Sayfalar

31 Aralık 2020 Perşembe

Bayan Susi'yi Ziyaret Ettim

Uzun zamandır düşünüyordum Bayan Susi’yi ziyaret etmeyi. Covid nedeniyle gidemiyordum. Üç ay önce evde düşmüş ve acil hastaneye kaldırılmıştı. Orada da ziyaret edememiştim. Noelde ev telefonundan aradım. Ya telefona çıkmazsa diye ürkerek ararım hep. Zor duyduğu için adımı bir kaç kez söyledikten sonra tanır beni. Sonra da sevinç nidaları atar. Geliyor musun diye sormuştu o gün, ben virüsten falan korkmuyorum, gelebilirsin diye de eklemişti. Bugün gelemem ama bi kaç gün sonra gelirim demiştim. Şampanyayı buzdolabında bekleticem sen gelene kadar demişti telefonu kapatırken.

Bugün oraya gitmeden önce tekrar telefon açtım,
bir kaç kez adımı söyledikten sonra, bugün geliyorsun ama dimi, dedi hemen. Evet, dedim geliyorum. Kapıyı açık bırakırım, zili duymayabilirim, zile basmadan girersin içeri, dedi.
Gittiğimde her zamanki gibi kapıyı aralık bırakmıştı. Ben yinede zile basarak girdim içeriye. Bayan Susi diye ünledim. Ses gelmedi. İlk girişte sağ tarafta yuvarlak masanın üzerinde kırmızı laleler çok güzel görünüyordu. Bi süre onlara baktım, hatta fotoğrafını çektim. Sonra mutfağa yöneldim. Genelde orada otururuz hep. Orada da yoktu. Oturma odasına yöneldim bu sefer. Yatağında upuzun yatıyordu, üstünde örtü yoktu, gözleri açık tavana doğru boş bakışı vardı. Hemen yanında kedisi, koltukta da diğer kedisi uyuyordu. Beni karaltımdan fark eder diye düşündüm ama hiç kımıldamadı bile. Bayan Susi, dedim, duymadı. Ürkütmek de istemiyordum. Koltuğa oturup bekleyim o zaman dedim. Gözleri açık ama hiç kırpmıyordu. Karnına baktığımda nefes alıp verdiğini gördüm. Ben oturunca kedi birden kalktı, sonra da yanında yatan kedisi. Ardından bayan Susi zıplayarak kalktı. Geldin mi, duymadım kusura bakma dedi. Çok erken kalkıyorum, öğleden sonra yarım saat uzanıyorum böyle dedi. Sonra birlikte mutfağa geçtik. Her zamanki minik yuvarlak masaya oturduk. Bardakları hazır etmişti. Buzdolabından şampanyayı aldı, açmam için bana verdi. Çerez ve Noelde yaptığı kurabiyelerden koydu masaya.
Bende ince uzun kadehlere döke saça şampanyayı doldurdum, o görmeden silmeye çalıştım, olsun dedi şampanya bardaktan taşmalı:) göreceğini de görüyor dedim içimden:)
Yeni güzel bir yıla, dedi ve tokuşturduk kadehleri başladık sohbete. O anlattı ben dinledim, o anlattı ben dinledim. Hep o anlattı ben dinledim. Ben zaten bir şey sorduğumda o bambaşka bi şey söylüyor:) bağırarak konuşmam gerekiyor beni duyması için. O nedenle bende dinlemeyi yeğliyorum. Zaten onun konuşmaya ihtiyacı var, dinlemeye değil. Seviyorum onu dinlemeyi, bazen aynı konuyu bi kaç kez anlatsada, seviyorum.

Dizinden ameliyat olmuş. 6 hafta hastanede kalmış. Yemekleri yağlıydı, ama şarapları güzeldi dedi. Nasıl yani, hastanede şarap mı? Dedim. Evet, özel hastalara var dedi. “first class” sadece uçaklarda ve trenlerde yokmuş meğer.
Ameliyatı gayet başarılı geçmiş. Evde kendi başına yürüyebiliyor, merdiven inip çıkabiliyor. Bana merdiven çıkma dediler ama ben çıkıyorum diyor. Üç katlı evde kedileri ile birlikte yaşıyor. Her gün sağlık sigortasının onayladığı bir bakıcı geliyor, alışverişini ve yemeğini yapıp gidiyormuş. Ama temizlik yapmıyor, zaten öyle bir görevi yok diyor. Bir insan hem onu hem onu yapamaz diyor. Temizlik için başka biri geliyor, diyor. Seviyorum bu düşünceyi. Hemen aklıma “göçmen kadınlar” grubunda buna benzer tartışmalar geliyor. Örneğin biri çocuklarına bakıcı arıyor, veya yaşlı annesine yada babasına. Çocuklara derslerde yardım edecek, yemeklerini yapacak, bebekse eğleyecek, uyuduğunda temizlik, ütü yapacak vs.
Birileri karşı çıkar hep, bunlar hepsi ayrı ayrı işler, siz kendinize hizmetçi arıyorsunuz galiba, der biri. Biri çıkar ne var yani çocuklar uyuduğunda boş duracağına yapıversin eline mi yapışır, der. Bu konuda çok tartışmalar olmuştur. Hakkaten biz Türkiyeliler bu konularda sapla samanı karıştırıyoruz. “Eline mi yapışır yapıversin” ne demek?
İşte Bayan Susi bunu çok iyi biliyor. Her işi için başka biri var. Alışveriş ve yemeğini başka biri, temizliğini başka biri, bahçesi için başka biri var.
Ama herkes işini iyi yapmalı diyor.. Haklı...

Bay Anliker’i konuşuyoruz bazen, bazen eşi Lori’yi. Lori her akşam beni telefonla arar, yaşayıp yaşamadığımı kontrol eder, diyor. Müthiş bir dostlukları olduğu kadar enteresan da bi taraftan.

Böylece akşamı ederken bir şişe şampanyayı bitirivermişiz. Masada duran ve hiç yemediğimiz kurabiyeleri eve götürmem için bana veriyor. Kapıya kadar uğurluyor beni. Ne iyi ettin de geldin, yine gel, diyor.

Eve geldiğimde kurabiyelerden yedik. Aman tanrım, o ne güzel bi şeydi. Böyle acı bademli, tarif edemediğim bir tad vardı. Tarifini almalıyım, ve adına “Bayan Suzi kurabiyesi” demeliyim.
Güzel bir yila...





20 Aralık 2020 Pazar

2020 Yılı Biterken...

Geçen yıl bu zamanlar ortaya çıkan Covid19 virüsünü o zamanlar pek ciddiye almadım. Yine önceki kuş gribi gibi, domuz gribi gibi bi şeydir dedim. Fakat öyle olmadı. Üç ay içinde tüm dünyayı sardı. Ülkeler sınırlarını kapattı, uçaklar durdu, bazı önemli hizmet sektörü dışında hayat durdu. Bu önlemler sonrası yaz aylarında vaka sayıları gerileyince, sınırlar yine açıldı, uçaklar yine uçtu, hayat normale döndü sanıldı. Ama öyle olmadı işte. Bu işin şakası yoktu. Şu an çok daha berbat durumdayız. Artık çok yakınımızdan birilerinin hasta olduğunu, ve hatta ölüm haberlerini alıyoruz. Yoğun bakım servislerinde yer yok. Bir kaç ilaç sektörü aşıyı bulduklarını söylüyorlar. Güvenilir olduğuna dair yaşadığımız ülkelerin sağlık örgütleri onay verirse aşıyı yaptırmayı düşünüyorum. En iyimser halimle bu pandemi 2021 yılının ortalarına doğru azalır, hayat gerçektende biraz olsun normale döner diye tahmin ediyorum. O zamana kadar biraz daha dişimizi sıkıp bu kısıtlamalara tahammül edebiliriz.


