyor, motoru ile. Hayır, diyor yanlış gidiyorsunuz. Meğer takip ediyormuş bizi. Allah allah diyorum, yolu tarif ediyor sonrada doğru gidiyorlar mı acaba diye takip ediyor.. baya iyi. Gelin diyor ben götüreyim sizi. Para falan istemiyorum. Arkadaşım Fransızca konuşuyor onunla, nereye gidiyoruz bilmiyorum. Yarım saat yürüdük, git git bitmiyor o neresi ise. Bizi getire getire bir dericiye ve tabakhaneye getiriyor. Anayın amı diyorum, zaten uykusuzum, yorgunum, naletim diyorum, içimden değil dışımdan. Nasıl olsa anlamıyor. Tabakhanede, harabe gibi, bir iki kuru kuyu var, ve işlem dahi yapılmıyor. Keriz gibi hissediyorum kendimizi. Ulan biz zaten dün Fez de en ünlü tabakhaneyi gezmişiz, burası ne? Kuru bi beton yığını. Kaldıkı biz sadece kahvaltı ve medinaya göz atmak istiyorduk. Bizi getiren adam birden yok oluyor. Demekki o derici ile birlikte çalışıyorlar. Oradan bir şeyler alsak komisyonunu kapacak. Kızgın bir şekilde çıkıyoruz dışarıya. Bundan sonra hiç kimseyi dinlemeden, hiç kimseye selam vermeden kendi başımıza yürümeyi tercih ediyoruz. Ki zaten sormadık hiç bir zaman yol, sokak vs. Onlar musallat oluyor. Bizde nazik davranalım falan derken buralara geliyor konu. Hem arkadaşım Fransızcada konuşuyor ya onlarla, kandırılmam herhalde diye düşünüyor galiba. Bak arkadaşım dedim, biz türkiyelilerde bi deyim vardır, “her zikim hıyar diyene, bi tutam tuzla koşma” diye. Bunu Almancaya nasıl çevirdiğimi sormayın, mantığını anlattım. Anladı. 


Sonra Marakeş,'in ünlü büyük meydanı Jemaa el Fna‘ya geliyoruz. Fotoğraflarda gördüğümüz o kalabalık yok. Ama saat daha sabahın 10’u gibi bi şey. Zeytuni adında bi restoranın terasına çıkıyoruz. Harika bir kahvaltı yapıyoruz, taze sıkılmış meyve suları ile. Üzerimize ara ara soğuk su buharı püskürtülüyor. Kahvaltıdan sonra yine bir dinçleşiyorum. Ama çok uzun sürmüyor, gardım yeniden düşüyor. Otelimize, pardon riadımıza gidiyoruz taksi ile, pazarlık her daim. Nereye gidersek gidelim 20 Dirham. Yani iki Frank. Saat 12 yi geçiyor. Odamıza yerleşiyoruz. Duşumuzu alıyoruz ve uyku çöküyor. Sonra bi güzel uyuyoruz, 4 saat kadar. 

Dinlenmiş bi şekilde Marakeş’in o ünlü meydani Jemaa el Fna’ya tekrar gidiyoruz.
Akşam güneşi gökyüzündeki bulutları ve meydanı kızıllaştırıyor. Meydanda insanlar çoğaldıkça curcunada çoğalıyor. Yerel giysili adamlar, başlarında fes, ellerinde davul, tamtam da tamtam. Hep aynı ritim. Yılan oynatan adamların ağzında zurna gibi şeyden çıkan o tiz ses. Maymunlarla fotoğraf çektirenler, ellere kına yakan kadınlar, yemek standları, meyve standları, sihirbazlar, tam bir ses, renk ve kolu curcunası. Sağa sola bakarak dikkatlice yürüyoruz. Çünkü biri üzerine yılan atabilir, biri kolunu çekip kına yakabilir, sen istesende istemesende. Sonrada senden para isteyebilir, bunlar hep olağan şeyler orada. Fotoğraf çektiğini görürlerse üstüne yürüyorlar, çekemezsin diye. Parasını verirsen sorun olmuyor. Hepsi yamyam gibi. En güzeli bunları uzaktan izlemek diye, bi restoranın terasına çıkıyoruz. Bir saat kadar izliyoruz. Gece çok daha kalabalıklaşıyor. Ve hiç bitmeyen tamtam. Ancak ezan okunurken susuyor hepsi birden. İşte o an zaman durmuş gibi geliyor. 
Ezan deyince, aklıma geldi. Burada hiç bir yerde güzel ezan okuyanı duymadım. Sanırsın bi öküz böğürüyor. Makam yok, sözler anlaşılmıyor. Sabah ezanı mı, akşam ezanı mı fark yok. Hepsi aynı tonda ve böğürtüde. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Ezan ibadete, namaza çağrıdır, o ezanı duyan ibadetten soğur valla. Minarelerde farklı. Dört köşe. Mimarileri güzel yalnız. 

