Sayfalar

24 Mayıs 2022 Salı

Yola Çıktım Mardin’e

Üç aydır planladığımız çılgın Türkiye turu geldi çattı. Zürihten uçağa atladığımız gibi Mardin’de alıyoruz soluğu. İstanbul aktarmalı uçuşumuz toplam altı buçuk saat sürsede neredeyse 12 saattir yollardayız. Eski Mardin’de tarihi bir konakta ayırtmıştık otelimizi. Konak sahibinin görevlendirdiği bir araç sahibi bizi havaalanından aldığı gibi koyuluyoruz yola. Akşam güneşi vuruyor Mardin kalesine ve eski Mardin’in üzerine. Kartpostallarda gördüğüm görüntüye doğru ilerliyoruz. Araç sahibine buralara “gündüz seyranlık, gece gerdanlık” deniyormuş hakkaten ne doğru bi ifade diyorum. Araç sahibi Ali kardeş, “hayır hocam, onun aslı şöyledir gündüz mezarlık, gece gerdanlık” diyor biraz arapçaya biraz kürtçeye benzeyen şivesi ile. Gerçi üç dile de hakim.

Havaalanına 17 km olan Mardin’e 20 dakikada geliyoruz. Yollar gayet güzel. Eski Mardin bir yamaçta olduğu için ve daracık sokaklarında araba kullanmak oldukça heyecanlı olmalı. Şoförumuz, “şimdi yollar biraz dik ve dar, hızlı çıkmam gerekiyor, durursam kalkamam, o nedenle tedirgin olmasın arkadaşlarınız hocam” diyor. Arkadaşlarım İsviçreli olduğu için Ali kardeşin söylediklerini tercüme ediyorum.
Hakikaten söylediği gibi sarp ve daracık yollarda jet hızıyla çıkıyor. Tam konağımıza 50 metre kala o da ne? Karşıdan bir araba geliyor. İki araba yan yana asla geçemiyor. Bazı noktalarda belli bi boşluk var oraya yanaşarak diğer araba geçebiliyor ancak. Bizim araç duruyor, geri geri gidip, diğer araca yol veriyor. Ali kardeşin dediği gibi araç yokuşa bi daha çıkamıyor, Biz iniyoruz araçtan yayan çıkıyoruz son 50 metreyi. Araç ise sadece bizim bavulları götürebiliyor.
Ve nihayet ulaşıyoruz konağımıza. Kartpostallarda görünen Ulu camiinin minaresinin dibindeyiz.
Konağımız iki katlı iki teraslı, 7 kişilik otantik bir taş konak. Biz 4 kişiyiz. Bizden başka kimse yok. Koca Konak bize ait. Konak sahibi bize kale kapısı anahtarı gibi kocaman bir anahtar verip gidiyor.
Bizde her birimiz bir odaya yerleşip, çıkıyoruz Mardin sokaklarına. Leylan diye bir kafe çekiyor dikkatimizi. Terasından müzik sesleri geliyor. Güler yüzle karşılanıyoruz. Bizi en güzel yere oturtuyorlar. Saatlerdir yollardayız. O ilk bira var ya ilaç gibi geliyor bize. Gece gerdanlık gibi görünen Mardin’in tam içinde olduğumuzu düşünüyorum, ve mutlu oluyorum. Keşke bu görüntüyü uzaktan görebilsem diyorum. Ama ne o akşam ne de başka zaman göremiyorum.
Hava serin üşür gibi olunca içeri alıyorlar bizi. Canlı müzik var. Kürtçe, Türkçe, Arapça şarkılar söyleniyor, halaylar çekiliyor. Bazı şarkılara eşlik ediyorum, bazen halaya katılıyorum. Arkadaşlarım beni izliyor. Şarkı sözlerini anlamasalarda hoşlarına gidiyor. Gece yarısı müzik kesilmesi olayı da yok oralarda. Sigara yasağınıda görmedim. Boşuna “hoşgörü” ve “medeniyetler” şehri denmiyor buralara diyorum😀
İlk gecemizi geç saatlere kadar eğlenerek geçiriyoruz. Ve konağımıza geliyoruz. Çalar saatimi kurmak için telefonumu arıyorum çantamda. Dakika bir gol bir, telefonum yok. Bi şeyimi kaybetmesem o tatil, tatil olur mu hiç?
Arkadaşımın telefonundan kendimi arıyorum, telefon çalıyor, ve biri açıyor telefonumu. Derdimi anlatıyorum, “evet hocam, nerede kalıyorsunuz getirelim diyor” karşıdaki ses. Konak adını veriyorum ama çıkaramıyorlar. “Biz daha açığız, gelip alabilirsiniz” diyor. Hemen çıkıyorum, sarı sıcak sokak lambaları ve tarihi duvarlı daracık sokaklardan, merdivenlerden yürüyerek gidiyorum Leylan kafeye doğru. Köpeklerden başka kimse yok sokaklarda. Ama köpekler çok dostça sanki sana eşlik ediyor gibi. Varıyorum kafeye, telefonumu veriyorlar, gençlerden biri bana eşlik ediyor yalnız gitmeyim diye. Zahmet etmeyin giderim ben diyorum, hayır hocam olur mu? diyorlar. Ve konağa kadar getiriyorlar beni. Sonra mis gibi uykuya dalıyorum.

