Sayfalar

21 Kasım 2019 Perşembe

10 Yaşımdaki Bana Mektup



Merhaba çocukluğum.

Biri bana senin yaşındayken bana neler yaşayacaklarımı anlatsaydı yaşamdan ürkerdim. Ama bak üzerinden 50 yıl geçti. Korkacak bir şey yok. Üzücü şeyler olduğu kadar güzel şeylerde olacak yaşamında. Yani hepsi hayata dair şeyler. Merak ediyorsun değil mi? Anlatacağım sana her şeyi biiiir bir.

Baban Almanyaya 10 bin lira biriktirmek için misafir isçi olarak gittiğinde bakmış ki o para birikmiyor, annenide alıp götürmüş. O zamanlar öyle, bir çok aile çocuklarını geride kalan ailesine bırakır Almanyaya veya Avrupanın başka ülkelerine çalışmaya giderdi. Sen ve abin yazın köyde ninende ve dedende, kışın bir kasabada Anane, dede, tezyeler, dayılar kalabalık bir ailede ilkokula giderken 4. Sınıftan ayrılıp Babannenin yanına Mudurnunun bir köyüne gönderileceksin 5. Sınıfı okumak için. Hangi akla hizmet diye sorma. Öyle uygun görecekler.

Köy okulunda tek sınıf var. Yani birler, ikiler, üçler, dörtler, beşler hep aynı sınıfta olacak. 5. Sınıfa giden tek sen olduğun için öğretmen sana bazen öğretmenlik yaptıracak. Bu senin hoşuna gitsede, sen hiç bir şey öğrenmediğin için biraz üzüleceksin. İlkokul bitince Ortaokul ve liseye gideceğim diye sevinirken, kız kısmı okuyupta ne olacak, okumayı yazmayı öğrendi işte, yeter, deyip hevesini kursağında bırakacaklar.

Köyde, üç katlı ahşap bir evde ninenle birlikte yaşayacaksın. Hayat bilgisini ondan öğreneceksin. Tohum nasıl ekilir, ekin nasıl biçilir, tırmık nasıl çekilir, harman nasıl yapılır, buğday değirmende nasıl un olur, ekmek nasıl yapılır, bostan nasıl sulanır, çapalanır ve bozulur, kilim ve bez nasıl dokunur, dantel, oya, kanaviçe, örgü nasıl yapılır, İpek böceğinin dut yaprakları ile beslenip koza ile kendini hapsedip sonra kozaları kaynatıp ipek ip nasıl olur ve boyanır bunların hepsine şahit olup öğreneceksin. Bazen sana bunlar fazla gelecek, oflayıp puflayacaksın. Ninen sana yaptığın bana ise, öğrendiğin kendine diyecek. Sen daha çok kızacaksın. Kızma. Yıllar sonra idrak edeceksin.

Saygılı olmayı, azla yetinmeyi, şükretmeyi, sabretmeyi, çok düşünüp az konuşmayı, hak yememeyi, komşulukları, ne kadar görgü kuralı varsa hepsini ninen öğretecek sana. Dinle onu, ilerde çok işine yarayacak bu öğrendiklerin.

İki yıl köyde çok güzel bi çocukluk yaşayacaksın. Bir yaz tatilinde yine annen, baban ve kızkardeşin gelecek Almanya’dan. Annen senin ve abinin hasretine dayanamayacak, bu sefer seni ve abinide götürecekler dönerken. Çok sevineceksin. O bir ay tatil diğer yıllarda sana bir gün gibi kısa gelirken, bu sefer o bir ay hiç bitmeyecek gibi gelecek. Çok merak ediyorsun Almanya’yı, ilk kez uçağa binmeyi. Ve bi şeyi daha biliyorsun. Almanya’da 18 yaşına kadar okul mecburiyeti olduğunu. Bunun içinde çok seviniyorsun.

O gün gelip çatacak. O zamanın tabiri ile Yeşilköy hava limanına ilk kez gideceksin. Uçakları yakından göreceksin. Çok heyecanlanacaksın. Uçak havalanacak ve Almanya maceran başlayacak.

