Sayfalar

21 Kasım 2019 Perşembe

10 Yaşımdaki Bana Mektup



Merhaba çocukluğum.

Biri bana senin yaşındayken bana neler yaşayacaklarımı anlatsaydı yaşamdan ürkerdim. Ama bak üzerinden 50 yıl geçti. Korkacak bir şey yok. Üzücü şeyler olduğu kadar güzel şeylerde olacak yaşamında. Yani hepsi hayata dair şeyler. Merak ediyorsun değil mi? Anlatacağım sana her şeyi biiiir bir.

Baban Almanyaya 10 bin lira biriktirmek için misafir isçi olarak gittiğinde bakmış ki o para birikmiyor, annenide alıp götürmüş. O zamanlar öyle, bir çok aile çocuklarını geride kalan ailesine bırakır Almanyaya veya Avrupanın başka ülkelerine çalışmaya giderdi. Sen ve abin yazın köyde ninende ve dedende, kışın bir kasabada Anane, dede, tezyeler, dayılar kalabalık bir ailede ilkokula giderken 4. Sınıftan ayrılıp Babannenin yanına Mudurnunun bir köyüne gönderileceksin 5. Sınıfı okumak için. Hangi akla hizmet diye sorma. Öyle uygun görecekler.

Köy okulunda tek sınıf var. Yani birler, ikiler, üçler, dörtler, beşler hep aynı sınıfta olacak. 5. Sınıfa giden tek sen olduğun için öğretmen sana bazen öğretmenlik yaptıracak. Bu senin hoşuna gitsede, sen hiç bir şey öğrenmediğin için biraz üzüleceksin. İlkokul bitince Ortaokul ve liseye gideceğim diye sevinirken, kız kısmı okuyupta ne olacak, okumayı yazmayı öğrendi işte, yeter, deyip hevesini kursağında bırakacaklar.

Köyde, üç katlı ahşap bir evde ninenle birlikte yaşayacaksın. Hayat bilgisini ondan öğreneceksin. Tohum nasıl ekilir, ekin nasıl biçilir, tırmık nasıl çekilir, harman nasıl yapılır, buğday değirmende nasıl un olur, ekmek nasıl yapılır, bostan nasıl sulanır, çapalanır ve bozulur, kilim ve bez nasıl dokunur, dantel, oya, kanaviçe, örgü nasıl yapılır, İpek böceğinin dut yaprakları ile beslenip koza ile kendini hapsedip sonra kozaları kaynatıp ipek ip nasıl olur ve boyanır bunların hepsine şahit olup öğreneceksin. Bazen sana bunlar fazla gelecek, oflayıp puflayacaksın. Ninen sana yaptığın bana ise, öğrendiğin kendine diyecek. Sen daha çok kızacaksın. Kızma. Yıllar sonra idrak edeceksin.

Saygılı olmayı, azla yetinmeyi, şükretmeyi, sabretmeyi, çok düşünüp az konuşmayı, hak yememeyi, komşulukları, ne kadar görgü kuralı varsa hepsini ninen öğretecek sana. Dinle onu, ilerde çok işine yarayacak bu öğrendiklerin.

İki yıl köyde çok güzel bi çocukluk yaşayacaksın. Bir yaz tatilinde yine annen, baban ve kızkardeşin gelecek Almanya’dan. Annen senin ve abinin hasretine dayanamayacak, bu sefer seni ve abinide götürecekler dönerken. Çok sevineceksin. O bir ay tatil diğer yıllarda sana bir gün gibi kısa gelirken, bu sefer o bir ay hiç bitmeyecek gibi gelecek. Çok merak ediyorsun Almanya’yı, ilk kez uçağa binmeyi. Ve bi şeyi daha biliyorsun. Almanya’da 18 yaşına kadar okul mecburiyeti olduğunu. Bunun içinde çok seviniyorsun.

O gün gelip çatacak. O zamanın tabiri ile Yeşilköy hava limanına ilk kez gideceksin. Uçakları yakından göreceksin. Çok heyecanlanacaksın. Uçak havalanacak ve Almanya maceran başlayacak.