Normalde güzel şeyler kısa, kötü şeyler çok uzun gelir insana. Fakat bu 2020 yılı garip bir şekilde çok çabuk geçmedi mi? Bunu şuna bağlıyorum. Bu sene hayatımız hep beklemekle geçti çünkü. İki hafta bekleyelim.. olmadı.. bi üç hafta daha bekleyelim.. bu bayram evimizde kalırsak iki ay sonraki bayramı sevdiklerinizle geçiririz diye bekleyelim.. olmadı... belki Eylül’e kadar biter diye beklemek.. tekrar kısıtlamalara gitmek, hadi bi üç hafta daha, aşı çıktıydı, çıkacaktı, diye diye hep bir umutla beklerken koca bir yılı devirmek üzereyiz. Ve hala bekliyoruz. Bu gidişle 2021 de çok çabuk geçecek. Çok daha zor şartlarda olanları bildiğim için bunada şükür diyorum. Çünkü yok başka çarem.

Tatil yapmadan, İsviçre sınırları dışına çıkmadan sürekli bekledim. Beklerken bari bir şeyler yapayım dedim. Resim yapmanın ve günlük 10 bin adım yürümenin dışında bu sene nerede online eğitim var ben ordaydım. Dans kursu, tiyatro kursu, İngilizce kursu derken en son diksiyon eğitimi almaya başladım. Bir iki seans meditasyon programına da katıldım ama ihtiyacım olmadığını düşündüm. Ben öyle evhamlı, sabırsız, panik biri değilim. Ve zaten küçükken ninemin öğrettiği şeyler bugün “ritüel, spiritüel, ohmm” gibi süslenmiş kelimelerle karşıma çıkınca beni bi gülme tutuyo:) Yada ben pek içselleştiremedim.
Geçenlerde yine böyle bir konu üzerine konuşurken, bir yakınım, “seni ninenin öğretileri sağlam yapmış” dedi. En kötü olay karşısında bile, “eee, noolmuş ööne ooduysa, olusa oosun” hıştınmeyve sende” derdi. “Deli gız gibi ne hopcukluyon, sen gıçınıda yırtsan olanınan, ölene çare yok, su akaa yolunu bulur” derdi sakin sakin. İşte ben böyle öğretilerle yetiştiğimden mi, yoksa zaten yapımda mı var, bilemem. Ama meditasyonun benim için olmadığını anladım

Bunların içinde en çok dans, tiyatro ve diksiyon kurslarını sevdim. Meğer, güzel sanatlara karşı içimde ağır ağır tüten, patlamaya hazır bir volkan varmış da haberim yokmuş:) Du bakalım nerede ve nasıl patlayacağım:)
Aslında hepsi birbirini doğurdu. Dans kursu veren hoca aynı zamanda bir tiyatro grubundaydı. Onun sayesinde tiyatro grubuna dahil oldum. Tiyatro Hocamız bana dudak ve dil tembelliğimin olduğunu söyleyince araştırmalara girdim. YouTube de çok diksiyon videoları var ama, oralardan öğrenilecek gibi değil. Yani en azından benim için. İnteraktif eğitim istiyordum. Arayan buluyormuş hakkaten. İnternette Başkent iletişim bilimleri akademisine rastladım. Eğitimcilerin hemen hemen hepsi tanıdık ünlü isimler. Tiyatro sanatçıları, TRT kökenli haber spikerleri, seslendirme sanatçıları. Baya profesyonel geldi. Fiyatı da gayet normal. Email ile müracat ettim. Hemen geri döndüler. 30 saatlik bir kurs bu. Her Cumartesi-pazar 3 er saatlik online eğitim. Dersler eğlenceli geçiyor. 15 kişilik grupta yurtdışından katılan tek öğrenciyim. 18 saatini geride bıraktık bile. Bakalım bittiğinde konuşmamda bir değişiklik olacak mı? Bence hemen olmayacak, ama öğrendiklerimi sürekli uygularsam olur gibime geliyor. Her şeyde olduğu gibi bunda da süreklilik önemli. Peki şimdiye kadar neler öğrendim?
Türkçenin yazıldığı gibi okunmayan bir dil olduğunu öğrendim. Yumuşak g lerin sadece yazarken var olduğunu, okurken yok olduğunu öğrendim. Diyaframdan nefes almayı, nefesin konuşmak için çok önemli olduğunu, kafa sesi, göğüs sesi, asalak sesler, vurgu, tonlama, ulama ve daha bir sürü şey. Keşke daha uzun süren bir program olsaydı, bitecek diye üzülüyorum.
Tüm bunların yanı sıra çok daha önemli olan bir şey var, o da kelime dağarcığının geniş olması. İşte o bende biraz dar:)

Bugün 4. mumlar yandı. Yani 24 Aralık Noel den önceki son Pazar bugün. Her şey de olduğu gibi Noelde sönük geçiyor. Noel pazarları kuruldu kurulmasına, fakat yiyecek ve içecek yasaktı. Noel pazarı dediğin, sadece süs eşyalarının satıldığı yer değil, şöyle baharatlı sıcak şarapların, kestane ve zencefilli Noel çöreklerinin kokuları buram buram tütmeli. Sıcak şarapsız Noel pazarı mı olur allasen? Gitmedim bile.

Bu mumlar bittiğinde sene de bitmiş olacak. Tarih kitaplarında yer alacak bir yılın içinden geçiyoruz. Ölmez de sağ kalırsak her birimizin farklı hikayeleri olacak ilerde torunlarımıza anlatacağımız.

Bu yazım büyük olasılık 2020 nin son yazısı olacak. Bu nedenle buradan beni okuyan herkese yeni yılda SAĞLIK, SAĞLIK ve SAĞLIK diliyorum. Sağlıklı olursak gerisi bizim elimizde zaten.

Hoşça kal 2020. Biliyorum bu olanların sorumlusu sen değilsin, ama günah keçisi olarak biz seni seçtik.

5 Eylül 2020 Cumartesi

Resim Sergimiz

Resim sergimi de yazmayacaksam eğer bu blog hala niye var dimi? Son zamanlarda resime ağırlık verince blogdan uzak kaldım. Fazla uzaklaşmış sayılmam, resim de yazmanın kuzeni sayılır:) Her şey iki yıl önce başladı. Perşembe kadınlarından resim yapan arkadaşım “sende resim yapsana” dedi bi gün. Önce güldüm, ben kim, resim yapmak kim? Ben Cin Ali bile çizemem, dedim. Çizmeyeceksin, resim yapacaksın, dedi. Sen güzel fotoğraflar çekiyorsun, eminim güzel resimler yaparsın, bi dene, dedi. Ee bi deneyeyim o zaman dedim. Kısa dönem onun da gittiği kursa gittim. İlgin doğrultusunda bilgilerde karşına çıkıyor. Belki her zaman çıkıyor da ilgin olmadığı için farketmiyorsun. O dönem hep resim yapan insanlar ile ilgili yazılar, belgeseller, filmler çıktı karşıma. (“Maudi” filmi çok güzeldir bu arada) Sanki bi güç beni sürekli hadi resim yapsana diye itekliyordu:) 

Bazı ressamların hayatlarını araştırdım, nasıl başlamışlar neler yapmışlar. Mektepli olanları da var, benim gibi hobi olarak başlayanlarıda. İşte ben de aldım fırçayı elime başladım bi şeyler yapmaya. Yanlış bişey yapacağım diye çok korkuyordum. Korktukça yapamıyordum. Korkumu atmayı öğrendim önce. Fırçalarla arkadaş oldum, boyaları tanıdım, denemeler yaptım, olmadı bi daha, olmadı bi daha derken bi şeyler oluşmaya başladı. Ortaya bi şeyler çıkınca hevesim arttı, ruhuma da iyi geldiğini hissettim. Sürekli boya al, tuval al, resim yap... İyi de, yaptığım resimler evde birikmeye başladı. Böyle kendin çal kendin oyna gibi. Yine bir Perşembe buluşmalarından birinde sergi açmaya karar verdik. Gününü, yerini belirledik. Meğer biz bu planları yaparken, Vuhan’dan covid-19 kıçıyla kikir kikir gülüyormuş bize. Corona gündemimizi değiştirdi. Ertelemek zorunda kaldık. İkinci defa 15-16 Ağustos tarihine yeniden karar aldık. Hep acaba yine ertelenir mi diye kuşkularımız vardı ama bu sefer ertelenmedi, artık gülme sırası bizdeydi:) Galeride değil de bahçede yapmaya karar verdik. Koronastayl:)) 

