Sayfalar

23 Eylül 2018 Pazar

Fas Gezim, Son Durak Essaouira

Şimdiiiiiii, gelelim Fas gezimin son bölümüne. 

Curcunalı Marakeş sonrası Atlantik okyanusu kıyısındaki balıkçı ve sahil kenti olan Essaouira (Suveyr) ya, yolculuk yapıyoruz yine otobüsle. Bir ikindi vakti. Akşam 9 gibi orada olacağız. Bu sefer otobüsün en ön koltuklarında oturuyoruz. Ortamız yok, ya en arka, ya en ön. Severim en önde olmayı. Bu sefer yolculuğumuz güzel geçiyor. Hatta mola verdiğimiz yerde Türkiye’deki gibi bir tesis bile var bu sefer. Ama muavin olayı yok Fas’ta. En azından ben görmedim. Bir tepeyi aşınca bol ışıklı bir kent karşımızda kalıyor. Evet, burası orası olmalı. Üstelik okyanusta görünüyor. Akşam 9 gibi varıyoruz otogara. Otogar dediysem gözünüzde Türkiye’deki gibi otogar canlanmasın. Sadece bizim otobüsün olduğu, ve yazanenin kapalı olduğu ıssız bir yer. Son durakmış. Orada el arabası ile bekleyen insanlar var. Takside var. Hemen el arabası ile olan insanlar yaklaşıyor, bavullarımızı gideceğimiz yere kadar taşıyacaklarmış. Adres gösteriyoruz, buraya taksi gitmez, biz götürelim diyorlar. Telefondaki map yürüyerek 10 dakikada varacağımızı gösteriyor. Biz kendimiz gideriz diye red ediyoruz onları. Takır tukur bavulumuzu sürüye sürüye varıyoruz riadımıza. Yine tam şehir merkezi, yani yine medinada. Fakat tam riad kapısında hostel yazıyor. Tercih etmediğimiz bir şey. Hayal kırıklığı ile zile basıyıruz. Olmazsa başka bir yere gideceğiz. Kesin. Fakat içeri girdiğimizde yine riad mimarisi var, ve bize özel oda da var. Yani başkaları ile paylaşmıyoruz odayı. Yataklar temiz. Sadece teras çok esiyor, diğer riadların terası gibi konforlu değil. Fiyatı iki gecelik 30 Euro. E daha ne, diyoruz ve kalıyoruz orada. Henüz saat erken, eşyalarımızı bırakıp dışarı çıkıyoruz. Sahil kenti bambaşka. Suyundan mıdır bilinmez ama içinden, kenarından okyanus, deniz, nehir, dere, çay, su varsa hem şehri hem insanları daha sakin oluyor. Şimdi biri çıkıp İstanbul’u örnek vermesin. Önce İstanbul nüfusunu düşünsün, sonrada ya deniz olmayaydı diye tekrar düşünsün. 

Buradada var Medina ve souklar. Ve hiç kimse atlamıyor turistlerin üzerine bi şey satmak için. Oh bee, diyerek derin bi nefes alıyoruz. Buranın rengi ise beyaz mavi. Her şehrin kendine has rengi ve kokusu var. Essauira yosun kokulu. Ve çok rüzgarlı. Zaten genç ve sörfçü turistler çoğunlukta. Sahile yakın bir yerde biralarımızı içip dönüyoruz riad hostelimize. Zile basmıyoruz, evimize girer gibi giriyoruz. Bize hem dış kapının hem odamızın anahtarı verildi çünkü. Bi duş, ardından güzel bi uyku. Sabaha hazırız. Sabah 8.30 gibi kalkıp kahvaltımızı yapıyoruz. Sonra şehri keşfe. Bi ara ertesi gün için Kazablankaya dönüş için otobüs bileti ayarlamak şart

Önce limana gidiyoruz. Balıkçılar dönmüş balıktan. Masmavi kayıkları tıpkı fotoğrafradaki gibi, ve hepsi aynı. Binlerce martı, ve martı sesleri. Ve kediler. Kediler Fez ve Marakeşte’de vardı. Ama çok bakımsızlardı. Kiminin kulağı yoktu, kiminin gözü. Burada ise kediler mutlu, ve bakımlı. Doğru zamanda, doğru yerdeler çünkü. Balıkçılar temizledikleri balık atıklarını martılara ve kedilere yem olarak veriyorlar. Sahilde bi kahve içiyoruz. Sonra bi yerde fotoğraf çekilmek istiyoruz. Selfiyi sevmediğimiz ve beceremediğimiz için birinden rica ediyoruz. Şu altta gördüğünüz fotoğrafın hikayesini anlatacağım şimdi. 

İşte bu fotoğrafı çekilicez, bende sırt çantası, önümde fotoğraf makinası, ve bi tarafta fotoğraf makinası çantası. Görüntü kirliliği olmasın diye fotoğraf makinamı ve çantasını çıkarıp arkamızdaki bankın arkasına bırakıyorum. Bi kaç fotoğraf çekiliyoruz cep telefonu ile. Sonra bi taksiye atlayıp terminale gidiyoruz bilet için. Bileti işini hallediyoruz. Şimdi rahat rahat gezebiliriz. Birden bire bi eksiklik hissediyorum. Fotoğraf makinam ve çantası yok. Sağa sola bakınarak aranıyorum. Yok. Takside unuttum!? Araki bulasın? Birden bi sıcaklık bi afakanlar basıyor beni. Telefonumda içinde üstelik derken telefon cebimden çıkıyor. İşte o zaman aklım başıma geliyor, en son fotoğraf çekildiğimiz yerde unutmuş olabilirim diyorum.  Arkadaşım elini başına götürerek “ah ah ne yapacağız senin bu unutkan hallerini” diyor. Hemen bi taksiye atlayıp geldiğimiz yere tekrar gidiyoruz. Arkadaşım benden önce koşturuyor. Bakınıyor sağa sola. Ama yok. Ben fotoğraf çekildiğimiz bankın arkasına otların içine bakıyorum. O’da ne? Fotoğraf makinam ve çantası orada duruyor. O anki mutluğum tarifsiz. Ağlamaklı sarılıyorum arkadaşıma. Senin kadar eşyasını kaybedip yeniden bulan birini daha tanımadım, çok şanslısın biliyorsun dimi? diyor. Çünkü eski vukuatlarımı bilir. Bi ara Geyikli çay bahçesinde çantamı unutup, Bozcaada’ya geçmiştim. İçinde pasaport, cüzdan, laptop bilumum herşeyin olduğu çantam. Gece yarıları jandarmayı arayıp, gidip bulmuşlardı. Bende ertesi gün gidip almıştım. Ve buna benzer nice kayıplar ve yeniden bulmalar. 