Sabah güneşli bir güne uyanıyoruz. Kahvaltı yapmak için bir teraslı bir mekan seçiyoruz. Serpme kahvaltı siparişi veriyoruz. Masa donatılıyor, masada boş yer kalmıyor. Arkadaşlarım şaşkın şaşkın bakıyorlar. Yöresel tatları, baharatları ile benim içinde bir ilk oluyor. Mezopotamya ovasına doğru kahvaltımızı yapıyoruz. Uçsuz bucaksız bir ova. Mardinliler burası bizim denizimiz diyorlar. Kahvaltı sonrası dünden ayarladığımız şoförümüz Ali kardeş ile Dara antik kentine gidiyoruz. Çok büyük antik kent. Sarnıç, zindan gibi yerleri geziyoruz. Buralar ücretsiz. Keşke ücretli olsa da etrafta çöpler olmasa diyoruz.

Sonra Mardin’e geri gönüyoruz, Zinciriye medresesi, Deyrüzzeferan manastırı, Kasımiye medresesi, Ulu camiiyi geziyoruz. Buraların tarihi bilgilerini yazmayacağım. İsteyen araştırır bulur en doğru kaynaklardan öğrenebilir. Ama Kasımiye Medresesindeki çeşmenin akış betimlemesini yada felsefesini yazmalıyım. İnsan yaşamını simgeliyormuş. Şöyle ki; çeşme ana rahmini simgeliyor, oradan akan su ise bebekliği. Küçük bir olukta biriken su çocukluğu simgeliyor. Hızlı dolduğu için çabuk geçen çocukluk yani. Ardından geniş ve uzun bir oluğa akıyor su. Bu da gençliği simgeliyor. Yani, durgun ama bi o kadarda farketmeden geçen yılları. Sonra dar bir oluktan akan su hızlı bir şekilde son oluğa ulaşıyor. Yani orta yaşların çok çabuk yaşlılığa ulaştığı gibi. Son oluk ölümü simgeliyor. Buradan akan su Mezopotamya ovasına akıp toprağa kavuşuyorsun. Topraktan gelip toprağa gitme gibi. Bu felsefeyi çok seviyorum ve arkadaşlarıma da anlatıyorum. Onlarda çok anlamlı buluyorlar.

Sonra ara sokaklara dalıp, Mardin çarşısını geziyoruz. Çeşit çeşit sabunlar, baharatlar, rengarenk Mardin’e özgü yöresel başörtüleri, masmavi çift gözlü Süryani nazarlıkları, sıcacık çıtır çıtır, içi hurmalı Süryani çörekler, telkari takılar, mavi bademler, vs. bana Mardin’de olduğumu hatırlatan diğer olgular. Ha birde ara sokaklarda belediyede çalışan kadrolu eşekler. Şaka değil, gerçekten öyle. Çünkü bir tepede oluşan bu eski Mardin’in ara sokakları merdivenlerden oluşuyor. Araç giremediği için, çöpler ancak böyle yöntemle toplanabiliyor.