Selva / Ursina / Antonella / Tatjana
Dört kadın böyle bi işe giriştik işte, davetiyelerimizi hazırladık, kartvizitlerimizi bastırdık, resimlerimizin kenarına bilgilendirici detayları astık, aparatifler, alkollü alkolsüz içeceklerimizi ayarladık. Ve o gün geldi çattı. Sabahtan gidip bahçeye resimlerimizi konuşlandırdık. Öyle pat pat dizmedik resimlerimizi, önce koyduk, sonra karşısına geçip baktık, yok bu buraya olmadı, şunu koyalım, bu da olmadı ötekini derken epey zamanımızı aldı. Kimi şövale üzerinde, kimi ahşap sandalyeler üzerinde, kimi çimlerin üzerinde irili ufaklı toplam 45 resim vardı. Hava da çok güzeldi. Saat tam 15.00 te tekrar orada açılışı yapmak için evlerimize dağıldık. Almanya’dan kardeşim gelmişti. Giyindik kuşandık, tekrar sergi alanına gittik. Bende hafif bi heyecan vardı. Bu benim için sınav gibi bi şeydi. Yorumlara göre ya resim yapmaya devam edecektim ya da bırakacaktım. 

Davetliler birer birer gelmeye başladı. Bizde onlara eşlik ettik bazen, bazen sadece onları izledik. Artık biz değil resimlerimiz konuşacaktı. Sadece bir sezon gittiğim resim kursu hocamızda gelmişti. Uzun uzun resimlerimizi inceledi, birer birer yanımıza gelip tebrik etti. Lütfen devam et, dedi. Bu benim için çok önemliydi. Teşekkür ettim. 

Göçmen kadınlar İsviçre grubumuzdan da gelenler oldu. Çok mutlu oldum onların ziyaretine. Hatta Nilüfer fotoğraf makinası ile gelmişti. Kendisi de resim sanatı ile ilgili, çok özel ve profesyonel sergileri olmuş ama fotoğraf çeken olmamış, halinden çok iyi anlarım diyerek fotoğraflarımızı çekti. Fotoğraflarla birlikte çok güzel bir not paylaşmış:
“ Bazen sanatçı da bir sanat eseri olur ya, öyle bir gün yaşadık sevgili Server arkadaşımızın resim sergisinde. Gelemeyenler için güzellikleri paylaşalım dedik. Her bir eserdeayrı bir anlam ve öykü gizli, başlıklar konu hakkında yeterince bilgi veriyor. Tam bir duygu cümbüşü yaşadık. Böylesine güzel bir ortamda bizleri ağırladığı için ayrıca Server'e teşekkür eder başarılarının devamını dileriz.” 

İki günlük sergimiz böylece sona erdi. Pazar akşam 18.00 de biten sergimize biz bize kalınca , artan içeceklerle kutlama yaptık. Çok güzel geçti, içimize sindi ve seneye yine yapamaya karar verdik. 

Toplam 15 resim satıldı. Bunlardan üçü benim. Resimlerimi alan bile oldu 🙈

Şimdi de bu blogda okurlar için sanal sergimi sunuyorum. Var mı en beğendiğiniz veya bu hiç olmamış dediğiniz bir resim? Fiyatta anlaşırız:) Yorumlarınız yolumu aydınlatır. 




Uzanis
Uyanış / avakening
                                                                         

ZentangleArt (satıdılar)
    
                                                                
                                                               
"Istanbul by night"
                                                               
                                                                          
Karmaşık / complex
                                                            

Noname
                                                                       

Kiskançlık / jealousy


Tepeden tırnağa yaralı / injured people
                                                                       


Hayatı kucakla / embrace your life
                                                   (buna hic göz dikmeyin, çünkü bu da satıldı)                                                          
                                                             
                                                  
Kopuş / distance
                                                                   

VulvArt
                                                                         

Yangin yeri / burning world
                              
                                                        

13 Nisan 2020 Pazartesi

Oooooooo, Kim Osurdu?

Fotograf bugünkü yürüyüsümden karsima cikan:)
4 günlük Paskalya tatilimiz bugün bitti. Havalar mükemmel olmasına rağmen Corona salgını nedeniyle bayram hiç hissedilmedi. Aile ziyaretleri olmadı. Herkes evindeydi.

Geçen hafta fiyasko ile sonuçlanan ekşi ekmek denemem, bu hafta başarıyla tamamlandı. Azmin elinden bi şey kurtulmuyor. Fakat daha iyi olabilirdi diye bende düşündüm. Tadı güzeldi ama.

Ben bu Corona günlerinde çok daha aktif olduğumu gördüm. Meğer ben Coronadan önce karantinadaymışım:) yanlış anlaşılmasın, sokaklarda cirit atmıyorum. Şöyle; eskiden işe gidip eve geliyordum, sonrasında 2 saatlik yürüyüş. Hepsi buydu.
Şimdi, yine işe gidip geliyorum, yine yürüyüşümü yapıyorum. Bu anlamda değişen bi şey olmadı. Fakat daha öncede söylediğim gibi bu “Göçmen anneler İsviçre” grubu çok üretken. Zoom üzerinden dokunmadıkları konu yok. “Bilenin bilmeyene borcu var” mottosuyla herkes uzman olduğu konuları diğerlerine aktarıyor. Bir sürü kurslar var. İngilizce kursu, Fransızca kursu, Almanca kursu, yemek kursu, halk dansları kursu, zumba, web-tasarım, meditasyon, yazı atölyesi grubu ve buna benzer bir sürü kurs. İlgimi çeken kurslara bende katılıyorum. Ama en sevdiğim yazı grubu ve halk dansları. Dün 9/8 lik roman oyunu dersi vardı. En istediğim. Estetik oynandığında insan gözünü alamaz dimi. Ben hep oynadığımı zannediyordum ama, değildi. Deli gibi hoplamak oyun değil. Hatta hiç hoplayıp zıplamadan teknik figürlerle mükemmel oluyor. İşte Trakyalı hocamız bize ilk figürü öğretti. Sadece tek figürle bile oynayışım değişti:) Online üzerinden bu kadar başarılı olacağını düşünemezdim. Çok iyi oynadığımı söylüyorlar, öğretmenim bana kırmızı kurdele takacağını söyledi🙈

Yazı atölyesi grubunda her hafta öykü yazıyoruz. Güzel yazılar çıkıyor. Yapıcı eleştirilerde yapılıyor. Böylece insan eksiklerini görüyor. Bunun dışında, bir harf veriyoruz bu harften kelime üretip, cümleleştiriyoruz.
Örneğin dün C ve Ç harfi vardı. 

Şunları yazdım: 
Cumartesiydi. Ceyda çarşıdaydı. Çocuklar çüklerini çıkarmış çardakta çişliyorlardı. Çığlık çığlığa çıkışırken Ceyda çocuklara, çalgıcılar, çengiciler çıkageldi. Çaprazındaki Çinli Cengiz’de corona covid19 çıkmıştı, çocuklara çemkiriyordu. Curcunalı cumartesiyle Ceyda çömdü çaresizce. Çocuklara çiçek, Çinli Cengiz’e ceviz, çalgıcılara çikolata çıkardı. Çıt çıkmıyordu. Çello çalmak çareydi. Çavbellayı çaldı. 

Dediğim gibi çok renkli ve hareketli geçiyor günlerim, evde bile. 