Mutlu bi şekilde rahat rahat şehri dolaşıyoruz. Bi yerde güzel kolyeler görüyorum. En sevdiğim aksesuar. Hava esintili, hırkam elimde. Kolyeleri takıyorum. Çok güzeller. Pazarlık yaparak alıyorum yarı fiyatına. Belki gerçek fiyatı daha ucuz ama ben mutlu, satıcı mutlu. Riadımıza dönüyoruz. Akşam serin ve rüzgarlı. Üzerimizi değişip yeniden çıkacağız yemeğe. Hırkamı bulamıyorum bu sefer! O kadarda önemli değil deyip, şalımı atıyorum omzuma. Riada gelirken geçtiğimiz yolları geri dönerken bir kadın arkamdan bana hırkamı yetiştirmeye çalışıyor. Meğer kolye aldığım yerde unutmuşum. Arkadaşım, bu kadarınada pes diyor. Evden çıkarken o kadar rahattım ki, şakasına demiştimki, o hırka nasıl olsa beni bulur, geldiğimiz yoldan geri gidelim yeter. Ki, kaybolsa bile önemli değildi. Eski bir hırkaydı. Öylesine söylemiştim. Ve o hırka beni buldu. Azda olsa buna bende şaşırıyorum. 

Madem şehir sessiz sakin, hiç bi aksiyon yok, kendi heyecanımı kendim yaratırım dercesine habire bir şeyler kaybedip buluyorum. Kayıplarım bununla sınırlı kalmıyor elbette. 

Küçücük kentin altını üstüne getirdikten sonra uzun ve geniş, incecik taneli kızıl kumsalda yürüyüşe çıkıyoruz. Bikinim üzerimde, olurda yüzmek istersem diyerek. Ki istiyorum, Atlantik okyanusundayım, ha dediğin zaman gidilmeyecek yerde yani. Girmez miyim? Suyuna bi ayak basayım dedim. Ufff buzzz gibi. Çok rüzgarlı olduğunu söylemiştim zaten. Iıı ıh, girilecek gibi değil. Bu sefer sahilde bi ana-kız kına yakıyor yerli halka. İnce ince işliyorlar el ve ayaklara. Artık işinin erbabı olmuşlar, şablonsuz çok güzel motifler çiziyorlar 15 dakikada. 

Terliklerimizi elimize alıp, git git bitmeyen kumsalda yürümeye devam ediyoruz. Sonra bi yerde develere rastlıyoruz. Minyatür bir Sahra çölü oluşmuş. Orada insanlar develere atlara biniyor. Daha çok sörfçüler var. Deveye biniyorum bende. Devenin üzerinde gitmek ne kadar rahat. Bi öne bi arkaya sallana sallana. Mini çöl turumuzuda yapıp, geri dönüyoruz yine kumsaldan. Gidip otelimizde eşyalarımızı topluyoruz. Gece 12 de yine otobüsle yolculuk var Kazanblanka’ya. Oradanda İsviçre’ye uçacağız. 


Otogara geliyoruz. Bizim dışımızda turist yok. Tabi onlar CTM otobüslerini tercih ediyorlar. Bizim gideceğimiz saatte CTM otobüsü olmayınca buna karar verdik. Nolcak ki, otobüs otobüstür dedik. Yanılmışız. Nasıl eski, nasıl pis. Kemeri bağlayacağımız tokaya ne kadar sakız varsa içine tepmişler, koltuklar yırtık pırtık. Otobüs ful dolu. Yer kavgası var. Ne dedikleri anlaşamıyor ama kavga olduğu belli, allahtan sadece sözlü kavgada kalıyor. Türkiye’de birbirine bu kadar bağıran iki insan olsa tekme, tokat girerlerdi birbirine. Bunlarınki kuru sıkı. Koca otobüste bizim dışımızda üç kadın daha var. Gerisi hep erkek. Şallarımızı başımıza sarıp, hırkaları giyiyoruz. Ellerimde kınalı zaten. Onlar gibi oluyoruz. Nihayet otobüs hareket ediyor. Bazıları otobüsün koridoruna uzanmış. Uykuya dalmış bile. Garip bi şekilde bu sefer otobüste uyuyabiliyoruz bi nebzede olsa. Sabah 6 da varıyoruz Kazablankaya. İlk geldiğimiz yerdeyiz işte. İbis otelde güzel bir kahvaltı yapıyoruz.  Sonra yavaş yavaş havaalanına gidiyoruz trenle. Check-inimizi yaptırıp uçuş saatimizi beklerken duty Free lerde parfümler falan sıkıyoruz üzerimize. Son 26 saattir sürekli yollardayız. Bir yer hostesi elinde bi uçuş bileti dolanıyor herkesin eline bakarak, ve bir şeyler sorarak. Salağın biri uçuş biletini kaybetmiş herhalde diyorum arkadaşıma. Bana gelip, nereye uçuyorsunuz diyor. Zürih’e diyorum. Biletinize bakayım diyor. Pasaportumun arasına yerleştirdiğim bileti pasaportumla çıkarıyorum çantamdan. Bi bakıyorum pasaport var, bilet yok görevlinin elindeki bilete bakıyorum benim biletim. Diyorum o benim! Pasaportumu istiyor. İsim aynı olunca veriyor biletimi. Teşekkür ediyorum gözlerinin içine bakarak. O uçuş biletini kaybeden salak benmişim meğer. Ve yine kaybettiğini bulan. Arkadaşım kafasını sağa sola sallıyor ve sadece bakışıyoruz. Bu konuda söyleyecek söz kalmadı bence, diyor.
Evet, kaybettiğini sürekli bulan efsane kadın olarak guines rekorlar kitabına başvuracağım, diyorum. Efsane olduğun kesin, diyor. Uçağımıza binip göklerde süzülürken, son bir haftadır yaşadıklarımı düşünüyorum tebessümle.. ☺️

Döneli yaklaşık 1 hafta oluyor. Aklımda kalanlar;
Toprak rengi yerleşimler, kah soluk sarı, kah soluk pembe. Tarihi güzel saraylar, medreseler, camiler, renkli kapılar, seramikler, güzel riadlar, Medina, ve souklar. Bolca tamtam. Kaybolmaya müsait sokaklar, sürekli sana yol göstermeye çalışan, çocuklar, gençler ve hatta adamlar, sürekli pazarlık yapmalar, motorsiklet süren kadınlar, Tajinler, casablanka birası, sürekli bi şeyler kaybedip bulmalarım. (Fotoğraf makinamı bi kezde bi restoranda unutmuştum, birde cep telefonumu otobüs terminalinde, beş dakika sonra farkedip bulunca, onları saymıyorum bile) 

Güzel miydi? Evet!!  İyiki bu tecrübeleri edindim mi? Evet!! Bi daha gitmek ister miyim? Hayır.!! 