Sonra ezan bitince yeniden başlıyor curcuna. Bu anlamsız kalabalık ve gürültü sıkıyor bizi. Bir standa yemeğimizi yiyip hemen ayrılıyoruz meydandan. İstiklal caddesine benzeyen bi sokağa giriyoruz. Gayet güzel, modern ve şık mekanlar var bu sokakta. Yerel halkın takılmadığı. Oralarıda gezdikten sonra Riadımıza dönüyoruz akşam 9.30 gibi.  Gündüzden buzdolabına koyduğumuz beyaz şarabı alıp çıkıyoruz terasımıza. Teras öyle güzelki. Bizden başka kimse yok. Ilık esen rüzgar yüzümüzü okşuyor, yıldızlar tepemizde. Telefonlardan müzikler dinliyoruz, geceye damga vuran şarkı ise “what a wonderful world” oluyor. 

Ertesi gün, Atlas dağları eteklerinde bir şelaleye gidiyoruz. Giderken 4 ayrı vadilerden geçiyoruz. İt ürmez, kervan geçmez yerlerde yaşayan insanlara tanık oluyoruz. Argan yağı üretim tesislerinde yöresel giysili kadınlar çalışıyor. Onların üretimlerine şahit oluyoruz. Sonra tekrar yola devam. Otelin bize ayarladığı minibüste sadece biz varız. Bazen türk müzikleri bile çalıyor. Seviyorlar Türk müziğini. Bi restoranda Volkan Konak çalıyordu.

İnce uzun, yüzü güneşten yanmış ve kırışmış,    dağları seven berberi bir abi bize rehberlik etmek için bekliyordu vardığımızda. Bunlar hep fiyata dahilmiş, ekstra para vermemiz gerekmiyormuş. Dere tepe tırmanıyoruz şelaleye doğru. Bazı duraklarda Atlas dağından çıkarılan taşlardan figürler satılıyor. Oradan hediyelik bir kalp alıyorum. 
Şelaleye varıyoruz. Bir nane çayı içip dinleniyoruz. Gün bitiyor ve geri dönüyoruz. Riadımızda güzel bir uykuya dalıyoruz. 


Sabah kahvaltımızı edip, Marakeşte görülmesi gereken yerlerden biride botanik bahçe “Jardin Mojerelle”. Şehrin göbeğinde yemyeşil ve serin bir yer. Ve hiç bir yerde görmediğim upuzun kaktüsler, bambular vb. 
Parisli bir modacı Yves Saint Laurent 60 lı yıllarda buralara gelince aşık olmuş bahçeye. 80 lı yıllardada satın almış. Öldükten sonra külleri bu bahçeye serpilmiş. Bu gereksiz bilgileride verdikten sonra gezimi anlatmaya devam edebilirim. Bir saat bile sürmüyor oradaki gezimiz. Öğleden sonra başka bir kente gideceğiz. Bu yüzden Marakeşin curcunalı meydanları bi yana, görülmesi gereken tarihi yapıları diğer yana. Mimarileri, seramikleri, kapıları, ahşap oymaları muhteşem. 

Buralarıda gezdikten sonra, birde Marakeş souklarını (Medina çarşısı) keşfe çıkıyoruz. Burası Fez medinasından çok daha büyük. Çok daha gürültülü. Daracık souklarda bisiklet, motor, eşek, at arabası, insan kalabalığı. İlk etapta heyecanlı olsada, sürekli önüne, arkana, sağına, soluna bakarak yürümek yorucu geliyor bi süre bana. Bisiklet, eşek ve at arabası o ambiyansa uygun hadi, ama motorsiklet nedir ya? Bir taksici anlatmıştı, motorsikletler artık giremeyecek diye bi kanun çıkacakmış. Çok yerinde olur. Acayip sinir bozucu. Hepsine tekme atasım geldi. Normal caddelerde trafikte sürün şunu, ne işiniz var souklarda. Ama hoşuma giden başka bir şey vardı. Normal trafikte bir sürü yaşlı ve genç kadın motorsiklet kullanıyordu. Gece gündüz farketmiyor. Bu kadar çok motor kullanan kadın ben İsviçre’de bile görmedim. 