Bahçe içinde üç katlı bi evin tavan katında iki odalı bir evde 5 kişi yaşayacaksın. Ev iki odalı olduğu için ev sahibi senin ve abinin ikametini yapmayacak. İkamet olmadığı için okula yine gidemeyeceksin. Annen ev arayışına girecek. O özlemle beklediğin, mutlu anne baba ve kardeşlerle yaşam hayalin de suya düşecek. Baban her hafta sonu içip gece yarısı sarhoş eve gelecek, huzursuzluk çıkaracak. Hafta sonlarından nefret edeceksin. Köydeki günlerini çok özleyeceksin. Annen dördüncü kardeşine hamile kalacak. Ev arayışı hızlanacak böylece. Büyük bir eve taşınıp ikamet belli olunca senide okula çağıracaklar diye sevineceksin. Nihayet dördüncü kardeşinin doğumuna yakın bir apartmanın 8. katına taşınacaksınız. Apartmanda, geniş bir dairede oturmak seni ve aileni çok sevindirecek. En çokta anneni. Hep apartmanda oturmak istemiştir çünkü.

Kısa bir süre sonra, Aralık ayının son haftasında bir Cumartesi gecesi annen doğuma gidecek. Oturduğunuz daireden hastaneyi göreceksin. Pencereden anneni görecekmiş gibi bekleyeceksin gece boyu. Hiç haber gelmeyecek. Sabahın köründe kalkıp babana bakacaksın, gelmiş mi diye. Alkol kokan odada duymayacak seni. Baba, diye sesleneceksin, başını kaldırıp ne var diyecek. Geldi mi kardeşim? Evet geldi. Kız mı erkek mi? Erkek diyecek. Sende gidip yatacaksın tekrar.

Aynı gün hep birlikte hastaneye gideceksiniz. Anneni ve emzirdiği yeni doğmuş kardeşini göreceksin. Adını Serdar koyacaklar. Annen artık çocuk istemediği için küçük bir ameliyat geçirecek. Hastaneye girmişken ikisi bir arada olsun çıksın diyecekler. Sen bunları tabi çocuk halinle anlamayacaksın. İki gün sonra annen ameliyat olacak. Ameliyatta bazı istenmeyen terslikler meydana gelecek. Bir hafta yoğun bakımda kalacak. Seni ve kardeşlerini almayacaklar yoğun bakıma. Bir yılbaşı günü izin verecekler senin ve kardeşlerinin yoğun bakımda olan annenin ziyaretine. Bir sürü kabloya bağlı yaşayan anneni göreceksin. Sanki gözlerinin açtığını göreceksin eline dokunduğunda. Sonra gideceksiniz eve. Yılbaşı kutlayacaksın evde arkadaşlarınla. Gece yarısı kapı zili çalacak, iki polis olacak kapıda. Anneniz yoğun bakımda diyecek. Sende biliyorum diyeceksin. Babanız nerde diyecek? Bilmiyorum diyeceksin. Birahanededir diyemeyeceksin utancından. Ve polisler gidecek. Ne olduğunu anlayamayacaksın. Ertesi gün hastaneye gideceksiniz yine hep birlikte. Aynı hastanede yatan bir türk ile karşılaşacaksın. Başınız sağ olsun” deyince anlayacaksın ama anlamamazlıktan geleceksin. Yeni doğum yapmış, 36 yaşında bir anne özlemez diyeceksin. Ama yoğun bakım katına değil, bodrum katındaki morga götürecekler seni ve kardeşlerini. Beyaz bi örtünün altında, hafif gülümseyen, bi gözleri hafif açık gibi yatan anneni göreceksin. Hiç korkmayacaksın. Ağlayamayacaksın bile. Kabullenemeyeceksin. Sonra akacak gözyaşların sessizce. Sabretmeyi zaten ninenden öğrenmiştin.

Annenin cenazesi Türkiye gidecek. Bunlardan senin hiç haberin olmayacak. Çünkü her gün seni hastaneye çağıracaklar, kardeşinin bakımı için eğitim verecekler. Kardeşine annelik yapacaksın. Çocukla her doktor kontrolüne gittiğinde utanacaksın herkes senin çocuğun sanacak diye. (Utanma, gururla git diyebilsem keşke sana bu şimdiki aklımla). Okul hayallerin bi kez daha suya düşecek. Bu arada 15 yaşına gelmiş olacaksın.
Ama 18 yaşına girmediğin için umutların bitmeyecek. Bi gün seni okula çağıracaklar. Baban, annesini yani nineni getirecek Türkiye’den. O gelince rahatlayacaksın biraz.
Okula gideceksin. Ama yereli Almancan olmadığı için ne kadar isteklide olsan notların düşük olacak.