Sadece ben değil hafta sonu Türkiye gündemide renkli ve hareketliymiş. Ani bi kararla Cuma akşamı verilen iki günlük sokağa çıkma yasağı, yasakla birlikte iki saat içinde insanların dışarı akın etmesi, iç işleri bakanı Soylu’nun istifası, ne oluyor demeye kalmadan istifanın kabul görmemesi, Canlı yayında birinin osurması😂 hakkaten çok hareketli. 
Çocukken şöyle bir tekerleme vardı. Bilinmeyen biri osurduğunda bunu hep yapardık. Şöyleydi; işaret parmağımızı, ooooooooo diyerek ağzımıza götürür sonra başlardık insanları saymaya. Kimde biterse tekerleme o osurmuş sayılırdı. 

Ooooooo, dedim başladım saymaya; 

Kim osurdu?
Bit osurdu.
Nereye gitti?
Hana gitti.
Ne zaman gelecek?
Yazın gelecek.
Yazılası, büzülesi, büzüğünden asılası, tas tus, dombalacık koca pıs! 

Veyis Ateş’i gösterdi parmağım😀

6 Nisan 2020 Pazartesi

Aksiyonlu Pazar.

Ekşi maya ile ekmek yapma gibi bi işe giriştim. İnstagramda, YouTube da görüyor, bunu yapmakta ne var, yaparım ki bunu ben diye böbürleniyordum. Elimden her şey gelir alim allah deyip, ekşi mayayı tarif üzerine yaptım geçen hafta. Allahım nasılda kabarıyordu, gözenekleri kocaman kocamandı. Ölçülü un ile her gün aynı saatte beslemek gerekiyormuş. O bir bebekmiş. İsim bile koymak gerekiyormuş. Bende sanatçı ismimi verdim ona “Selva” dedim. Her gün besleyip büyütüyordum, tahta kaşıkla üstelik. Neyse büyüdü büyüdü, kavanoza sığamaz oldu. 5 gün sonra kavanozun hepsini aldım bi kenara içinde biraz bırakarak yeni maya yapıp buzdolabında saklayacaktım. Böylece sürekli mayam olacaktı. Güzel güzel sağlıklı ekmekler yapacaktım. Dün gece, ayırdığım maya ile aldığım en pahalı tam buğdaylı unlu hamuru yoğurdum. Çok uzun süre yoğurulmalıydı. Bunu biliyordum. 15-20 dakika yoğurdum neredeyse. Üstünü örttüm. Güzel güzel uyu ve kabar sabaha kadar dedim. Garip bi şekilde hiç iyi kokmuyordu hamur. Ekşi mayalı ya, ekşi kokacak elbet, diyordum. Sabah kalktım, üzerini açtım bi bakarım ki, hiç kabarmamış. Bi kaç kez sevip okşadım, döküm tencerenin içine aldım, yine bekledim bi kaç saat. Tık yok. Üzerini çizicem keskin bıçakla, çizilmiyor. Ben çizik atıyorum, o kapanıyor. Verdim kızgın fırına. Bi umut pişerken kabarır belki dedim. Ekmek piştikçe güzel kokular yayılacaktı, yayılmadı. Yayılan koku çok kötüydü. Evdekiler ne kokuyor böyle diye mırıldanmaya başladılar. Kedi dedim, kedi kustu biraz önce. Hakkaten kusmuştu. Ama asla kokmuyordu:) 
Neyse bir saat sonra çıkardım fırından. Kabarmak bi yana, iyice içine kapanmıştı. Yassı bi şey olmuştu. Bazlama desem bazlama değil, ekmek desem ekmek değil. Belki tadı güzeldir diyede umudumu hiç kaybetmiyorum. Bu arada dağ gibi ütüyü bitirip, ekmeğin kenarından kesmeye yeltendim. Üzerine tereyağı sürüp yemek hep hayalimdi. Volkan Konağ’ın “ekmeğim bahtımdan katı” türküsünü mırıldanırken bıçak elimin başparmağını daha yumuşak bulunca bi hışımla attım bıçağı elimden. Ekmeğin dışı kaya, içi hamurdu. Utanmadan birde o ekmeği Instagrama koydum. 

Havalar güzel, günler uzun, çık yürü en iyisi dedim. Bütün bu olanlardan sonra iyi gelir. Suya sabuna dokunmadan (mecazi anlamda, yoksa elimiz su sabun ve kolonya ile bir bütün oldu bu aralar) zaten çok tenha olan ormanda yürüyüşe çıktım. Taktım kulaklıklarımı, Kafa Radyo dinleyerek yürüyordum. Biri yaklaşıyor bana doğru, sanki bi şey soracak gibi. Kulaklığımı çıkarıp, omzumu geriye doğru çekerek fazla yaklaşma der gibi nazikçe tepki verdim. “Geldiğiniz yolda 5 yaşında bir kız çocuğu gördünüz mü” diye sordu. Dikkatimi çeken bi şey görmedim, dedim. İlerde bir aile kızını kaybetmiş, onu arıyorlar, dedi. Tamam daha dikkatli bakarım çevreme o zaman, deyip ayrıldım. Belki bi ses duyarım diye, kulaklıklarımı çıkardım. Daha hızlı yürümeye başladım çevremi gözlemleyerek. İlerde endişeli ve kan ter içinde kalmış bir kadın daha sordu aynı soruyu. Hayır, görmedim ama haberim var, bende arıyorum, eğer bulursam nasıl haber vereyim, veya nereye getireyim diye sordum. Adım, Anna telefonum şu, dedi. Hemen kaydettim. Meryem, Meryem diye sesleniyorlardı. Kızın adı Meryem olmalı dedim. Bende ara ara Meryem diye seslendim ormanın içinde. Sonra Türkçe konuşan bir topluluğa denk geldim. Onlara sordum, şöyle giysili, 5-6 yaşında bi çocuk gördünüz mü diye. Yok, bizde arıyoruz dedi bi kadın. Yanımdaydı, nasıl kayboldu bende bilmiyorum, dedi. Sizin kızınız mı, diye sordum. Evet, dedi. Telefonunuzu alayım, bulursam size ulaşırım dedim. Aksi gibi bugün telefonumuda evde unutmuşum, dedi. Biraz önce Anna diye bir kadın bana telefon numarasını verdi, demeye çalışırken ha evet, Anna’yı arayabilirsiniz, zaten poliside o aradı, dedi. Annenin, Anna’dan daha sakin olması dikkatimi çeksede, kadın şokta herhalde diyerek, aramaya devam ettim. Kaç kere tavaf ettim ormanı hatırlamıyorum. 

2 saat sonra anneyi tekrar gördüm, yerde oturuyordu, yanında polis vardı. Polis bana kayıp bi kız arıyoruz, derken, biliyorum diye yanıtladım. Bende arıyorum dedim. Teşekkür etti. 
Anne’ye nerde oturuyorsunuz, belki eve gitmiştir, dedim. Evin yolunu ben bile bulamam, bilmem ki dedi. Senin bulamayacağından eminin, dedim içimden. 
Çünkü orman büyük, geniş bir alan ama çok çok  büyükte değil, biri mutlaka görür, diye düşünüyorum. 
Aynı soruyu polise yönelttim. Belkide eve gitmiştir diye. Eve bakmaya gitti diğer arkadaşlarım diye yanıtladı. Tekrar ayrıldım oradan aramak için. Ormanda gitmediğim nokta kalmadı. Artık arayanlarada rastlamıyordum. 3 saatin sonunda polisin olduğu noktaya geri geldim. Kimse yoktu. Eve dönmeyide kabullenemiyordum. Hava aydınlıktı daha. Biraz daha dolaştım. Anna’yı aramak istedim. Ama ya bulunmadıysa, benim telefonumu bi umutla açıp hayal kırıklığına uğramasınlar istiyordum. Biraz daha bekle dedim kendime. Zaman hem hızlı, hem çok uzun geliyordu. Akşam olmasın, hava karamasın istiyordum. 