Böyle işte Marakeş anılarım. Pembe şehir. Keşmekeşi çok. Mimari yapısı güzel. Kaybolmaya müsait karışık sokaklar ve biraz yorucu geldi Fez’den sonra. 

Bavulumuzun teker sesleri ile geldiğimiz gibi ayrılıyoruz sevimli riadımızdan bir sahil kenti Essaouira’ya doğru. 

Görüşmek üzere... 

19 Eylül 2018 Çarşamba

Fas Gezimiz, Fez..

Fez'e Tepeden bakis.
Her hafta perşembe buluşamlarımızda 20 şer Frank topluyor ve tatil kasamıza atıyoruz. Para epey birikincede tatile çıkıyoruz. İlkini İstanbul’da, ikincisini Marmaris-Selimiye’de, üçüncüsü Venedik’te yapmıştık. Dördüncüyü aslında Kapadokya’ya planlamıştık, ama ani bir kararla Fas oluverdi. Rotamızı Casablanka, Fez, Marrakesh, Essaouira ve tekrar Casablanka olarak belirledik. Aslında Casablanka’nın sadece havalimanını kullandık, şehri gezmedik. Çünkü İsviçre’den direk uçak bulamadık Marrakesh’e.
Bir cumartesi gecesi indiğimizde Casablanka’ya, hemen havaalanından trene binip şehir merkezindeki tren garına gidip, ertesi gün Fez’e gitmek için tren bileti aldık. Bir yerlerde okumuştum, “siz siz olun tren biletlerini 1.sınıf alın” diye. Aldık. Sonra hemen her tren garı yanında bulunan 50 adım ötede ayırttığımız ibis otele yürüdüğümüzde bizi gören taksiciler gideceğiniz yere götürelim diye birbirleriyle yarışırken, bizi İbis otele bırakır mısınız dediğimizde yüz ifadeleri görülmeye değerdi. 


Casablanka Birasi
Fas’a ayak basıp, otelimize yerleşince, öğlenden beri yaptığımız yolculuğun yorgunluğunu otelin barında birer Casablanka birası ile atıyoruz. Güzel bira.