Baban tekrar evlenecek iki yıl sonra. Önce ”anne“ diyemeyeceksin o kadına. Ninen Türkiye’ye dönecek. Zamanla alışacaksın ikinci anneye. İyi biri diye düşüneceksin. Anne bile diyeceksin. Sonra terkedip gidecek sizi. Babanda onunla gidecek. Sen dört kardeşinle birlikte kalacaksın. Birbirinizi çok seveceksiniz. Başınıza ne gelirse gelsin sabredeceksiniz, hep ileriye bakacaksınız. Nasıl daha iyi olabiliriz, daha iyi yaşarız bunun savaşını vereceksiniz. Küçük iki kardeş okula gidecek, sen ve abin çalışacaksınız. 6 yıl bir fabrikada çalışacaksın. Sonra toplu çıkışlar olacak. Bunların arasında sende olacaksın. Aslında buna sevineceksin. Tazminat alacaksın, ve bununla borçlarınızı ödeyip, yarım kalmış okul hayatına yeniden döneceksin. Üniversite olmasada, lise yada dengi bir diploma alıp bi meslek yapacaksın.

Çevreniz değişecek. 80 darbesinden kaçıp yurtdışına iltica eden devrimci “abilerle, ablalarla” tanışacaksın. Seminer, koro ve folklor çalışmalarına katılacaksın her pazar.
Bir gün yine o Pazar aktivitelerinin sonunda, merdivenden inerken biri çıkacak karşına. Bir şimşek çakacak gözlerinde. Yanındaki ile selamlaşacak. Sende, kim bu ördek diyeceksin. Bir yoldaş diyecek, görevli geldi İsviçreden. İyi, diyeceksin, bakarız icabına. Bu arada 28 yaşına gelmiş olacaksın. Abin ve kız kardeşin evlenmiş olacak. Küçük Serdar ise 17 yaşında olacak.

Neyse sen bu yoldaşla ciddi bir ilişkiye başlayacaksın. Ama kimseler bilmeyecek, duymayacak. Öyle bir yasak var. Çünkü devrimciler aşık olmaz, acıkmaz, yorulmaz diye bir anlayış var. Aşka yasak mı olur deme? Evet olmaz, olmayacak zaten, ama işte gelde anlat o zamanlar.

O görevli yoldaş yine gidecek geldiği yere apar topar. Hiç haber alamayacaksın 7 ay kadar. Sonra bir gün iş yerinde telefonun çalacak, karşındaki o yoldaş olacak. Heyecanlanacaksın. O gün havalarda uçacaksın.

Basel’de bi gece düzenlenecek, sende koro ve folklor grubu olarak o gecede olacaksın. 7 ay sonra o yoldaşla orada karşılaşıp sım sıkı sarılıp kucaklaşacaksın. Gece bitecek, sen Bern’e gideceksin o yoldaşla. Sabaha kadar çay içip sohbet edeceksin. Sana bir saat hediye edecek. Sende ona Levis 501 kot. Onu çok sevecek ama giymeye utanacak. Hiç uyumadan sabah olacak. Züriche gideceksiniz. Akşamına onu orada bırakıp Almanya’ya döneceksin. Yine hiç uyumadan direk işe gideceksin. Gençlik, aşk böyle bi şey işte.

O yoldaş bi tarih alacak nikah dairesinden, sen trene binip gideceksin bir kış günü. Kimse olmayacak yanında. Güneş ve kar gözlerini kamaştıracak. Şahitleri sokaktan toplayacaksınız. Evlendirme dairesinde imza atıp evleneceksin. Bern’de bi restoranda yemek yiyip eve geleceksiniz. Sonra sen yine Almanya’ya döneceksin. Hiç çocuk istemeyen sen, ikiz çocuklarına hamile kalacaksın. İkiz çocukların erken doğacak. Adları Deniz ve Taylan olacak. 5 yıl Almanya ve İsviçre arasında mekik dokuyacaksın. Sonra kararını verip İsviçre’ye yerleşeceksin. Sen okulunun iki ülke arasında bölündüğünden muzdarip olduğun için, çocuklarına bunu yaşatmak istemeyeceksin. Nerede okula başlayacaklarsa orada bitirsinler isteyeceksin. Öylede olacak.