Bahçe içinde üç katlı bi evin tavan katında iki odalı bir evde 5 kişi yaşayacaksın. Ev iki odalı olduğu için ev sahibi senin ve abinin ikametini yapmayacak. İkamet olmadığı için okula yine gidemeyeceksin. Annen ev arayışına girecek. O özlemle beklediğin, mutlu anne baba ve kardeşlerle yaşam hayalin de suya düşecek. Baban her hafta sonu içip gece yarısı sarhoş eve gelecek, huzursuzluk çıkaracak. Hafta sonlarından nefret edeceksin. Köydeki günlerini çok özleyeceksin. Annen dördüncü kardeşine hamile kalacak. Ev arayışı hızlanacak böylece. Büyük bir eve taşınıp ikamet belli olunca senide okula çağıracaklar diye sevineceksin. Nihayet dördüncü kardeşinin doğumuna yakın bir apartmanın 8. katına taşınacaksınız. Apartmanda, geniş bir dairede oturmak seni ve aileni çok sevindirecek. En çokta anneni. Hep apartmanda oturmak istemiştir çünkü.

Kısa bir süre sonra, Aralık ayının son haftasında bir Cumartesi gecesi annen doğuma gidecek. Oturduğunuz daireden hastaneyi göreceksin. Pencereden anneni görecekmiş gibi bekleyeceksin gece boyu. Hiç haber gelmeyecek. Sabahın köründe kalkıp babana bakacaksın, gelmiş mi diye. Alkol kokan odada duymayacak seni. Baba, diye sesleneceksin, başını kaldırıp ne var diyecek. Geldi mi kardeşim? Evet geldi. Kız mı erkek mi? Erkek diyecek. Sende gidip yatacaksın tekrar.

Aynı gün hep birlikte hastaneye gideceksiniz. Anneni ve emzirdiği yeni doğmuş kardeşini göreceksin. Adını Serdar koyacaklar. Annen artık çocuk istemediği için küçük bir ameliyat geçirecek. Hastaneye girmişken ikisi bir arada olsun çıksın diyecekler. Sen bunları tabi çocuk halinle anlamayacaksın. İki gün sonra annen ameliyat olacak. Ameliyatta bazı istenmeyen terslikler meydana gelecek. Bir hafta yoğun bakımda kalacak. Seni ve kardeşlerini almayacaklar yoğun bakıma. Bir yılbaşı günü izin verecekler senin ve kardeşlerinin yoğun bakımda olan annenin ziyaretine. Bir sürü kabloya bağlı yaşayan anneni göreceksin. Sanki gözlerinin açtığını göreceksin eline dokunduğunda. Sonra gideceksiniz eve. Yılbaşı kutlayacaksın evde arkadaşlarınla. Gece yarısı kapı zili çalacak, iki polis olacak kapıda. Anneniz yoğun bakımda diyecek. Sende biliyorum diyeceksin. Babanız nerde diyecek? Bilmiyorum diyeceksin. Birahanededir diyemeyeceksin utancından. Ve polisler gidecek. Ne olduğunu anlayamayacaksın. Ertesi gün hastaneye gideceksiniz yine hep birlikte. Aynı hastanede yatan bir türk ile karşılaşacaksın. Başınız sağ olsun” deyince anlayacaksın ama anlamamazlıktan geleceksin. Yeni doğum yapmış, 36 yaşında bir anne özlemez diyeceksin. Ama yoğun bakım katına değil, bodrum katındaki morga götürecekler seni ve kardeşlerini. Beyaz bi örtünün altında, hafif gülümseyen, bi gözleri hafif açık gibi yatan anneni göreceksin. Hiç korkmayacaksın. Ağlayamayacaksın bile. Kabullenemeyeceksin. Sonra akacak gözyaşların sessizce. Sabretmeyi zaten ninenden öğrenmiştin.

Annenin cenazesi Türkiye gidecek. Bunlardan senin hiç haberin olmayacak. Çünkü her gün seni hastaneye çağıracaklar, kardeşinin bakımı için eğitim verecekler. Kardeşine annelik yapacaksın. Çocukla her doktor kontrolüne gittiğinde utanacaksın herkes senin çocuğun sanacak diye. (Utanma, gururla git diyebilsem keşke sana bu şimdiki aklımla). Okul hayallerin bi kez daha suya düşecek. Bu arada 15 yaşına gelmiş olacaksın.
Ama 18 yaşına girmediğin için umutların bitmeyecek. Bi gün seni okula çağıracaklar. Baban, annesini yani nineni getirecek Türkiye’den. O gelince rahatlayacaksın biraz.
Okula gideceksin. Ama yereli Almancan olmadığı için ne kadar isteklide olsan notların düşük olacak.