Ertesi gün erkenden kalkıp, kahvaltımızı yapıp, yine tren garına yürüyoruz. İstikamet Fez. 4 saatlik yolu 5 saatte gidiyoruz. Öyle, orada tren ve otobüsler. Belki zamanında kalkar, belki bi saat sonra. “Birinci sınıf” bir kompartman. Birinci sınıfı böyle dökükse ikinci sınıfı düşünemiyorum bile. Karşımızda Faslı modern bir kadın var. Fez’e kızına gidiyor. Arada sırada bize ikramlarda bulunuyor. Faslı’ların hepsi Fransızca konuşuyor. Arkadaşımla Fransızca sohbet ediyorlar. Ben pencereden dışarıyı izliyorum. Uçsuz bucaksız kızıla çalan kurak topraklar, kurumuş dikensi otlar, bazen yine toprak renginde küçük yerleşimler, ve bolca sağa sola atılmış çöpler görüyorum.  “Ben buraya bunları görmeye mi geldim” diye iç sesimle konuşuyorum. Bi ara tuvalete gitme ihtiyacı hissediyorum. Gördüklerim karşısında irkiliyorum. Mesanem patlayacak gibide olsa ihtiyacımı gideremeden tekrar kompartmana dönüyorum. Ne çabuk döndün diyor, arkadaşım. Kaşlarımı yukarı kaldırarak, girilecek gibi değil diyorum. Ama yerliler girip bi güzel ihtiyaçlarını giderebiliyorlar. Öğlen saatlerinde Fez garına yanaşıyor trenimiz. Görkemli Garları var Fas’ın. İlk işim wc’ye gitmek oluyor. Sonra çıkıyoruz dışarıya, gara bakarak bi cigara içiyoruz. Şehir merkezine doğru yürürken taksiler duruyor sürekli. Taksiye gideceğimiz adresi gösteriyoruz telefondan. Tamam atlayın götüreyim diyor. Kaç para olduğunu sormadan taksiye binmek yok. Bunu biliyoruz. 60 Dirham diyor. Hayır, 20 diyoruz. Kabul etmeyince başka taksici ben 20 ye götürürüm diyor. Biniyoruz. Otelimiz tam Medina içinde. Medina, kale ile çevrili eski şehir ve alışveriş merkezine deniyor. Taksi girmiyor. Burada taksiden inen turistleri çocuklar ve gençler karşılıyor, daracık ve birbirine benzeyen yollarda kaybolmayasın diye yol gösteriyorlar, gideceğin yere kadar eşlik ediyorlar, sen sorsanda sormasanda. Ne kadar misafirperverler diye düşünüyorum. Hedefe gelincede para istiyorlar. Vermezsen fena bozuluyorlar. Gelir kaynağı haline getirmişler. Oralarda birine sokak sormaya gelmiyor.  Ne kadar misafirperverler düşüncemi geri alıyorum bu sefer. “Riad Tahra” kalacağımız yerin adı. Mimarisi hep ayni olan küçük butik otellere yada pansiyonlara Riad deniyor. Orta yeri açık, seramiklerle süslü, küçük bir havuzu yada çeşmesi olan, pencereler içe dönük, dışardan bakıldığında sadece duvar gibi görünen güzel yerler. Zile basıyoruz, gençten güler yüzlü, sempatik bi oğlan karşılıyor bizi otantik mavi giysisi ile. Güzel kokularda geliyor. Bize hemen nane çayı getiriyor. Küçük bardaklara özel tutaçlarla çaydanlığı yukarı kaldırarak dolduruyor. İzlemesi keyifli. Form veriyor sonra onları dolduruyoruz. Bize birde şehir planı veriyor. Nerelere nasıl gideceğimizi anlatıyor. Her yere yürüyerek gidecek uzaklıktayız. Odamızı gösteriyor. Çok temiz, sıcacık, vitray pencereli odamıza yerleşiyoruz. Üst değiştirip hemen Fez’i keşfe çıkıyoruz. Çünkü burada bir gece iki gün kalacağız. Şu ünlü Unesco dünya mirası Medinasını (çarşısını) bir de ben gezeyim, değerlendireyim diyorum arkadaşıma:) 


Mavi Kapi, Bab Boujloud
Mavi kapı denilen ünlü Bab Boujloud kapısından içeri giriyoruz. Renk, ses ve koku cümbüşü sağlı sollu bütün “souk” denilen kapalı çarşı tarzı Medina’da.  Canlı tavuklar, pişen tavuklar, hamur işi yapan kadınlar, renkli kilimler, deri çantalar, hasır çantalar, seramikler, babuçlar, aktarcılar, tatlılar,  Tajin’ler. (Tajin = Fas usülü toprak güveçler). 

Bonjour Madam, diyen insanlar. Bonjour diye gülerek selamladığında illa bi şey satmaya çalışıyorlar. No, thank you! Şükran! No, thank you! Şükran, diye diye ilerledik. Hiç cevap vermeden ve gülümsemeden geçersen, sen Çinli’misin diye alay ediyorlar. Uçsuz bucaksız, hep birbirine benzeyen souklar, eşyalar. 

Canımız alkollu bi şeyler istiyor. Ne mümkün? Zemin katlarda zaten içilmiyor, ama Medina denilen yerlerde alkol alabileceğiniz yerler yok gibi bir şey. Mavi kapının yanına tekrar dönüyoruz. Terasta bi yeri gözümüze kestiriyoruz. Ama bira yok. Soğuk kola siparişi veriyoruz. Soğuk bir kola yada su hiç bir yerde içemedim. Soğukluk anlayışları neyse artık? Belki buzlu istemeliydik. Bilemiyorum. Mekan sahibine burada nerede soğuk bir bira içebiliriz diye soruyoruz. Hemen karşındaki hemde zemin kat olan restoranı gösteriyor. Akşam yemeğimizi orada yemeye karar veriyoruz. Kolamı bitiremeden kalkıyoruz mekandan. Şehir dışındaki kaleye yürüyoruz. Şehre şöyle bir tepeden bakıyoruz. Soluk sarı renginde bi şehir Fez. Arkadaşıma biz Türkiyeliler Fas deriz bu ülkeye, oysa bütün dünyada Marokko, Morocco deniyor. Neden acaba diye soruyorum. Bilmiyorum diyor. Kendimce bir mantık yürütüyorum, Fez ülkenin en eski başkenti, dünyanın ilk üniversitesi falan orda kurulmuş diyorlar, belkide o yüzden olabilir. Vardır elbet bizimkilerinde bi bildikleri ?!?!
Peceteye sarili biralar:)
Akşam karanlığı çökmeye başladığında gözümüze kestirdiğimiz o ünlü mavi kapı yanındaki restorana gidiyoruz. Önce yerel bira olan Casablanka birası istiyoruz. Sonrada birimiz etli, birimiz tavuklu Tajin siparişi verdikten sonra bira bardaklarımız peçeteye sarılı bir şekilde geliyor. Tokuştururken ses çıkmıyor. 