Biz Mardin’i çoook sevdik. Tarihi ile, mistik havası adeta açık hava müzesi gibi. İki gece bir gündüz konaklayınca zamansızlıktan Midyat, Mor Gabriel manastırı ve Hasankeyf’e gidemiyoruz. Artık bi dahaki sefere inşallah diyerek Urfa’ya doğru yol alıyoruz..

Urfa’da görüşmek üzere hoşçakalın…


Not: Yukardaki üc fotografi internetten aldim. Emek hirsizligi olmasin, cekenin ellerine saglik.  Bizde aynina benzeyenleri cektik ama henüz fotograf makinasinda ve kullanima hazir degil. 

15 yorum:

  1. Selam ne iyi etmişsiniz . Çok güzel yerler daha önce görmüştüm. İyi gezmeler. Sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Herkesin görmesi gereken yerler:)

      Sil
  2. Mardin hep en çok görmek istediğim yer o göremediğin yerleride birlikte görürüz inşallah...Nuray

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Neden olmasin Nuraycim, hatta baya güzel olur hep beraber gitsek:)

      Sil
  3. Tarihi bir sehirde dost canlisi insanlarla guzel zaman gecirmisiniz.Ben de istiyorum Mardin i o tas evleri gormek, iyi, durust insanlarini tanimak.Insallah.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "Dost canlisi, dürüst insanlar" evet tam olarak bu hissi veriyor Mardin. Insallah gidip görürsünüz bir gün.

      Sil
  4. Instagramds gördüğüm kadarıyla nerdeyse Turkiye turuydu. Mardin e gitmefim ama güzel bir şehir belli
    Her giden hayran kalıyor

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet hemem hemen öyleydi:) Evet, cünkü Mardin cok misafirperver:)

      Sil
  5. Keyifle okudum. Ne güzel de anlatmışsın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Allahtan ayni yorumu telden yaptin da kim oldugunu ögrendim gaşım:) Bu adsiz yorum yapanlar isim yazsalar ne güzel olur. Tesekkür ederim, gezdigim yerleri okurlara ayni duyguyu yasatmak istiyorum:)

      Sil
  6. Merakla devamını bekliyoruz :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Devami gelecek Buketcim:) Sadece zaman problemim var.

      Sil
  7. Ne kadar bambaşka bir yer...hani böyle filmlerde Uzak Batı olur ...uçsuz bucaksız çöller...burası da böyle geldi bana, eşeklere çok üzüldüm:( ayyy...yazık yaaa....belediye keşke başka bir yol bulsa:(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Mardin cok farkli bi yer. Biz cok sevdik oralari.
      Eseklere üzülmek aklima gelmedi. Iyi, bakimli görünüyorlardi. Mistik bir hava katiyorlar. Bence o sokaklarda en mantikli yöntem diye düsündük biz.

      Sil
    2. Sırtlarına kim bilir kaç kilo taşıtıyorlardır canım yaa...onların ağzı var, dili yok söyleyemez ki, ağır gelse de. Ben gencecik kızdım, (15 filan) o zaman Üsküdar'dayız ve 73 yılı filan ve şimdiki gibi damacana pet şişeler yoktu, cam şişelerde kocaman yuvarlak damacanalar olurdu ve kırılmasın diye hasır gibi bir koruyucu sepet içindeydi, bir at arabası çekerdi sucuyu. At arabası derken çok uzundu araba, içinde belki 50 tane damacana! Bir tanesini kaldıramazdık kolay kolay..sürükleyerek mutfağa getirirdik. Boşalınca geri verirdik. Bir gün balkondayım, at dayanamadı asfalta yıkıldı....kalkamıyor....:( sonra ne oldu hatırlamıyorum...zarzor kaldırdı galiba....yani böyle ölen çok at, eşek biliyorum. Nasılsa hayvan diye sırtına kilolarca koyuyorlar...:( sorma yani:(

      Sil