Baban tekrar evlenecek iki yıl sonra. Önce ”anne“ diyemeyeceksin o kadına. Ninen Türkiye’ye dönecek. Zamanla alışacaksın ikinci anneye. İyi biri diye düşüneceksin. Anne bile diyeceksin. Sonra terkedip gidecek sizi. Babanda onunla gidecek. Sen dört kardeşinle birlikte kalacaksın. Birbirinizi çok seveceksiniz. Başınıza ne gelirse gelsin sabredeceksiniz, hep ileriye bakacaksınız. Nasıl daha iyi olabiliriz, daha iyi yaşarız bunun savaşını vereceksiniz. Küçük iki kardeş okula gidecek, sen ve abin çalışacaksınız. 6 yıl bir fabrikada çalışacaksın. Sonra toplu çıkışlar olacak. Bunların arasında sende olacaksın. Aslında buna sevineceksin. Tazminat alacaksın, ve bununla borçlarınızı ödeyip, yarım kalmış okul hayatına yeniden döneceksin. Üniversite olmasada, lise yada dengi bir diploma alıp bi meslek yapacaksın.

Çevreniz değişecek. 80 darbesinden kaçıp yurtdışına iltica eden devrimci “abilerle, ablalarla” tanışacaksın. Seminer, koro ve folklor çalışmalarına katılacaksın her pazar.
Bir gün yine o Pazar aktivitelerinin sonunda, merdivenden inerken biri çıkacak karşına. Bir şimşek çakacak gözlerinde. Yanındaki ile selamlaşacak. Sende, kim bu ördek diyeceksin. Bir yoldaş diyecek, görevli geldi İsviçreden. İyi, diyeceksin, bakarız icabına. Bu arada 28 yaşına gelmiş olacaksın. Abin ve kız kardeşin evlenmiş olacak. Küçük Serdar ise 17 yaşında olacak.

Neyse sen bu yoldaşla ciddi bir ilişkiye başlayacaksın. Ama kimseler bilmeyecek, duymayacak. Öyle bir yasak var. Çünkü devrimciler aşık olmaz, acıkmaz, yorulmaz diye bir anlayış var. Aşka yasak mı olur deme? Evet olmaz, olmayacak zaten, ama işte gelde anlat o zamanlar.

O görevli yoldaş yine gidecek geldiği yere apar topar. Hiç haber alamayacaksın 7 ay kadar. Sonra bir gün iş yerinde telefonun çalacak, karşındaki o yoldaş olacak. Heyecanlanacaksın. O gün havalarda uçacaksın.

Basel’de bi gece düzenlenecek, sende koro ve folklor grubu olarak o gecede olacaksın. 7 ay sonra o yoldaşla orada karşılaşıp sım sıkı sarılıp kucaklaşacaksın. Gece bitecek, sen Bern’e gideceksin o yoldaşla. Sabaha kadar çay içip sohbet edeceksin. Sana bir saat hediye edecek. Sende ona Levis 501 kot. Onu çok sevecek ama giymeye utanacak. Hiç uyumadan sabah olacak. Züriche gideceksiniz. Akşamına onu orada bırakıp Almanya’ya döneceksin. Yine hiç uyumadan direk işe gideceksin. Gençlik, aşk böyle bi şey işte.

O yoldaş bi tarih alacak nikah dairesinden, sen trene binip gideceksin bir kış günü. Kimse olmayacak yanında. Güneş ve kar gözlerini kamaştıracak. Şahitleri sokaktan toplayacaksınız. Evlendirme dairesinde imza atıp evleneceksin. Bern’de bi restoranda yemek yiyip eve geleceksiniz. Sonra sen yine Almanya’ya döneceksin. Hiç çocuk istemeyen sen, ikiz çocuklarına hamile kalacaksın. İkiz çocukların erken doğacak. Adları Deniz ve Taylan olacak. 5 yıl Almanya ve İsviçre arasında mekik dokuyacaksın. Sonra kararını verip İsviçre’ye yerleşeceksin. Sen okulunun iki ülke arasında bölündüğünden muzdarip olduğun için, çocuklarına bunu yaşatmak istemeyeceksin. Nerede okula başlayacaklarsa orada bitirsinler isteyeceksin. Öylede olacak.

İsviçreyi ve İsviçre’deki yaşamı çok seveceksin.

Şimdilik bu kadar. 20 yada 30 yaşına geldiğinde tekrar görüşürüz. 10 yaşındaki sana şimdi her şeyi detayıyla anlatamam ki? Senden sonraki kırk yıllık yaşamı kırk satıra nasıl sığdırayım. Ama şunu bil, hayat her şeye rağmen güzel.

ps. Çocukluguma mektup fikrini bir çok bloger arkadaşımda görüp, okuyup esinlendim.