21 Eylül 2018 Cuma

Fas Gezim - Marakeş

Fez gezimizi sonlandırıp, otobüsle Marakeşe doğru yola koyuluyoruz. Akşam saat 21.30. Sabah saat 6 da orda olur dediler. Otobüsün en arka koltuklarını vermişler bize. Uyuya uyuya gideriz diyoruz. Otobüste yerliden çok turist var. CTM otobüsleri daha konforluymuş görece. Ah diyorum, nerde Türkiye’deki otobüslerin konforu nerde bunlar? Muavin yok, servis yok. En arkada olduğumuz için koltukları arkaya yatıramıyoruz. Ama önümüzdekiler bize doğru gaykılmışlar. Yerimiz daracık, bacaklarımızı nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Yorgunluk paçadan akıyor ama uyuyamıyoruz. Tam uykuya dalacakken saat 2 gibi mola veriyor. Mola yerinde tesis mesis yok. Bi tuvalet var o kadar. İniyoruz, bacak hareketleri falan yapıyoruz, arkadaşımın ayakları balon gibi şişmiş. Yeniden otobüse binip devam ediyoruz. Yine tam dalacakken sabah saat 4.30 da Marakeş terminaline yanaşıyor otobüs. Ee hani saat 6 da varacaktık? Sabahın zikinde Marakeşteyiz. Riad’a sabah 7 de giriş yapacağımızı öğrendiğimiz için bu otobüsü seçmiştik güya. Bi önceki yazımda söylemiştim, buralar böyle, yapacak bi şey yok, sinirlenmiyoruz. Terminalde kafe var, tanış olduğumuz diğer turistlerle o kafede nane çayı ve kahve içerek, bisküvi atıştırarak sabahlıyoruz. Garip bi şekilde hiç yorgun hissetmiyoruz kendimizi. Bazen çok ciddi konular konuşuyoruz, sonra ota boka gülmeye başlıyoruz. Çok gülüyoruz her şeye. Herkes nerden geliyorsunuz diye soruyor. İsviçre’den diyoruz.  Beni göstererek “ama sen İsviçrelilere benzemiyorsun deyince, Türkiyeliyim diyorum. O zaman yüzlerindeki gülümseme dahada büyüyor. Marhabaaaa, diyorlar. Türkiyelileri çok seviyorlar. Erdoğan, Erdoğan diyorlar. Yav, he he diyorum içimden. Bundan sonra her sorana Türkiyeliyiz diyor arkadaşım Antonella:)

Bi önceki yazımda unuttum yazmayı, Fez’deki dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen Karaviyyin camii’ne girerken bize izin vermedilerdi, müslüman değilsiniz diye, biz Türkiye’den geliyoruz, sen nerem diyon bacım, deyince buyur ettiler bizi içeri. İlk kez bi ülkede türkiyeli olmanın faydasını fırsata çevirdik. Diğer bütün “gavur” turistler, hele Çinli ve Japon’lar dışardan izliyordu.

Neyse, şu an Marakeşteyiz. Sabah aydınlanmaya başlıyor. Bazen çok dinç hissediyoruz kendimizi, bazen bitkin. Sabah 6.30 gibi ayrılıyoruz kafeden, taksi ile 20 Dirham’a anlaşıp Riadımıza yakın bir yere varıyoruz. Burada’da taksi giremiyor Medinaya. Telefondaki map ile buluyoruz yolumuzu. 5 milyonluk şehir uyuyor henüz. Marakeşin rengi pembe. Daha doğrusu somon rengine daha yakın. Yine daracık sokaklar, yine sarı sokak lambaları.. gökyüzü ağarmak üzere. Sürüdüğümüz bavulumuzun teker sesleri bozuyor sessizliği. Riadımızın ziline basıyoruz. Biraz geç açılıyor kapı, esneyerek ve uykulu gözler ovuşturularak. Ama gülen bir yüz var yine. İçeri davet ediyor bizi. Ve yine nane çayı. İçeri alıyor ama odamıza saat 12 de girebileceğiz. Çok güzel bir terası var, bol minderli ve sedirli.
Yayılıyoruz o minderlere. Ama uyku kartlaşmış, uyuyamıyoruz bi türlü. Bütün gece uyuyamayaşımızın garip bi hissi var ama hala dinç hissediyoruz kendimizi. Bari gezelim şehri, sonra bi yerde kahvaltı ederiz, sonra gelir odamıza yerleşiriz, duş alırız, belki bir iki saat uyur, sonra tekrar çıkarız diyoruz. Çıkıyoruz dışarı. Dakika bir, gol bir. Biri bize durup dururken yol tarif ediyor. Nereye gitmek istediğimizi nerden biliyorsun acaba? Neyse bizimde belli bi hedefimiz olmadığı için tarif ettiği yola doğru gidiyoruz. Bizimle gelmiyor, seviniyoruz. Demekki iyi bir insanmış. Para falanda istemiyor diye düşünüyorum. Yürüyoruz öyle. 10 dakika sonra yine karşımıza çıkıyor, motoru ile. Hayır, diyor yanlış gidiyorsunuz. Meğer takip ediyormuş bizi. Allah allah diyorum, yolu tarif ediyor sonrada doğru gidiyorlar mı acaba diye takip ediyor.. baya iyi. Gelin diyor ben götüreyim sizi. Para falan istemiyorum. Arkadaşım Fransızca konuşuyor onunla, nereye gidiyoruz bilmiyorum. Yarım saat yürüdük, git git bitmiyor o neresi ise. Bizi getire getire bir dericiye ve tabakhaneye getiriyor. Anayın amı diyorum, zaten uykusuzum, yorgunum, naletim diyorum, içimden değil dışımdan. Nasıl olsa anlamıyor. Tabakhanede, harabe gibi, bir iki kuru kuyu var, ve işlem dahi yapılmıyor. Keriz gibi hissediyorum kendimizi. Ulan biz zaten dün Fez de en ünlü tabakhaneyi gezmişiz, burası ne? Kuru bi beton yığını. Kaldıkı biz sadece kahvaltı ve medinaya göz atmak istiyorduk. Bizi getiren adam birden yok oluyor. Demekki o derici ile birlikte çalışıyorlar. Oradan bir şeyler alsak komisyonunu kapacak. Kızgın bir şekilde çıkıyoruz dışarıya. Bundan sonra hiç kimseyi dinlemeden, hiç kimseye selam vermeden kendi başımıza yürümeyi tercih ediyoruz. Ki zaten sormadık hiç bir zaman yol, sokak vs. Onlar musallat oluyor. Bizde nazik davranalım falan derken buralara geliyor konu. Hem arkadaşım Fransızcada konuşuyor ya onlarla, kandırılmam herhalde diye düşünüyor galiba. Bak arkadaşım dedim, biz türkiyelilerde bi deyim vardır, “her zikim hıyar diyene, bi tutam tuzla koşma” diye. Bunu Almancaya nasıl çevirdiğimi sormayın, mantığını anlattım. Anladı. 


Sonra Marakeş,'in ünlü büyük meydanı Jemaa el Fna‘ya geliyoruz. Fotoğraflarda gördüğümüz o kalabalık yok. Ama saat daha sabahın 10’u gibi bi şey. Zeytuni adında bi restoranın terasına çıkıyoruz. Harika bir kahvaltı yapıyoruz, taze sıkılmış meyve suları ile. Üzerimize ara ara soğuk su buharı püskürtülüyor. Kahvaltıdan sonra yine bir dinçleşiyorum. Ama çok uzun sürmüyor, gardım yeniden düşüyor. Otelimize, pardon riadımıza gidiyoruz taksi ile, pazarlık her daim. Nereye gidersek gidelim 20 Dirham. Yani iki Frank. Saat 12 yi geçiyor. Odamıza yerleşiyoruz. Duşumuzu alıyoruz ve uyku çöküyor. Sonra bi güzel uyuyoruz, 4 saat kadar. 