İsviçreyi ve İsviçre’deki yaşamı çok seveceksin.

Şimdilik bu kadar. 20 yada 30 yaşına geldiğinde tekrar görüşürüz. 10 yaşındaki sana şimdi her şeyi detayıyla anlatamam ki? Senden sonraki kırk yıllık yaşamı kırk satıra nasıl sığdırayım. Ama şunu bil, hayat her şeye rağmen güzel.

ps. Çocukluguma mektup fikrini bir çok bloger arkadaşımda görüp, okuyup esinlendim.

17 Kasım 2019 Pazar

Köpek Isırınca Ne Yapmalı?

Ormanda her günkü yürüyüşümü yapıyordum. Yokuşa geldiğimde üç kişi, üç köpeği ile durmuş sohbet ediyorlardı. Köpek görünce tempolu yürüyüşü bırakıp normal yürürüm. İkisi tasması ile sahibinin kontrolünde . Biri serbest. Üçüde güzel köpekler.
Ormanda çok karşılaşarım böyle bana doğru gelen yada yanından geçerken bana oyun yapan köpekleri, kafalarını okşarım onlar yoluna ben yoluma gideriz. Bu sefer öyle olmadı. Serbest olan siyah Avusturalya çoban köpeğine benzeyen bana doğru geldi. Bende yine kafasını okşayayım diye sağ kolumu kaldırdığım anda kolumdan ısırdı. Şaşırdım. Korktum. Sonra diğer köpekler Alman kurt, ve diğer cinsini bilmediğim bir köpek havlamaya başladı tasmadan çıkabilseler saldıracaklar gibi. N’oluyo ya, dedim kendi kendime. Allahtan çok soğuk havalarda kat kat giyinmişim. 
Dedim köpeğiniz beni ısırdı. Hepsi birden “ısırdı mı?” Dediler. Sanki görmediler? Ceketimi çıkardım, kolumu diğer polar tişörtten sıyırdım, iki çizik gördüm. Bakın dedim, ısırdı. Neden bağlı tutmuyorsunuz? Oooo, dedi sahibi, hiç böyle yapmazdı. Ne yapılır böyle durumlarda bende bilmiyorum ki; aklıma ilk gelen aşısı var mı demek oldu. Tabi tabi bütün aşıları var, dedi. Polar tişörtümün kolunu tekrar indirdim, delik var mı yok mu kontrol ettim, yok, sonra yağmurluk gibi olan ceketimin koluna baktım ondada delik yok. Dişlerinin geçmediğine inanarak yoluma devam ettim. 

Sonra kendime çok kızdım. Neden fotoğraf çekmedim, neden köpeğin ve sahibinin bilgilerini almadım diye. 

Sahibinede kızdım. Ben sormadan onun söylemesi gerekmiyor muydu, bakın bu benim telefon numaram adım şu, doktora giderseniz sigorta numaram şu diye? 

Gitmedim doktora. Ceketimde delik olmayınca dişleri geçmedi diye düşünüyorum hala. İki gün geçti. Ateşim falan çıkmadı. Morartı var, ve iki sıyrık. Evdekiler, doktora git dediler ama gitmedim. 

Şimdi köpeklere karşı tırsma geldi bana. Güvensizlik. Sanki ne yapacağı belli olmaz gibi geliyor. 

Kedi ile köpeği kıyaslarlar ya hani, kediye bi şey yapmadığın sürece yanından geçse bile bi şey yapmaz. Ama köpek öyle değil, hiç bi şey yapmasan bile gelip saldırıyor işte. 

Ben kediciyim. Köpekleri sadece uzaktan sevmeye devam edeceğim. Bana dokunmasınlar, bende onlara. 

1 Kasım 2019 Cuma

Jealousy..