17 Kasım 2019 Pazar

Köpek Isırınca Ne Yapmalı?

Ormanda her günkü yürüyüşümü yapıyordum. Yokuşa geldiğimde üç kişi, üç köpeği ile durmuş sohbet ediyorlardı. Köpek görünce tempolu yürüyüşü bırakıp normal yürürüm. İkisi tasması ile sahibinin kontrolünde . Biri serbest. Üçüde güzel köpekler.
Ormanda çok karşılaşarım böyle bana doğru gelen yada yanından geçerken bana oyun yapan köpekleri, kafalarını okşarım onlar yoluna ben yoluma gideriz. Bu sefer öyle olmadı. Serbest olan siyah Avusturalya çoban köpeğine benzeyen bana doğru geldi. Bende yine kafasını okşayayım diye sağ kolumu kaldırdığım anda kolumdan ısırdı. Şaşırdım. Korktum. Sonra diğer köpekler Alman kurt, ve diğer cinsini bilmediğim bir köpek havlamaya başladı tasmadan çıkabilseler saldıracaklar gibi. N’oluyo ya, dedim kendi kendime. Allahtan çok soğuk havalarda kat kat giyinmişim. 
Dedim köpeğiniz beni ısırdı. Hepsi birden “ısırdı mı?” Dediler. Sanki görmediler? Ceketimi çıkardım, kolumu diğer polar tişörtten sıyırdım, iki çizik gördüm. Bakın dedim, ısırdı. Neden bağlı tutmuyorsunuz? Oooo, dedi sahibi, hiç böyle yapmazdı. Ne yapılır böyle durumlarda bende bilmiyorum ki; aklıma ilk gelen aşısı var mı demek oldu. Tabi tabi bütün aşıları var, dedi. Polar tişörtümün kolunu tekrar indirdim, delik var mı yok mu kontrol ettim, yok, sonra yağmurluk gibi olan ceketimin koluna baktım ondada delik yok. Dişlerinin geçmediğine inanarak yoluma devam ettim. 

Sonra kendime çok kızdım. Neden fotoğraf çekmedim, neden köpeğin ve sahibinin bilgilerini almadım diye. 

Sahibinede kızdım. Ben sormadan onun söylemesi gerekmiyor muydu, bakın bu benim telefon numaram adım şu, doktora giderseniz sigorta numaram şu diye? 

Gitmedim doktora. Ceketimde delik olmayınca dişleri geçmedi diye düşünüyorum hala. İki gün geçti. Ateşim falan çıkmadı. Morartı var, ve iki sıyrık. Evdekiler, doktora git dediler ama gitmedim. 

Şimdi köpeklere karşı tırsma geldi bana. Güvensizlik. Sanki ne yapacağı belli olmaz gibi geliyor. 

Kedi ile köpeği kıyaslarlar ya hani, kediye bi şey yapmadığın sürece yanından geçse bile bi şey yapmaz. Ama köpek öyle değil, hiç bi şey yapmasan bile gelip saldırıyor işte. 

Ben kediciyim. Köpekleri sadece uzaktan sevmeye devam edeceğim. Bana dokunmasınlar, bende onlara. 

1 Kasım 2019 Cuma

Jealousy..

Bir çok blog yazarında gördüğüm şu. “Uzun zamandır yazamıyorum ama burası benim ilk göz ağrım, çok ihmal ettim vs.” Bunlardan biride benim. Demekki oluyor böyle şeyler. Kimsede neden yazmıyorsun diye merak etmiyor açıkçası. Burası sadece bize ait, ister yazarız ister yazmayız. Böyle bir zorunluluğumuzun olmaması güzel. Sadece içten içe keşke daha fazla yazsam diye geçiriyor insan. Kendi için en azından. Ama işte olmayınca olmuyor. Son zamanlarda çok sevdiğim bir söz var, “çokta şeyetmemek lazım” her şeye o kadar uyuyor ki. O yüzden tekrar ediyorum, her şeyi çokta şey etmemek lazım😀