Dinlenmiş bi şekilde Marakeş’in o ünlü meydani Jemaa el Fna’ya tekrar gidiyoruz.
Akşam güneşi gökyüzündeki bulutları ve meydanı kızıllaştırıyor. Meydanda insanlar çoğaldıkça curcunada çoğalıyor. Yerel giysili adamlar, başlarında fes, ellerinde davul, tamtam da tamtam. Hep aynı ritim. Yılan oynatan adamların ağzında zurna gibi şeyden çıkan o tiz ses. Maymunlarla fotoğraf çektirenler, ellere kına yakan kadınlar, yemek standları, meyve standları, sihirbazlar, tam bir ses, renk ve kolu curcunası. Sağa sola bakarak dikkatlice yürüyoruz. Çünkü biri üzerine yılan atabilir, biri kolunu çekip kına yakabilir, sen istesende istemesende. Sonrada senden para isteyebilir, bunlar hep olağan şeyler orada. Fotoğraf çektiğini görürlerse üstüne yürüyorlar, çekemezsin diye. Parasını verirsen sorun olmuyor. Hepsi yamyam gibi. En güzeli bunları uzaktan izlemek diye, bi restoranın terasına çıkıyoruz. Bir saat kadar izliyoruz. Gece çok daha kalabalıklaşıyor. Ve hiç bitmeyen tamtam. Ancak ezan okunurken susuyor hepsi birden. İşte o an zaman durmuş gibi geliyor. 
Ezan deyince, aklıma geldi. Burada hiç bir yerde güzel ezan okuyanı duymadım. Sanırsın bi öküz böğürüyor. Makam yok, sözler anlaşılmıyor. Sabah ezanı mı, akşam ezanı mı fark yok. Hepsi aynı tonda ve böğürtüde. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Ezan ibadete, namaza çağrıdır, o ezanı duyan ibadetten soğur valla. Minarelerde farklı. Dört köşe. Mimarileri güzel yalnız. 

Sonra ezan bitince yeniden başlıyor curcuna. Bu anlamsız kalabalık ve gürültü sıkıyor bizi. Bir standa yemeğimizi yiyip hemen ayrılıyoruz meydandan. İstiklal caddesine benzeyen bi sokağa giriyoruz. Gayet güzel, modern ve şık mekanlar var bu sokakta. Yerel halkın takılmadığı. Oralarıda gezdikten sonra Riadımıza dönüyoruz akşam 9.30 gibi.  Gündüzden buzdolabına koyduğumuz beyaz şarabı alıp çıkıyoruz terasımıza. Teras öyle güzelki. Bizden başka kimse yok. Ilık esen rüzgar yüzümüzü okşuyor, yıldızlar tepemizde. Telefonlardan müzikler dinliyoruz, geceye damga vuran şarkı ise “what a wonderful world” oluyor. 

Ertesi gün, Atlas dağları eteklerinde bir şelaleye gidiyoruz. Giderken 4 ayrı vadilerden geçiyoruz. İt ürmez, kervan geçmez yerlerde yaşayan insanlara tanık oluyoruz. Argan yağı üretim tesislerinde yöresel giysili kadınlar çalışıyor. Onların üretimlerine şahit oluyoruz. Sonra tekrar yola devam. Otelin bize ayarladığı minibüste sadece biz varız. Bazen türk müzikleri bile çalıyor. Seviyorlar Türk müziğini. Bi restoranda Volkan Konak çalıyordu.

İnce uzun, yüzü güneşten yanmış ve kırışmış,    dağları seven berberi bir abi bize rehberlik etmek için bekliyordu vardığımızda. Bunlar hep fiyata dahilmiş, ekstra para vermemiz gerekmiyormuş. Dere tepe tırmanıyoruz şelaleye doğru. Bazı duraklarda Atlas dağından çıkarılan taşlardan figürler satılıyor. Oradan hediyelik bir kalp alıyorum. 
Şelaleye varıyoruz. Bir nane çayı içip dinleniyoruz. Gün bitiyor ve geri dönüyoruz. Riadımızda güzel bir uykuya dalıyoruz. 


Sabah kahvaltımızı edip, Marakeşte görülmesi gereken yerlerden biride botanik bahçe “Jardin Mojerelle”. Şehrin göbeğinde yemyeşil ve serin bir yer. Ve hiç bir yerde görmediğim upuzun kaktüsler, bambular vb. 
Parisli bir modacı Yves Saint Laurent 60 lı yıllarda buralara gelince aşık olmuş bahçeye. 80 lı yıllardada satın almış. Öldükten sonra külleri bu bahçeye serpilmiş. Bu gereksiz bilgileride verdikten sonra gezimi anlatmaya devam edebilirim. Bir saat bile sürmüyor oradaki gezimiz. Öğleden sonra başka bir kente gideceğiz. Bu yüzden Marakeşin curcunalı meydanları bi yana, görülmesi gereken tarihi yapıları diğer yana. Mimarileri, seramikleri, kapıları, ahşap oymaları muhteşem. 

Buralarıda gezdikten sonra, birde Marakeş souklarını (Medina çarşısı) keşfe çıkıyoruz. Burası Fez medinasından çok daha büyük. Çok daha gürültülü. Daracık souklarda bisiklet, motor, eşek, at arabası, insan kalabalığı. İlk etapta heyecanlı olsada, sürekli önüne, arkana, sağına, soluna bakarak yürümek yorucu geliyor bi süre bana. Bisiklet, eşek ve at arabası o ambiyansa uygun hadi, ama motorsiklet nedir ya? Bir taksici anlatmıştı, motorsikletler artık giremeyecek diye bi kanun çıkacakmış. Çok yerinde olur. Acayip sinir bozucu. Hepsine tekme atasım geldi. Normal caddelerde trafikte sürün şunu, ne işiniz var souklarda. Ama hoşuma giden başka bir şey vardı. Normal trafikte bir sürü yaşlı ve genç kadın motorsiklet kullanıyordu. Gece gündüz farketmiyor. Bu kadar çok motor kullanan kadın ben İsviçre’de bile görmedim. 

Böyle işte Marakeş anılarım. Pembe şehir. Keşmekeşi çok. Mimari yapısı güzel. Kaybolmaya müsait karışık sokaklar ve biraz yorucu geldi Fez’den sonra. 

Bavulumuzun teker sesleri ile geldiğimiz gibi ayrılıyoruz sevimli riadımızdan bir sahil kenti Essaouira’ya doğru. 

Görüşmek üzere... 

19 Eylül 2018 Çarşamba

Fas Gezimiz, Fez..