Neden sonra cesaretimi toplayıp, Anna’yı aradım. Kimse çıkmadı. Eve geldim çaresiz. En iyisi WhatsApp tan yazmak diye düşündüm. “Bugün aramalarda bende vardım, çok merak ediyorum, Meryem” diye yazarken yazım bitmeden telefonum çaldı. Anna’ydı arayan. Benim aramama geri dönmüştü. Benim numaram onda olmadığı için tanımıyordu. Beni aramışsınız dedi. Evet, dedim, bugün ormanda vermiştiniz numaranızı, Meryem’i aradık birlikte, Çocuk bulundu mu, çok merak ediyorum? Evet, dedi bulundu. Derin bir ohhhhh çektim. Teşekkür ederim aradığınız için, dedim. Ben teşekkür ederim yardımınız için, dedi. Kapattık. Nerde buldunuz, nasıl olmuş gibi gereksiz sorulara girmedim. 
Ama, eminim evine gitmişti kız. 

Ekmek olmadı diye üzülmem ne kadarda yersiz geldi. 

Fakat eve geldiğimde ekmeğimin yorum bombardımanına uğradığını gördüm😊 Ekşi maya ile ekmek yapımında uzmanlaşan Özlem, hiç üşenmeden bütün püf noktalarını yazmış yorumlara. 
“Bunu yapmakta ne var ya” diye böbürlenen ben şapkamı çıkarır, dizimi büker, ve eğilirim. 
Perde kapanır.

29 Mart 2020 Pazar

Içinde Corona olmayacaktı..

Üç ay önceydi. Oğlanlardan Zürichte okuyanı kirada  oturduğu evinin çıkışını verdi. Sınavlarını verecek artık çok sık gitmesine gerek kalmayacaktı. Zaten masterini ya Bern’de yada Basel’de yapmak istiyordu. Evdeki hesap çarşıya uymadı, sınavların bazılarını veremedi. E şimdi ne olacak, evden de çıkışını aldın, dedim. Artık trenle gidip gelcem onca yolu, dedi. Evet, akılsız başın derdini ayaklar çeker, dedim. Ama içimden. Dışımdan sadece “hay allah, eh napalım, sağlık olsun” diyebildim. Aradan 1,5 ay geçti bu Corona Avrupa’ya ulaştı. Her hafta hatta her gün başka önlemler alınıyordu. Önce üniversiteler ve okullar kapandı. Uzaktan eğitime geçildi. Ne iyi etmişim de evin çıkışını vermişim, dedi bu sefer. Evet dedim, şansızlığın içindeki şans bu. 
İşte bu üç ay bugün doldu. Taşınma işi vardı. Diğer oğlanın odası taaa çocukluktan kalmaydı. Ranzalı yatak falan. Çalışma masası dökülüyordu resmen. Bugün onlar söküldü ve atıldı. Ve bir sürü çöp. Toz yumakları löp löp. Corona girmeye korkar, o kadar diyorum. Camlar silindi, yerler silindi süpürüldü. Kapılar, süpürgelikler silindi. Duvarlardaki tozlar alındı. Yeni yatağı ve çalışma masası yerleştirildi. Zürih’ten gelen eşyalarda diğer odaya yerleştirildi. Aynı temizlik oradada yapıldı. Az eşya ne güzelmiş. Ranzalı yataklar çıkınca odalar geniş ve duvarlar boş kaldı. Şimdi o duvarlara yaptığım resimleri asmaz mıyım? Zaten sergi iptal, evde sergilerim bende:) Yoruldum bugün ama değdi. Şimdi tatlı yorgunluğumu odalara baktıkça ve temizlik kokusu aldıkça ve şarabımı içerek ve yazarak atıyorum.  Hem, bir şeyler yaparak yorulmak, hiç bir şey yapmadan yorulmaktan çok daha güzel. 

****

Aslında Bugün “Göçmen anneler İsviçre” grubu Basel’de toplanacaktı. Büyük buluşmaydı bu. Tıpkı geçen Ağustos ta Bern'de yaptığımız gibi. Ama işte Corona nedeniyle bu da iptal oldu. Sağlık olsun. 
Fakat bu kadınlar o kadar aktif ki; birbirlerine dokunmayı çok seviyorlar. Her biri eğitimli oldukları konularda, bir diğerine aktarıp bu günleri nasıl atlatabiliriz derdinde. Kimi Almanca, kimi Fransızca kimi İngilizce, kurs verecek. Kimi psikolojik destek, kimi dans dersleri verecek. Bunlar online olacak hep. Mesela yarın online dans olacak, ve ona katılacağım.

****

Bu akşam bi arkadaşımla gribi, coronayı konuşurken aklıma geldi. Ben çocukken bu tip hastalıklarda ninem bana şöyle bir uygulama yapardı. 
Bir tasa kolonya doldururdu. İçinde bir tane Gripini eritirdi. Kocaman bi şeydi. Baş, dişe, ateşe her bi şeye iyi gelirdi. Hala varmış herhalde. 
Beni soyardı, bu karışımı bütün bedenime sürerdi. Varsa kalabak denilen bir bitkinin kocaman yaprakları ile bedenimi sarar, yoksa sadece kalınca giydirirdi. Sonra yatırır, üstümü kendi diktiği yün yorganlarla sıkıca örterdi. Terlerdim sabaha kadar. Üzerimi değiştirdi. Sabah cin gibi kalkardım. Acaba bu coronaya’da iyi gelir mi ki? Zararıda olacağını düşünmüyorum açıkçası. Kolonya ile gripin. Sadece dışarıdan sürüyorsun. Çocukluğumda günlerce hasta olduğumu hiç hatırlamam. Bir kez kuşpalazı olmuştum, oradada ninemin yanında değildim. Az daha ölüyormuşum. Öyle demişti Adapazarı’ndaki devlet hastanesi doktorları. 9 yaşımda ilk 9 gün hastanede kalmıştım yalnız başıma. Hemşireler çok tatlıydı öyle hatırlıyorum. Şimdi düşündümde benim bu kıl payı kurtulmalarım hep Adapazarı’nda olmuş. Bi kez de çocukken kaybolmuştum orada biliyorsunuz. Bilmiyor musunuz yoksa? Belediye reisinin evinde kalmıştım ve eşi hemşireydi.. 

****

Biz Avrupalılar bu gece yaz saati uygulamasına geçiyoruz. Artık Türkiye ile aramızda sadece 1 saat fark olacak. Artı günler uzun, geceler kısa olacak. Hele burada güneş akşam 22 lerde batıyor yazın. Çok güzel oluyor. Oluyorda, bu Corona zımbırtısı hayatımızın her yerinde. Sadece balkonlardan mı göreceğiz acep bu güneşi? Dört farklı konu yazdım. Her konuda bende buradayım dedi bu Corona. 

Bir mani ile bitireyim. 

Corona
Artık çok oldun ama
.........

Gerisini getiremedim.


26 Mart 2020 Perşembe

Covid19 Şah Çekti.

Satranç oynayanlar bilir Şah çekmemin ne demek olduğunu. Şahı çaresiz bırakmak. Bi hamle yapamazsa mat olur. Bunada şah mat denir. Şah ölür, yani oyun biter. 
İşte bu Covid19 u bu oyuna benzetiyorum. Şah çekti dünyaya. Sardı etrafımızı, çaresiz bıraktı. Şimdi dünyaca mat olmamanın derdindeyiz. 

Öyle hızlı çekti ki şahı, şok olduk, apışıp kaldık. Mat edemeyecek o belli, çok kayıp vermeden nasıl bi hamle yapmalıyız bunu düşünüyoruz derin derin. 

Şöyle bi şeyede benzetiyorum bu durumu. Dar, virajlı, karanlık bir yolda freni patlamış bir arabanın içinde gider gibiyiz. Ne durabiliyoruz, ne dönebiliyoruz, ne inebiliyoruz, nede önümüzü görebiliyoruz. “Bindik bi alamete, gidiyoz gıyamete” der gibi. 

Elbet virajlı yollar biter düzlüğe çıkılır, karanlık aydınlanır, fren tutmasada, elbet arabanın benzini biter. Mühim olan direksiyona hakim olmak. Bütün derdimiz bu. Bu zorlu günler, aylar geçtiğinde göreceğiz ne kadar hakim olmuşuz direksiyona. 