Fakat biralar colanın aksine soğuk geliyor. Bize son olarak karpuz ikram ediyorlar. Karpuzun çoğunu ben yemişim güya. Hesabı öderken bir poşet içinde karpuz tutuşturuyor elimize, siz karpuza doyamazdınız galiba diyerek. 
Sonra Riad’ımıza yürüyoruz, soluk sarı rengindeki yapıları, sarı sıcak sokak lambalarınının aydınlattığı dar sokaklarda. Birazda terasta oturup odamızda nefis bir uykuya dalıyoruz. 

Tannery, Tabakhane 
Ertesi gün ilk işimiz kahvaltıdan sonra, Marakeşe gece yolculuğu yapacağımız görece daha temiz ve daha donanımlı özel CTM otobüs şirketinden bilet temin edip, şehrin medreselerini, camilerini ve en ünlü “Tannery” dedikleri  “Chouara” deri tabakhanelerini gezmek niyetimiz. Medina içinde yer alan tabakhaneyi hiç kimseye sormadan telefondanki navigasyonu kullanarak ve zaten uzaktan gelen kötü kokuya doğru yürüyerek zorda olsa buluyoruz. Tabakhaneleri görmek ve fotoğraflamak ancak teraslardan mümkün. Deri ürünleri satan bir dükkanın terasına çıkıyoruz. Para almıyorlar bizden. Elimize bir tutam nane veriyorlar. O kokuya dayanılacak gibi değil zira. Koklamak bile yetmiyor. Nane yapraklarını burun deliklerime sokuyorum. Evet, işte şimdi o hep fotoğraflardan gördüğüm kocaman bir sulu boya kutusu görüntüsü karşımda. Fotoğraf çekiyorum, fotoğraf çekiliyoruz. Oysa aşağıda o sıcağın altında ve o kokuda çalışan işçiler var. Derici bize oranın tarihini anlatıyor. Afrika’nın en büyük, en eski tabakhanesiymiş, deve, inek, keçi, koyun derileri işlemden geçiyormuş. İnek sidiği, güvercin boku gibi doğal amonyaklar kullanarak... Ben sadece orada güneşten yanmış, çalışmaktan çökmüş insanlara bakıyorum bi süre. Burnuma soktuğum nane yapraklarını çıkarıyorum utanarak. Sonrada ayrılıyoruz oradan. Derici bize bir şey satamadığı için hafiften bozuluyor. 

Sonra demirciler çarşısı, ve el zanaatları souklarını gezdikten sonra, Riadımıza dönüyoruz. Çünkü orası çok güzel. Biraz daha vaktimiz olduğu için bizi spa ve yüzme havuzu olan ikinci Riadlarına götürüyorlar. Fiyata dahilmiş. Zaten geceliği 24 Frank, yani hiç bir şey değil. Marokko pahalı bi ülke değil. Tekrar Riadımıza gelip bavullarımızı alıp, vedalaşıyoruz Riadı işleten çocuklarla. Kucaklaşıyoruz hatta, sanki bi akrabadan ayrılır gibi, o kadar şirinlerki. 
Akşam yemeğimiz için tabiki yine aynı yere gidiyoruz. Dün akşam mekan sahibi elimize karpuz sıkıştırırken bu akşamı garantiliyor. Yemeklerimizi yiyor, biralarınızı içiyor ve taksi ile CTM otobüs terminaline gidiyoruz. Bagajlara para alıyorlar. Otobüs dakik kalkıyor, 21.30 da. Sabah 6 da Marakeşte olacakmışız. Yolculuk başlıyor. Karanlık ve hiç viraj olmayan yollarda ve hep aynı hızda gidiyoruz Marakeşe doğru. Uyumaya çalışıyoruz.. 

Yarın Marakeşte görüşmek üzere.. 


Tajin