Fez'e Tepeden bakis.
Her hafta perşembe buluşamlarımızda 20 şer Frank topluyor ve tatil kasamıza atıyoruz. Para epey birikincede tatile çıkıyoruz. İlkini İstanbul’da, ikincisini Marmaris-Selimiye’de, üçüncüsü Venedik’te yapmıştık. Dördüncüyü aslında Kapadokya’ya planlamıştık, ama ani bir kararla Fas oluverdi. Rotamızı Casablanka, Fez, Marrakesh, Essaouira ve tekrar Casablanka olarak belirledik. Aslında Casablanka’nın sadece havalimanını kullandık, şehri gezmedik. Çünkü İsviçre’den direk uçak bulamadık Marrakesh’e.
Bir cumartesi gecesi indiğimizde Casablanka’ya, hemen havaalanından trene binip şehir merkezindeki tren garına gidip, ertesi gün Fez’e gitmek için tren bileti aldık. Bir yerlerde okumuştum, “siz siz olun tren biletlerini 1.sınıf alın” diye. Aldık. Sonra hemen her tren garı yanında bulunan 50 adım ötede ayırttığımız ibis otele yürüdüğümüzde bizi gören taksiciler gideceğiniz yere götürelim diye birbirleriyle yarışırken, bizi İbis otele bırakır mısınız dediğimizde yüz ifadeleri görülmeye değerdi. 


Casablanka Birasi
Fas’a ayak basıp, otelimize yerleşince, öğlenden beri yaptığımız yolculuğun yorgunluğunu otelin barında birer Casablanka birası ile atıyoruz. Güzel bira.

Ertesi gün erkenden kalkıp, kahvaltımızı yapıp, yine tren garına yürüyoruz. İstikamet Fez. 4 saatlik yolu 5 saatte gidiyoruz. Öyle, orada tren ve otobüsler. Belki zamanında kalkar, belki bi saat sonra. “Birinci sınıf” bir kompartman. Birinci sınıfı böyle dökükse ikinci sınıfı düşünemiyorum bile. Karşımızda Faslı modern bir kadın var. Fez’e kızına gidiyor. Arada sırada bize ikramlarda bulunuyor. Faslı’ların hepsi Fransızca konuşuyor. Arkadaşımla Fransızca sohbet ediyorlar. Ben pencereden dışarıyı izliyorum. Uçsuz bucaksız kızıla çalan kurak topraklar, kurumuş dikensi otlar, bazen yine toprak renginde küçük yerleşimler, ve bolca sağa sola atılmış çöpler görüyorum.  “Ben buraya bunları görmeye mi geldim” diye iç sesimle konuşuyorum. Bi ara tuvalete gitme ihtiyacı hissediyorum. Gördüklerim karşısında irkiliyorum. Mesanem patlayacak gibide olsa ihtiyacımı gideremeden tekrar kompartmana dönüyorum. Ne çabuk döndün diyor, arkadaşım. Kaşlarımı yukarı kaldırarak, girilecek gibi değil diyorum. Ama yerliler girip bi güzel ihtiyaçlarını giderebiliyorlar. Öğlen saatlerinde Fez garına yanaşıyor trenimiz. Görkemli Garları var Fas’ın. İlk işim wc’ye gitmek oluyor. Sonra çıkıyoruz dışarıya, gara bakarak bi cigara içiyoruz. Şehir merkezine doğru yürürken taksiler duruyor sürekli. Taksiye gideceğimiz adresi gösteriyoruz telefondan. Tamam atlayın götüreyim diyor. Kaç para olduğunu sormadan taksiye binmek yok. Bunu biliyoruz. 60 Dirham diyor. Hayır, 20 diyoruz. Kabul etmeyince başka taksici ben 20 ye götürürüm diyor. Biniyoruz. Otelimiz tam Medina içinde. Medina, kale ile çevrili eski şehir ve alışveriş merkezine deniyor. Taksi girmiyor. Burada taksiden inen turistleri çocuklar ve gençler karşılıyor, daracık ve birbirine benzeyen yollarda kaybolmayasın diye yol gösteriyorlar, gideceğin yere kadar eşlik ediyorlar, sen sorsanda sormasanda. Ne kadar misafirperverler diye düşünüyorum. Hedefe gelincede para istiyorlar. Vermezsen fena bozuluyorlar. Gelir kaynağı haline getirmişler. Oralarda birine sokak sormaya gelmiyor.  Ne kadar misafirperverler düşüncemi geri alıyorum bu sefer. “Riad Tahra” kalacağımız yerin adı. Mimarisi hep ayni olan küçük butik otellere yada pansiyonlara Riad deniyor. Orta yeri açık, seramiklerle süslü, küçük bir havuzu yada çeşmesi olan, pencereler içe dönük, dışardan bakıldığında sadece duvar gibi görünen güzel yerler. Zile basıyoruz, gençten güler yüzlü, sempatik bi oğlan karşılıyor bizi otantik mavi giysisi ile. Güzel kokularda geliyor. Bize hemen nane çayı getiriyor. Küçük bardaklara özel tutaçlarla çaydanlığı yukarı kaldırarak dolduruyor. İzlemesi keyifli. Form veriyor sonra onları dolduruyoruz. Bize birde şehir planı veriyor. Nerelere nasıl gideceğimizi anlatıyor. Her yere yürüyerek gidecek uzaklıktayız. Odamızı gösteriyor. Çok temiz, sıcacık, vitray pencereli odamıza yerleşiyoruz. Üst değiştirip hemen Fez’i keşfe çıkıyoruz. Çünkü burada bir gece iki gün kalacağız. Şu ünlü Unesco dünya mirası Medinasını (çarşısını) bir de ben gezeyim, değerlendireyim diyorum arkadaşıma:) 


Mavi Kapi, Bab Boujloud
Mavi kapı denilen ünlü Bab Boujloud kapısından içeri giriyoruz. Renk, ses ve koku cümbüşü sağlı sollu bütün “souk” denilen kapalı çarşı tarzı Medina’da.  Canlı tavuklar, pişen tavuklar, hamur işi yapan kadınlar, renkli kilimler, deri çantalar, hasır çantalar, seramikler, babuçlar, aktarcılar, tatlılar,  Tajin’ler. (Tajin = Fas usülü toprak güveçler). 

Bonjour Madam, diyen insanlar. Bonjour diye gülerek selamladığında illa bi şey satmaya çalışıyorlar. No, thank you! Şükran! No, thank you! Şükran, diye diye ilerledik. Hiç cevap vermeden ve gülümsemeden geçersen, sen Çinli’misin diye alay ediyorlar. Uçsuz bucaksız, hep birbirine benzeyen souklar, eşyalar. 