Şimdi bu yeni tip Corona virüsü yani Covid19 bana bi yandan da sempatik gelmiyor değil:) 
Neden dersen, çünkü rasist değil, insan, din, dil, ırk, kan, zengin, fakir ayırt etmiyor. Eşit dağılıyor herkese. Çocuklara ve gençlere pek dokunmuyor:) sağlıklı insanlarada bi şey yapmıyor. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”der gibi. Devrimci bi yapısı var:) Temizliğin önemini yeniden hatırlattı. Birbirine dokunmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Herkesi eve kapatıp, bi durun, bi düşünün, heeey nereye koşturuyorsunuz? Dedi. Normal rutin yaşamımızın ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Komşuluğu, pazara gitmeyi, dışarda dolaşabilmeyi, sağlığın önemini, azla yetinmeyi, şımarık olmamayı öğretti. 
Gözle bile görülmeyen bir mikro organizma dünyayı dize getirdi mi? Getirdi. 

Bi çok komplo teorileri var bu konuda. Bu konuda bi fikrim yok. Her şey olabilir. Doğal virüste olabilir, biyolojik silahta olabilir, bunlara aklım ermez pek. İç sesim doğal virüs diyor. Olmayada bilir diyor. Biri demiş ki; İsrail’de ölüm sayısı 10 ü aşarsa biter bu virüs:) diyenlerin yalancısıyım, bilemiyorum. Pek inandırıcı gelmesede henüz 4 ölüm varmış orada. Yarın ne olur bilmem. 

Şimdi yaşadığım ülkede yani İsviçrede durum nedir derseniz? Bir İtalya kadar olmasada 8 milyonluk bir ülkede bugün 10 600 civarı vaka sayısı. Ölen 153. Diğer bütün ülkeler gibi kısmi OHAL var. Sadece marketler, eczaneler, postaneler, bankalar açık. İnşaat ve üretim iş yerleride açık. 

Benim hayatımda önemli bir değişiklik olmadı. İşe gidip geliyorum. Ofiste iki kişiyiz ve uzağız birbirimize. Toplu taşıma ile gitmediğim için rahatım biraz. Oturduğum yer şehrin kıyısında. İnsanı az. Ormanda hala günlük yürüyüşlerimi yapabiliyorum. Perşembe buluşmalarımızı geçen haftaya kadar yapıyorduk. Yarın ne olur bilmiyorum. İki kişiyiz zaten, havalarda bahar havası, bahçede birbirimizden uzak, tokalaşmadan, kucaklaşmadan buluşuyorduk. 
Hayatım kısıtlanmadı yani. Zaten hep böyle yaşıyordum. Evcimendim. 
Mayıs ayında iki etkinliğim vardı, sanırım onlar iptal olacak. Biri Perşembe kadınları ile 5 günlük Kapadokya g
ezisi, diğeri ilk kez bi resim sergim olacaktı:) “Sağlık olsun” demek sanırım ilk kez cuk oturacak. Ölmezde sağ kalırsak, yine yapabiliriz belki. 

Panik değilim garip bi şekilde. Korkum, endişemde yok. Önünde sonunda bi selam çakacak bu virüs hepimize. Tanışacağız. Sağlık sisteminin çökmediği bi anda tanışmak tüm çabamız. İşte eskisinden daha çok hijyenik olmak, dokunmamak, sarılmamak. 

Yürüyüşte insanlarla karşılaşıyorum tek tük. Herkes birbirine uzak duruyor. Sanki yanından geçerken nefes bile almadan geçiyoruz. Evde biri hapşırsa, n’oluyo be diyoruz. Eskiden iyi yaşa, çok yaşa derdik:) şimdi herkes birbirinden kaçıyor:) 

Yürüyüşte bi şeyi daha fark ediyorum. Kuşlar, ağaçlar, ve toprak bizim bu yaşadığımız kaygıdan bi haberler. Kuşlar yine cıvıl cıvıl, ağaçların bazıları çiçeğe, bazıları yeşillenmeye durmuş. Topraktan yine fışkırıyor otlar, sümbüller, sarı papatyalar. Hayat onlar için aynen devam ediyor. Biz insanlar ise her zaman yürüdüğümüz yollarda bi insan görünce sanki bizi dövecek gibi bi omzumuzu kaldırıp, kafayı aksi yöne çevirip hızlı hızlı gitmeler çok komik geliyor bana. Sonra kuşların cıvıltısına karşılık veriyorum, evet diyorum ÇOK HAKLISINIZ! Doğa çok güçlü.

Sizin bize ihtiyacınız yok, ama bizim size çok ihtiyacımız var!!!

2 Şubat 2020 Pazar

Bayan Suzi'yi Merak Edenlere...

Bi cesaretle aradım o numarayı yine...

Koskoca yaz geçti, sonbahar geçti, o kokulu üzümlerinden ve elmalarından hiç haberdar etmemişti beni. Noelde bile kart göndermemişti. 15 yıldan beri değişmeyen rutinlerdi bunlar. Kesin bi şey olmuştu Bayan Suzi’ye. 
Aradığım numara çalıyordu. En azından bu iyi bi şey diye düşünüyordum. Açan olmuyordu ama ben inatla çaldırmaya devam ediyordum. Çaresizce kapadım telefonu. Her saat başı aramaya devam ettim. Bayan Suzi’ye bi şey olsa telefon iptal olur diye düşünüyordum. Telefonunun çalması umudumu diri tutuyordu. O gün kaç kez aradım bilmiyorum. Cevap veren olmadı aramalarıma. 

Bugün yeniden aklıma düştü bayan Suzi. Hava soğuk ve yağmurlu. Belki bugün yakalarım umuduyla yeniden aradım o numarayı. Uzun uzun çaldırdım yine. Telefonun diğer ucundaki ses verdi bu sefer. Evet, Bayan Suzi’yi tanırım sesinden ta kendisiydi. Kimsiniz? Diyor. Heyecandan elim ayağıma, dilim damağıma dolaşarak, benim diyorum adımı söyleyerek. Duyamıyor beni. Yüksek sesle yineliyorum biraz önce söylediklerimi. Bu sefer sevinme sırası ona geçiyor beni tanıyınca. Biliyor musun, sana noelde kart gönderdim, dün geri geldi, neden? Diyor. Bilmiyorum, diyorum. Zamanın var mı, gelecek misin, diyor. Evet, gelmek istiyorum, diyorum. Saat kaçta geleceğimi soruyor. Üç gibi gelirim diyorum. Tamam ben zili duymayabilirim, kapı açık olacak girersin, diyor. 

Bir şişe beyaz şarap alıp Bayan Suzi’ye doğru yol alıyorum. Evinin önüne geldiğimde iki eliyle sürdüğü tekerlekli yürütgeci rüzgardan bi yere savrulduğunu ve yağan yağmurdan ıslandığını görüyorum.  O görüntü içimi acıtıyor nedense. Kaldırıp evin saçağının altına koyuyorum güzelce. Cebimdeki eski mendil parçaları ile gelişi güzel kuruluyorum metal kısımları paslanmasın diye. 

Merdivenleri çıkıp her zamanki gibi ziline basıyorum önce, sonra kapı koluna asılıyorum. Evet kapı açık. Bayan Susi ben geldim diye ünleyerek giriyorum içeri. Fakat evde kimse yok. Bütün odaları dolaşıyorum. Tam yukarı kata çıkmaya yeltendiğimde Bayan Suziyi görüyorum. O beni seçemiyor. Merdivenlerden aşağıya inmesini bekliyorum. Ağır ağır iniyor. İki dirhem bi çekirdek giyinmiş. Nihayet aşağıya indiğinde yakından beni tanıyabiliyor. Vaktinden önce geldin, saat 3 demiştin değil mi? diyor. Evet, diyorum biraz önce geldim, kusura bakmayın. Yok, diyor önemli değil, yukarı giyinmeye çıkmıştım, yoksa kapıda karşılardım. 