Gelelim bana. Ne yaptım Ağustostan beri. Eylül’de üç haftalık bir Türkiye tatilimde gezdiğim yerler sırasıyla, Antalya, Uşak, Gebze, Marmaris-Selimiye ve İstanbul olarak tamamladım. Üç hafta boyunca nereye gittiysem çok çok güzel geçti. Yani tatil gibi tatil işte. Ye, iç, sıç, gez. Siesta!! Sonuç 4 kilo alarak geri dönüş. Olsun. Pekte koymadı açıkçası. Evet iki yıldır yürüyüş ve spor yapıyorum. Yiyecekler konusunda biraz daha dikkatliyim. Ama bedenimi seviyorum, ne istiyorsam o şekle giriyor. Tabiki çalışarak😀. Yok öyle şimdi yürüdüm şunu yiyebilirim, şu kadar spor yaptım bunu yiyebilirim? Çok hareket, az yemek ama ne yediğini bilmek. Ekmek, makarna, pilav, tatlı, alkol çıkacak hayattan. İşin sırrı bu. Ve bol bol su. Öyle su ki, her iki saatte bir çişe gideceksin. Bende böyle oluyor en azından. Yıllarca 67 kilo idim. (Yani cocuklardan sonra. Yoksa hep 49 dum) Sonra 64 te takılı kaldım. Sonra yürüyüşlerimi artırdım. 15 bin Adım gibi günlük. Sonra evde egzersiz. Dambıllar falan her türlü ekipmanı aldım eve. Çünkü spor salonunu sevemedim. Yazıldım yazıldım gitmedim. Ben özgür alanlarda, ormanlarda yürüyüşleri seviyorum. 64 den 58 indim. Türkiye dönüşünde tartıya çıktım 61 gösteriyordu. Olsun dedim. Hareketsiz, bol yemeli içmeli başka ne olacaktı ki. İki ay oldu döneli, eski rutinime döndüm ve şu an 57 yim. Seviyorum bedenimi. Ne istersem o oluyor. Bazen 56 yı görüyorum. Hedefim 55..

Resime merak saldığımı söylemiştim daha önce. Hatta geçen sezon bi kursa gitmiştim. Yaptım bazı resimler kendimce. Ama hiç bir zaman “işte bu” diyemedim. Hep bir başka resimlerden esinlenerek yaptığım şeylerdi. Evet, bi şeye benziyordu hatta aynısı oluyordu. Cin Ali resimlerinden öteye gitmeyen resimlerimin bu hale gelmesi bile beni mutlu ediyordu başta. Ama bana özgü bi şey yapamadim, yaptığım resimlere baktığımda hiç bir zaman “işte bu” diyemedim. Sadece evet yapabiliyormuşum ya, dememe neden oldu. Birde bir resim yapıyorsun, ne zaman bitti, bilemiyorsun. Hep bi eksik oluyor. 

İşte bir 29 kim günüydü. Öyle duygu yoğunluğu yaşadım ki; ne yapsam bilemedim. Havalar erken karardığı için ve bu hafta uzun çalıştığım için  ormanda yürüyüşede gidemedim. Resim yapmak istedim. Evin ortasında duran resim masamda başladım tuvale boya döküp fırçalamaya. Olmadı. Kuruttum. Tekrar döktüm boyayı. Cam sileceği ile yavaş yavaş boyaları tuvalin üzerinden geçirdim. Yavaş yavaş bi şeyler oluşmaya başladı. Biraz daha, biraz daha derken neden sonra“tamam, işte bu” dedim. Nasıl hoşuma gitti anlatamam. Benim duygu yoğunluğumu resmettim bana göre. 

Sonra bizim kardeşler grubuna gönderdim bi hevesle bu resmin fotosunu. Abim yazdı, derin bi his var ama çıkaramadım dedi. Ne görüyorsan o dedim. Sonra kızkardeşim ARTE kanalında gece yarısına kadar Türkiye belgeseli var izlerseniz, dedi. 
Sonra bi süre bu belgesel hakkında yazıştılar. Benim büyük hevesle yaptığım resmin hiç bir önemi yoktu. Dahil olmadım artık yazılara. Belliki ben başka alemdeydim, onlar başka alemde. Yazışmanın sonunda, kız kardeşimden “ama güzel olmuş resmin” diye bi yorum geldi. 

Ertesi gün, sakin kafa ile düşündüğümde herkesi anlamaya çalıştım. O gün ben çok heyecanıydım, onlar rutin hayatlarına devam ediyorlardı, benim heyecanımı anlayamazlardı ki. Ben abartmıştım biliyorum. 

O resim bu resim. Hala çok seviyorum bu resimi. Bir sergi açarsam eğer bu ilk başta olacak. Adı "jealousy"