Canımız alkollu bi şeyler istiyor. Ne mümkün? Zemin katlarda zaten içilmiyor, ama Medina denilen yerlerde alkol alabileceğiniz yerler yok gibi bir şey. Mavi kapının yanına tekrar dönüyoruz. Terasta bi yeri gözümüze kestiriyoruz. Ama bira yok. Soğuk kola siparişi veriyoruz. Soğuk bir kola yada su hiç bir yerde içemedim. Soğukluk anlayışları neyse artık? Belki buzlu istemeliydik. Bilemiyorum. Mekan sahibine burada nerede soğuk bir bira içebiliriz diye soruyoruz. Hemen karşındaki hemde zemin kat olan restoranı gösteriyor. Akşam yemeğimizi orada yemeye karar veriyoruz. Kolamı bitiremeden kalkıyoruz mekandan. Şehir dışındaki kaleye yürüyoruz. Şehre şöyle bir tepeden bakıyoruz. Soluk sarı renginde bi şehir Fez. Arkadaşıma biz Türkiyeliler Fas deriz bu ülkeye, oysa bütün dünyada Marokko, Morocco deniyor. Neden acaba diye soruyorum. Bilmiyorum diyor. Kendimce bir mantık yürütüyorum, Fez ülkenin en eski başkenti, dünyanın ilk üniversitesi falan orda kurulmuş diyorlar, belkide o yüzden olabilir. Vardır elbet bizimkilerinde bi bildikleri ?!?!
Peceteye sarili biralar:)
Akşam karanlığı çökmeye başladığında gözümüze kestirdiğimiz o ünlü mavi kapı yanındaki restorana gidiyoruz. Önce yerel bira olan Casablanka birası istiyoruz. Sonrada birimiz etli, birimiz tavuklu Tajin siparişi verdikten sonra bira bardaklarımız peçeteye sarılı bir şekilde geliyor. Tokuştururken ses çıkmıyor. 

Fakat biralar colanın aksine soğuk geliyor. Bize son olarak karpuz ikram ediyorlar. Karpuzun çoğunu ben yemişim güya. Hesabı öderken bir poşet içinde karpuz tutuşturuyor elimize, siz karpuza doyamazdınız galiba diyerek. 
Sonra Riad’ımıza yürüyoruz, soluk sarı rengindeki yapıları, sarı sıcak sokak lambalarınının aydınlattığı dar sokaklarda. Birazda terasta oturup odamızda nefis bir uykuya dalıyoruz. 

Tannery, Tabakhane 
Ertesi gün ilk işimiz kahvaltıdan sonra, Marakeşe gece yolculuğu yapacağımız görece daha temiz ve daha donanımlı özel CTM otobüs şirketinden bilet temin edip, şehrin medreselerini, camilerini ve en ünlü “Tannery” dedikleri  “Chouara” deri tabakhanelerini gezmek niyetimiz. Medina içinde yer alan tabakhaneyi hiç kimseye sormadan telefondanki navigasyonu kullanarak ve zaten uzaktan gelen kötü kokuya doğru yürüyerek zorda olsa buluyoruz. Tabakhaneleri görmek ve fotoğraflamak ancak teraslardan mümkün. Deri ürünleri satan bir dükkanın terasına çıkıyoruz. Para almıyorlar bizden. Elimize bir tutam nane veriyorlar. O kokuya dayanılacak gibi değil zira. Koklamak bile yetmiyor. Nane yapraklarını burun deliklerime sokuyorum. Evet, işte şimdi o hep fotoğraflardan gördüğüm kocaman bir sulu boya kutusu görüntüsü karşımda. Fotoğraf çekiyorum, fotoğraf çekiliyoruz. Oysa aşağıda o sıcağın altında ve o kokuda çalışan işçiler var. Derici bize oranın tarihini anlatıyor. Afrika’nın en büyük, en eski tabakhanesiymiş, deve, inek, keçi, koyun derileri işlemden geçiyormuş. İnek sidiği, güvercin boku gibi doğal amonyaklar kullanarak... Ben sadece orada güneşten yanmış, çalışmaktan çökmüş insanlara bakıyorum bi süre. Burnuma soktuğum nane yapraklarını çıkarıyorum utanarak. Sonrada ayrılıyoruz oradan. Derici bize bir şey satamadığı için hafiften bozuluyor. 

Sonra demirciler çarşısı, ve el zanaatları souklarını gezdikten sonra, Riadımıza dönüyoruz. Çünkü orası çok güzel. Biraz daha vaktimiz olduğu için bizi spa ve yüzme havuzu olan ikinci Riadlarına götürüyorlar. Fiyata dahilmiş. Zaten geceliği 24 Frank, yani hiç bir şey değil. Marokko pahalı bi ülke değil. Tekrar Riadımıza gelip bavullarımızı alıp, vedalaşıyoruz Riadı işleten çocuklarla. Kucaklaşıyoruz hatta, sanki bi akrabadan ayrılır gibi, o kadar şirinlerki. 
Akşam yemeğimiz için tabiki yine aynı yere gidiyoruz. Dün akşam mekan sahibi elimize karpuz sıkıştırırken bu akşamı garantiliyor. Yemeklerimizi yiyor, biralarınızı içiyor ve taksi ile CTM otobüs terminaline gidiyoruz. Bagajlara para alıyorlar. Otobüs dakik kalkıyor, 21.30 da. Sabah 6 da Marakeşte olacakmışız. Yolculuk başlıyor. Karanlık ve hiç viraj olmayan yollarda ve hep aynı hızda gidiyoruz Marakeşe doğru. Uyumaya çalışıyoruz.. 

Yarın Marakeşte görüşmek üzere.. 


Tajin


2 Eylül 2018 Pazar

Bayan Suzi Düşmüş

En son Mart ayında ziyaret etmişim bayan Suziyi. Güya sık sık gelirim diyordum. Benim sıklarım beş ayda birse demek?
Geçen pazartesi idi. Postanedeki posta kutusundan her gün saat 11 de firmanın postasını almaya gitmiştim. Döndüğümde kulağındaki telefona “ aaa şimdi geldi”veriyorum derken, sağ eliylede bana gel gel işareti yapıyordu eşim. Kim olduğunu anlayamadan kulağıma götürdüğümde telefonu, karşıdaki ses hala konuşuyordu. Sözünü kesmeden bi süre dinledim, sonra bayan Suzi olduğunu anladım. Merhaba bayan Suzi dedim. Aaaa, merhaba dedi. Başıma gelenleri eşinize anlattım, dedi. Ne oldu ki? dedim. Düştüm, dedi.  Otobüste düşmüş, hemen hastaneye kaldırılmış, kalçasından ameliyat olmuş, bir hafta sonra nekahet dönemi için bakım evine yerleştirilmiş. Peki dedim, bana adresi verin ziyaretinize geleceğim. Çok mutlu olurum, ve sizden bi kaç ricam olacak dedi. Evime çok yakın şu bakımevinde kalıyorum, dedi. Salı sabahtan gittiğimde özel odasında masa başında kağıt kürek işleri ile uğraşıyordu. Girdiğimi duymadı bile. Karartımı gördüğünde sağ eliyle yakın gözlüğünü iyice aşağıya indirdi. Uzaktan seçemedi beni. Yaklaşınca ben, birden gülümsedi merhaba bayan Yalçın dedi. Kusura bakmayın kalkamıyorum, dedi. Lütfen rahatsız olmayın diyerek yanındaki sandalyeye oturdum. Bu kazadan sonra görme ve duyma problemi yaşıyorum, kitap ve gazete okuyamıyorum, ama hergün antrenman yapıyorum sanırım düzelteceğim bu durumu, dedi. Bakın her şeyi organize etmem gerekiyor, herşeyi not alıyorum, dedi. Yapılacaklar listesi yapmış.
Düştüğümde, ve ambulans çağırdıklarında ilk kedilerimi düşündüm ve onlara bakacak birini buldum, dedi. Ben yıllarca onları bırakıp tatile bile gitmedim, dedi. Özellikle onlar için hastalanmamalıyım diye çok dikkat ediyordum, ama otobüs şoförü suçlu bulundu, onlara bunun hesabını soracağım, hakkımı arayacağım, dedi.
O dinamizmine hayran kaldım. Kader, nasip, kısmet, alınyazım böyleymiş, deyip pes etmiyor.
Sizden bi kaç ricam olacak, dedi. Hepsini önceden yazmış.
Biliyorsunuz evim iki katlı. Bu durumda şimdilik merdivenden üst kata çıkamam, alt kattaki beyaz kanepeyi yukarı çıkarmanız, üst kattaki sağ odada bulunan bordo kanepeyi aşağıya indirmeniz. O açılıp yatakta oluyor çünkü dedi. Koridordaki lambanın ampülü patlak, onu onarmanız, çünkü ben çıktıktan sonra eve bi süre bakıcı gelecek, ve lamba yanmadığı için göremez ve düşerse sorumluluğu bana ait, yoksa ben biliyorum orada lamba olmadığını ve 87 yıldır o evde yaşıyorum karanlıkta bile yolumu bulurum, dedi. Bilinçli olmak başka bir tabi. Haklarını savunuyor ama sorumluluklarınında bilincinde. Buna benzer bir kaç yapılması gereken şeyleride söyledi. Ve bunları bana faturalandırın dedi. Bende Türk mantığı ile nolcak canıııım, yarım saatlik iş, insanlık öldümü, hallederiz, hatta size beleşe yaparız demeye getirdim Almanca cümlelerle. Hayııır, asla kabul etmem, dedi. Sizin bir firmanız var, ve fatura yazabilirsiniz dedi. Peki, dedim.