Her zamanki o küçük yuvarlak masaya geçiyoruz mutfakta. Bak diyor, peynir getirtmiştim Simmentaldan. Böyle peyniri bulamazsın buralarda. Ahşap rendesi gibi bir alet çıkarıyor. Peyniri incecik dilimlemek için. Fakat gücü yetmiyor. Ben yardımcı olabilir miyim diyorum. İlk kez gördüğüm bu aletle başlıyorum dilimlemeye. Peynir öyle sert ki, ben bile zorlanıyorum. Tabağa incecik dilimlenmiş peynirlerden birini gizlice atıyorum ağzıma. Damağım bu peyniri tanımıyor. Enfes bir tat bırakıyor. Masayı donatıyoruz birlikte. Bardakları getireyim, diyorum. Ben getiririm, diyor. Bende onunla birlikte gidiyorum. İçimden düşündüklerimi bire bir yaşıyorum. Ne zaman gitsem aynı konuşmalar geçer o dolaptan şarap kadehi alırken. Ben Bay Anliker’in kadehini alayım, sanada babamın kadehi vereyim, diyor. Hayır, bu sefer başka bardak alalım, bunlar kırılacak diye çok korkuyorum, diyorum. Bay Anliker’in kadehine bi süre bakıp, yüzünü bana çevirerek “bay Anliker öldü, biliyor musun? diyor. Biliyorum, geçen yıl anlatmıştınız ya, diyemiyorum. Evet, duydum ve çok üzüldüm, diyorum. Eksikliğini çok hissediyorum, ve onu unutmak için ömrümün çok kısa olduğunuda biliyorum, diyor. Yine sağ eliyle saçını arkaya doğru yatırırken, ama diyor Lory geliyor her Cumartesi, alışverişimi yapıyor, bürokratik işlerimi takip ediyor, o çok akıllı ve çok iyi bir kadın. Zaten bilmeliydim, Bay Anlikerin aptal bir kadınla evlenmeyeceği kadar akıllı bir adam olduğunu, diyor. Bardaklar elimizde mutfağa yürüyoruz. 

Şarapları ben dolduruyorum. Bay Anlikere ve hayata tokuşturuyoruz kadehleri. Mhhh, bu şarap çok güzelmiş, diyor. Seviniyorum. Okumaya çalışıyor şişenin üstünde yazılanı. Ama seçemiyor. Okuyamamak çok zor biliyor musun? Diyor. Zor olmaz mı? Hele hele çok okuyan bir insan için çok zor olmalı. Maillerimi bile okuyamıyorum diyor. Tam bu arada bana gönderdiği Noel kartı düşüyor aklına, aniden yerinden kalkıp, elinde bir zarfla geri dönüyor. “Bunun nesi yanlış, söyler misin? Neden geri geldi bu? Diye elime tutuşturuyor. Adresleri karıştırmış olduğunu görüyorum. Bunu onu kırmadan nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Her şey doğru aslında diyorum, sadece şirket adresine göndermişsiniz, fakat şirket adı yok, benim adım var sadece o yüzden diyorum. Şuraya büyük harflerle doğru adresi yazar mısın, diyor. Yazıyorum. Ama diyorum, kart yinede bana ulaştı, bunu evde okuyacağım, diyorum. Hayır, şimdi aç lütfen, diyor. Peki deyip gelişi güzel açmaya çalışıyorum zarfı. Bekle, diyor zarf açacağım var. Bi kaç tane getiriyor. Hepsinin anısını anlatıyor. Evinde ne varsa hepsi ile bi yaşanmışlığı var. Öyle güzel ki. Belkide onu hala ayakta tutan şeyler bunlar diye düşünüyorum. Hatta bi tanesinin tutacak yeri kırılmış, bunu tamir ettirmeliyim, diyor. Şu mesela; Parlementoda çalıştığım dönemlerden, ne çok politikacı, sanatçı kişilerin mektuplarını açtı bu zarf açacağı, diyor. O zarf açacağı ile bende benim zarfımı açıyorum. Berneroberland da dağlık bi bölgede çekilmiş eski bir fotoğraftan kartpostal. Dağların arasında kocaman bir dağ evi. Bak, diyor ben burada doğdum ve çocukluğumun geçtiği yer. Kartın üzerine yazmadım, belki sende bi başkasına gönderirsin diye, diyor. İçine koyduğu kağıda yazdıklarını okuyorum. 

Ne kadar çok anlatacağı şeyler var. Zaten hep o konuşuyor ben dinliyorum. Ben bi şey söylediğimde duyamıyor, duymadığı için anlamıyor, anlamış gibi yapıp bambaşka bi konu ile cevaplıyor. O yüzden zaten bende onu dinlemeyi yeğliyorum. 
İyi geliyor bana Bayan Suzi ile görüşmek, onu dinlemek. Onun bu yaşında bile hayata bağlılığı, yaşam enerjisi, bilgisi ve kültürü. Beni kendime getiriyor. 


Böylece iki saati geride bırakıyoruz. Ben artık gideyim diyorum. Size bi şey soracağım diyor. Bazen sen diyor, bazen siz diyor. Oysa senli benli olmuştuk geçen yıllarda. Önemli değil, bende bazen sen bazen siz diye hitap ediyorum. Buyrun, sizi dinliyorum, diyorum. 
Ben dizimden ameliyat olmayı düşünüyorum, sanırım bir hafta içinde yeniden evde olurum, bu süre içersinde kedilerime bakabilir misin? Diyor. Tabiki bakarım, hiç endişeniz olmasın, diyorum. Nasıl rahatlıyor o anda, gülerek kadehini ağzına götürüyor. Çok teşekkür ederim, bu konuda sana güveneceğimi biliyordum, diyor. Onun bu mutluluğu benide mutlu ediyor. O zaman sana bi anahtar temin etmeliyim, diye elini başına götürüyor. Anahtarın biri Lory’de, biri spitexden gelen bakıcıda, biride bende diye sesli düşünürken, benimkini sana veririm o zaman, diyor. Beni arayın, hemen gelirim, diyorum. Ben artık numaraları görmüyorum ve telefon edemiyorum, diyor. Ev telefonuna bakıyorum. 4 kişinin telefon numarası kocaman harflerle bi tuşa kaydedilmiş. Sadece onları arayabiliyor. Numaramı tekrar istiyor. Şuraya kocaman numaralarla yaz, onuda şu telefona kaydedelim, diyor. Yazıp veriyorum. Bi tuşla kaydetmeyi bilsem ben yapacağım ama beceremiyorum. Kızıyorum kendime. Bunu yakın zamanda bi şekilde halletmeliyim. 

Tam kalkmaya yeltendiğimde, dur, birlikte bi kahve içelim, bu şekilde araba kullanma, ehliyetini kaybetmeni istemem, diyor. Oysa bi şişe şarap daha yarıya bile gelmemiş. İki küçücük kadeh içtik. Peki, diyorum. İkimize kahve yaparken ben, o dolaptan dün sipariş ettiği tatlıları çıkartıyor. Bunu en güzel şu fırın yapıyor biliyorsun değil mi? diyor. Evet biliyorum, bunlar enfes, diyorum. Aslında bilmiyorum. Ne zaman gitsem hep aynı tatlı. Hakkaten güzel tatlılar, ama görsem almayacağım şeyler. Bundan böyle nerede görsem o tatlıları, bayan Suzi olacaklar. 