Evinin anahtarını verdi bana. Burada hiç bir şeyim yok, size bir şey ikram edemiyorum üzgünüm, ama evim karşıda, gidin kellerdeki mahzenden bir şişe şarap alın, dedi. Hiç önemli değil deyip, ayrıldım ve işe döndüm.

Aynı gün iş çıkışı bi kaç çeşit meyve, ve çikolata alıp yeniden gittim yanına. Çok mutlu oldu. Oradayken bizim gençlerden birinide çağırdım, o taşıma işleri, ve lamba onarımı için. Geldi ve birlikte bayan Suzinin evine gittik. Lambayı halletti, ama taşıma işi benimle mümkün değildi. Yukarıdaki kanepe leş gibiydi ağırlık olarak. O daracık merdivenden indirmek mümkün olmadı. Diğer işleri halledip çıktık.
Perşembe sabahtan bizim gençlerin ikisi birden geldi. Taşıma işini hallettik. Bize verilen görevler bitmişti. Mutluyduk.
Günlerden perşembeydi. Perşembe kadınları olmazsa olmazdı. Arkadaşıma, bu Perşembe’yi çok farklı bi yerde yapalım mı dedim. Yapalım dedi. Bir şişe şarap, ve atıştırmalıklarla bayan Suzi’yi ziyarete gittik. Bakım evinin kocaman bi terası var. Bizi görünce çok sevindi. Bakın ne getirdik dedim şarabı göstererek. Bardakta getirdiniz mi dedi, gözlerini açarak. Hayır, ama gider kantinden alırız, dedik. Hayır hayır, dedi benim bi fikrim var. İki bardak var zaten bende, birde lavaboda diş fırçalarının girdiği bardak var, onu bi güzel temizleriz ben ondan içerim, dedi heyecanlı heyecanlı. Çıktık terasa. Bizden başka kimse yok. Donattık masayı, açtık soğuk beyaz şarabı..
Anahtarını teslim ettim. Kanepeyi indirdik dedim. Ya lamba? Dedi. Onuda hallettik dedim. Arkadaşıma dönüp, işaret parmağıyla beni gösterip, bayan Yalçın harika bir kadın dedi. Arkadaşım onu onaylarcasına, “evet biliyorum” dedi. Bana sorarsanız ortada bi harikalık yok. Yapılması gereken yapıldı. Severek, isteyerek ve gönülden yaptım. Görev olarak yapmadım. Ama bayan Suzi bunların hepsini fatura yapacaksınız dimi, diyordu. Kültür farkı işte. Fakat iki kültürede yakın olduğum için yadırgamıyorum.


Çok güzel sohbet ettik. Çoğunlukla bayan Suzi konuştu. Biz dinledik. Konuşmaya susamıştı sanki. Çok güzel cümleler kuruyordu. Yaşlılık hiç güzel bir şey değil. Yıldızıma olan güvenimi kaybettim. Kaderime olan güvenimi kaybettim. Bazen diyorum ki, bir motorsiklet kazasında ölüp gitmek, yaşlanmaktan çok daha iyi olduğunu düşünüyorum, dedi. Ve “es ist sehr wichtig „einfach“ zu leben“ dedi. Sade bir yaşamı yeğlerdim, demeye getirdi. Bu ne demek, dedim. Evde bir sürü Hermes çantam var. Şu marka eldivenim, şapkam, bankada mücevherim var. Şu an hiç birinin önemi yok, dedi. Hermes markasını bilmiyordum bile. Arkadaşım biliyormuş ama. O zaman ben gayet basit ve sade yaşıyorum dedim, ve gülüştük. “Peki, iyi yaşadım, güzel yaşadım” diyebiliyor musun” dedim. (Artık dünden beri birbirimize sen diye hitap edebiliyoruz. Yoksa yıllardır hep siz dedik birbirimize.)
Evet, dedi iyi yaşadım. O zaman sorun yok, önemli olan bu değil mi, dedim. Evet öyle ama yinede daha sade yaşamak isterdim, dedi. Konu konuyu açtı. Arkadaşım Antonella bi ara kayboldu. Yakın bir marketten bi şarap daha alıp gelmişti. Saat akşam 18 olmuştu. Bayan Suzi bakım evinin akşam yemeğine gitti. Biz arkadaşımla terasta oturup sohbete devam ettik. Hatta dedik ki, düşünsene bir bakım evinde, bakıma muhtaç olmadan, ve yemek saatine uymadan oturtabiliyoruz, işte buna içilir diyerek baya oturduk orada. Yemek sonrası bayan Suzi yine geldi. Bardakları almam lazım dedi:) zaten bırakacaktık dedik. Ama buraya giriş çıkışlar akşam 18 den sonra sorun olabilir, dedi. Herşeyi düşünüyor, herşey planlı programlı hayatında. Biz ise gayet rahat. Çıkarız çıkarız dedik. Apar topar topladık herşeyi. İndik odasına. Bardakları yıkadık, boş şişeleri çantamıza aldık, bayan Suzi bize çıkış 
kapısına kadar eşlik etti. Son zamanlardaki  en güzel momentleri yaşadım sizinle, teşekkür ederim dedi. Yarın çıkıyorum, akşama bay Anliker yemek siparişi verdi eve, sende gelirmisin dedi bana. Tabiki gelirim dedim. Ve kucaklaşarak ayrıldık. Fakat oda ne? Kapılar açılmıyor hakkaten. Çıkamıyoruz. Mantığımız almıyor. Dışardan giriş olmaz ama dışarı çıkmak mümkün olmalı. Hiç bir çalışanda yok artık giriş ve danışmada. Ama telefon var acil durumlar için. Arkadaşım telefon açtı. Telefondan, tamam biz açıyoruz kapıyı denmiş, ve açıldı kapı. Bizden çok bayan Suzi endişendi. Vedalaştık. 

Ve geldi çattı cuma. Nihayet evine gidebilecekti, ve onu 65 yıllık arkadaşı, dostu ve sevgilisi bay Anliker karşılayacaktı. Bay Anliker ile yıllarca birlikte çalışmıştık. Zaten bayan Suzi’yi onun sayesinde tanımıştık. Cuma orada olmaktan mutluluk duyacaktım.
Cuma akşamıydı. Gittim. Kapı zilini duymuyorum, kapyı açık bırakırım, girersin demişti bayan Suzi. Evet, gittiğimde kapı açıktı, ben yinede zile basmıştım. Duymadılar. Girdim içeri. Ama gördüler. Kucakladım ikisinide. Gelmeyeceksin sandık, dediler. Gelmez miyim, dedim. Gittiğimde şarap içiyorlardı zaten. Bay Anliker ayağa kalktı beni görünce her zamanki centilmenliği ile. Geyik eti siparişi vermişti tanıdıkları bir restorana. Ben daha önce hiç geyik eti yememiştim. Ama o gecenin hatrına çiğ tavuk eti bile yiyebilirdim. Bay Anliker ve bayan Suzi hazırladı herşeyi, bana hiç bir şey bırakmadan. Nasıl utandım bilemezsiniz. Bayan Suzi tekerlekli sandalye değilde, „rolator“ denen tekerlekli bi aletle yürüyor.   Yani oturmadan, elleri ile sürüyerek. Türkçesini bilemedim şimdi. Yemekler ısıtıldı, bay Anliker çantasından bir Portekiz şarabı çıkardı. Bayan Suzi en sevdiğim şarap diye mutlu oldu. Ben sadece onların bu ağır çekim mutluluklarını izliyordum. Ve sanki 60’lı yıllarda çekilen siyah beyaz bir İngiliz yapımı film setindeydim. Yemeğimizi yedik. Tatlı olarak karake sipariş etmiş bayan Suzi. Karake ne demek bilmiyordum bile. Harika bi şeymiş meğer. İçi yumuşacık taze çikolata, dışı yeşil bişey. Ama bi tane yetiyor insana. Yani bizim bi keski baklava gibi.

Oturduk o gece. Yedik içtik. Sohbet ettik. Herşey çok güzeldi. Birden bire Bayan Suzi’nin yüzü değişti, kendimi iyi hissetmiyorum dedi inleyerek. Çok korktum. Hemen koluna girdim, yukardan indirdiğimiz o kanepeye yatırdım. Pencereyi açtım. İyiyim şimdi dedi. Biraz dinlen, dedim. Bay Anlikerin yanına gittim. Masadaki şarap bitmişti. Lütfen aşağıdan bir şarap getirir misin, dedi. Tabiki dedim, ama hangi şarabı dedim? İlk gördüğünü, dedi. Peki, dedim. Açtık bi şarap daha. Bay Anliker ile ilk kez baş başa ve çok özel konuştuk. Yıllarca birlikte çalışmış bu kadar yakın olmamıştık. Dedim ki, bayan Suzi daha önce anlatmıştı, 50 yılın üzerinde bir dostluğunuz varmış, ve gençliğinizde sevgiliymişsiniz. Dostluğumuz ve sevgili oluşumuz doğru, ama bu 50 yıllık değil, 65 yıllık, dedi.
Harika dedim. Ama şunu çok merak ediyorum, sen evlisin, ve şu an buradasın. Eşin bunu biliyor mu? Evet, biliyor o getirdi beni buraya, dedi. Nasıl oluyor bu, merak ediyorum dedim. İlgi alanlarımız farklı ve saygılıyız birbirimize, dedi. Anlamış gibi yaptım, ahaaaaa diyerek.

Peki hiç burada kaldın mı dedim. Evet, kaldım dedi. Peki bu akşamda kalabilir misin, bayan Suzi’yi yalnız kalmamalı dedim. Kalırım kalmasına, ama bayan Suzi bana kal demedi, kalamam dedi.
Zaman sonra bayan Suzi’nin yanına gittim. Şimdi çok iyiyiyim, geliyorum yanınıza dedi. Biraz daha dinlen, dediysemde kalktı geldi.
Bay Anliker burada kalmak istiyor, iznin olursa dedim. Hayır, hayır dedi. Hep alıştığı yatakta yatsın. Onunda tansiyon problemi var, burada kalırsa hem onun için, hem kendim için düşünüceğim diye argumanlar sundu. Ve ben onuda düşünecek kadar sağlıklı değilim, dedi. Bay Anliker’in orada kalma isteğini görüyordum, ama evine gitmelisin demişti sevgilisi. Peki, sen nasıl istersen dedi bay Anliker. Ve taksiyi aradı hemen bayan Suzi. 22.30 da kapısına bir taksi siparişi yaptı. Bense onların bu saygılı diyaloglarını izlemekle yetindim. 

Taksi geldi 22.30 da. Yağmuluğunu giymesine yardım ettim, fermuarını kapattım. Bastonunu getirmeye gittiğimde, birbirleri ile vedalaşırken dudaklarına bir öpücük kondurduklarını gördüm. Yürümekte zorluk çeken bay Anliker’e taksiye kadar eşlik ettim. Emniyet kemerini bağladım, yanağından öptüm, çok güzel bi akşamdı, teşekkür ederim, tekrarlayalım bunu dedim. Ama zaman geçmeden tekrarlayalım, dedi. Taksi şöförüne gideceği evdeki merdivenlerin olduğunu ve lütfen eşlik etmesini rica ettim. Merak etmeyin, dedi genç taksici. 

Bayan Suzi ile kaldık başbaşa. Masayı topladım, bulaşıkları yıkadım. Yanında kalmamı ister misin dedim? Hayır, dedi. Ama bana üst kattan pijama ve iç çamaşırı, birde yatağımın yanında duran abajurumu getirirsen sevinirim, dedi. İki kat çamaşır getirdim. Birde abajur ile birlikte yarım kalmış kitabını şimdiki yatağının kenarına yerleştirdim, Sevindi. Çok teşekkür ederim, bana çok yardımcı oldun, hadi sende git evde bekleyenlerin var, dedi. Kucaklaştık. Kapıyı kilitlemeyi unutma, dedim. Çıktım. Bi on dakika kadar bekledim dışarda. Sonra tekrar gittim. Kapı açıktı. Unutmuştu kilidi. Beni görünce tekrar bir şey mi unuttun, dedi. Evet dedim arabanın anahtarını bulamıyorum. Sonra bi yerde bulmuş gibi yaptım artık. Dedim şu kapıyı kilitle arkadan artık. Kilitledi. Eve dönerken bütün bu haftayı, ve bu geceyi düşündüm gülümseyerek... 

Bize nasil gulmüstü, icerde kaldigimizda:)
Arkadasim telefonla görevli ararken.