Bayan Suziyi tanımak isteyenler için ilgili diğer yazılar:

Bayan Suzi ve Üzümleri
Bayan Suzi ve Sevgilisi
Bayan Suzi Düşmüs
Bayan Suzi Ve O Gül

19 Ocak 2020 Pazar

Göz Testi

İşte Ocak ay’ının sonlarına yaklaştık bile. Yeni yıla bir kızak kazası ile girmiştim, mevsimsel hastalıkla devam ediyorum. Sanıyorum evren bütün olumsuzlukları birden verip sonunu mükemmel yapacak. En azından ona yoruyorum:) 
Yüzümdeki çizik ve yaralar tahminimden çok daha çabuk iyileşti. 1 hafta içinde izlerden eser kalmadı. Sadece sağ şakağımdaki yara kabuklaştı ve kabuk kendiliğinden düştü yine bir hafta içinde, fakat yeni deri biraz pembemsi hala, o iz kalır mı ona endişeleniyorum. Dün eczaneye gidip gösterdim, hücreleri yenileyen bi krem verdi, bakalım nasıl olacak? 

Grip değilim hayır, sadece aksırıp tıksırma, gidik bir ses ve horhor burun var. Ninemin yöntemini uyguladım dün gece. İman tahtama, yani göğsüme ve sırtıma viks sürüp, üzerine iğne ile delik deşik ettiğim gazete parçasını hem sırtıma hem göğsüme koydum. Sıkıca giyindim. Öncesinde bol bol limon, zencefil, bal, karışımlı içecekler içip yattım. Sabah dipcik gibi kalktım. 

Yılbaşı öncesi salonun orta yeri resim atölyesi gibiydi. Misafir geleceği için kaldırmıştım. Yeniden bi mini atölyeye dönüştü salon. Evde kimseyi rahatsız etmediği için toplamıyorum. Her şey hazır olunca hemen gidip bi iki fırça darbesi pratik oluyor. İlhamın ne zaman geleceği belli olmuyor zira:) her zaman hazır olmak iyidir. 
Yine bi akşam geldi ilham, taktım önlüğümü, geçirdim eldivenlerimi, döktüm tuvalın üstüne boyaları. Bilinçaltım yangın renklerini seçmişti her nedense. Siyah, kırmızı, sarı ve turuncu. 

Ortaya çıkan şu:


Avustralya’daki söndürülemeyen orman yangınları işlemiş meğer bilinçaltıma. Bilinçaltıda tuvale. O akşam bi şeye benzetemedim. Fakat ertesi gün baktıkça farklı şeyler görüyordum resimde. Mesela yanan ağaçların ardında Aborijinlerin silüetini görüyordum. Dedim delirdim herhalde. Acaba benim gördüğümü başkalarıda görüyor mu diye, fotoğraflayıp instagrama ve Facebooka ekledim. Yapılacak olumlu veya olumsuz yorumlar benim için çok önemliydi. Evet, yalnız değilmişim bariz görüyorum evet diyenler oldu. Siz blogdaşlarımdan esirgemeyim dedim, sizde görün. Aborijinlerin silüetini göremiyorsanız bi göz doktoruna uğrayın😀 Ha bu arada sizinde olumlu veya olumsuz yorumlarınıza açığım. 

Böyle işte... görüşmek üzere...

7 Ocak 2020 Salı

Merhaba 2020

Gerçi ilk günlerin ama, hiç hoş gelmedin 2020. Sanki apar topar geldin. 2019 dan bi bok anlamadım. 2018’inde bi hayrını görmemiştim. Zaten her şey 2017 ininin ortalarında başlamıştı. Geldik 2020 ye hala düşe kalka yol alıyoruz işte. 

Hep başkalarında veya başka şeylerde arıyoruz suçu biliyorum. Dönüpte kendimize veya olaylara bi baksak! Yıllara yüklemek daha kolayımıza geliyor. Veya astrolojiye. Retroya metroya falan. Aslında yaşamın tamda içindeyiz işte. Hayatın böyle bişey olduğunu kabullenmek gerek belki. Öğreneceğiz yaşaya yaşaya. Yada ipe ipe mi deniyordu ne deniyordu?? Bildiğim bi şey var ama yazmayım şimdi.. 

Son iki yıldır daha sık blog yazmasamda, okuyorum takip ettiğim her blog arkadaşımı. Bunu bilin. Herkeste yeni yılın ilk yazıları genelde geçen yılın muhasebesi gibi şeyler oluyor. Herkes kendi konusunda, kaç kitap okuduğunu, kaç film, tiyatro izlediğini, nereleri gezdiğini falan yazıyor. Güzel şeyler tabi. Bende öyle değil, ben yazacak kadar yüzlerce kitap okumadım, izlediğim filmleri saymadım, gezdiğim yerlerde sınırlı ve İG de belli zaten. 

Ben ne mi yaptım! Bedenime yatırım yaptım ben. Bol bol yürüdüm. 1,5 yıldır yürüyorum. Günde 10 bin adım, ve daha fazlası. Bugüne kadar 9’425’704 adım atmışım. Km olarak 6’975. Yani Bern’den taaaaa Kars’a yayan gidip birde geri dönmüşüm. Bunu 20 dakikalık egzersizlerle destekleyince bu yürüyüşlerle, gözle görülür şekilde bi değişiklik oldu bedenimde. İyi hissediyorum kendimi. Vücut kitle endeksimle, kilomla falan iyiyim. Ha birde sağlıklı beslenme var. Öyle kolay olmuyor yani. Bu kadar sağlığa dikkat ederken sigarayı hala kullanmak?? Oluyor öyle paradokslar insan hayatında. Çokta şeyetmemek lazım:)

Onun dışında resim yapmaya başladım son bir yıldır. Sadece bi merak, nasılsa yapamam, sıkılır bırakırım dedim. Onuda yürüyüşlerim gibi sürekli hale getirdim. Ve hatta sevdim. Bu yetenek mi, severek bi şeyi yapmak mı henüz bilmiyorum ama, yaptıklarım seviliyor ve beğeniliyor. Sergi açmak gibi düşüncelerimiz bile var arkadaşımla. 
Gözle görünen, elle tutulan bi bunlar var yani hayatımda. 

Girizgahta neden hoş gelmedin 2020 dedim? Çünkü hemen 2 Ocakta Avrupa’nın en uzun kızak parkuru olan Grindelwald’da, kızak kayarken kafamın üstüne çakıldım. Yüzüm gözüm kan içinde kaldı. Beyaz karlar burnumdan akan kan ile ala bulandı. “Gınalı kar, gınalı gar, sende büyük bir ahım var“ türküsünü çığırdık gardaşımla yaralı yaralı:)
O anda bi şey hissetmedim, çok güldük. Kardeşim sen yüzünü gördün mü, iyi misin desede iyiyim iyiyim dedim. Eve gelip aynaya bakınca kendimi tanıyamadım. Gözlüğüm yamulmuş, sağ şakağım yaralanmış, sağ dudağımın üstünde sıyrıklar, dudağım silikonlu gibi. Eczaneden gerekli merhemleri, ve dezenfekte sıvılarını aldım. Bu gün beşinci gün, ve çok çabuk iyileşiyor. Bunada şükür. Çok daha kötü sonuçlanabilirdi. Sonuçta kendi dikkatsizliğimiz, yılların bi suçu yok. Olaylar o yılda olduğu için, zaman olarak o yıla yüklüyoruz. Hepsi bu. Bunu demek istedim. 
Yoksa umutluyum yine her zamanki gibi yeni yıldan. “Gün doğmadan neler doğar” diye boşuna dememişler. 
Dünyanın iyiye gitmediğini bile bile söylüyorum bunu. Avustralya aylardır yanıyor. Bir kıta yok oluyor diye görseller, yazılar, haberler çıkıyor karşıma. Savaşlar bir taraftan. Göçmenlerin sularda boğulmaları. Yoksulluktan intihar edenler. Kadın cinayetleri. Güya haber izlemiyorum. Gözlerimi kapatınca bi halt olmuyor aslında. Ama gözümü açıncada olmuyor, en kötüsü bu. Bunca olumsuz haberleri bi şekilde alıyoruz beynimize, buna rağmen mutlu olur mu insan? Olmaz. O yüzden, 2020-21-22.... 32-42-52  hiç iyi olmayacak gibi geliyor. Sadece kişisel küçük mutluluklar ve umutlar bağlayacak bizi hayata. Sonrada ölüp gidicez işte. Hepsi bu...