Bir çok blog yazarında gördüğüm şu. “Uzun zamandır yazamıyorum ama burası benim ilk göz ağrım, çok ihmal ettim vs.” Bunlardan biride benim. Demekki oluyor böyle şeyler. Kimsede neden yazmıyorsun diye merak etmiyor açıkçası. Burası sadece bize ait, ister yazarız ister yazmayız. Böyle bir zorunluluğumuzun olmaması güzel. Sadece içten içe keşke daha fazla yazsam diye geçiriyor insan. Kendi için en azından. Ama işte olmayınca olmuyor. Son zamanlarda çok sevdiğim bir söz var, “çokta şeyetmemek lazım” her şeye o kadar uyuyor ki. O yüzden tekrar ediyorum, her şeyi çokta şey etmemek lazım😀

Gelelim bana. Ne yaptım Ağustostan beri. Eylül’de üç haftalık bir Türkiye tatilimde gezdiğim yerler sırasıyla, Antalya, Uşak, Gebze, Marmaris-Selimiye ve İstanbul olarak tamamladım. Üç hafta boyunca nereye gittiysem çok çok güzel geçti. Yani tatil gibi tatil işte. Ye, iç, sıç, gez. Siesta!! Sonuç 4 kilo alarak geri dönüş. Olsun. Pekte koymadı açıkçası. Evet iki yıldır yürüyüş ve spor yapıyorum. Yiyecekler konusunda biraz daha dikkatliyim. Ama bedenimi seviyorum, ne istiyorsam o şekle giriyor. Tabiki çalışarak😀. Yok öyle şimdi yürüdüm şunu yiyebilirim, şu kadar spor yaptım bunu yiyebilirim? Çok hareket, az yemek ama ne yediğini bilmek. Ekmek, makarna, pilav, tatlı, alkol çıkacak hayattan. İşin sırrı bu. Ve bol bol su. Öyle su ki, her iki saatte bir çişe gideceksin. Bende böyle oluyor en azından. Yıllarca 67 kilo idim. (Yani cocuklardan sonra. Yoksa hep 49 dum) Sonra 64 te takılı kaldım. Sonra yürüyüşlerimi artırdım. 15 bin Adım gibi günlük. Sonra evde egzersiz. Dambıllar falan her türlü ekipmanı aldım eve. Çünkü spor salonunu sevemedim. Yazıldım yazıldım gitmedim. Ben özgür alanlarda, ormanlarda yürüyüşleri seviyorum. 64 den 58 indim. Türkiye dönüşünde tartıya çıktım 61 gösteriyordu. Olsun dedim. Hareketsiz, bol yemeli içmeli başka ne olacaktı ki. İki ay oldu döneli, eski rutinime döndüm ve şu an 57 yim. Seviyorum bedenimi. Ne istersem o oluyor. Bazen 56 yı görüyorum. Hedefim 55..

Resime merak saldığımı söylemiştim daha önce. Hatta geçen sezon bi kursa gitmiştim. Yaptım bazı resimler kendimce. Ama hiç bir zaman “işte bu” diyemedim. Hep bir başka resimlerden esinlenerek yaptığım şeylerdi. Evet, bi şeye benziyordu hatta aynısı oluyordu. Cin Ali resimlerinden öteye gitmeyen resimlerimin bu hale gelmesi bile beni mutlu ediyordu başta. Ama bana özgü bi şey yapamadim, yaptığım resimlere baktığımda hiç bir zaman “işte bu” diyemedim. Sadece evet yapabiliyormuşum ya, dememe neden oldu. Birde bir resim yapıyorsun, ne zaman bitti, bilemiyorsun. Hep bi eksik oluyor. 

İşte bir 29 kim günüydü. Öyle duygu yoğunluğu yaşadım ki; ne yapsam bilemedim. Havalar erken karardığı için ve bu hafta uzun çalıştığım için  ormanda yürüyüşede gidemedim. Resim yapmak istedim. Evin ortasında duran resim masamda başladım tuvale boya döküp fırçalamaya. Olmadı. Kuruttum. Tekrar döktüm boyayı. Cam sileceği ile yavaş yavaş boyaları tuvalin üzerinden geçirdim. Yavaş yavaş bi şeyler oluşmaya başladı. Biraz daha, biraz daha derken neden sonra“tamam, işte bu” dedim. Nasıl hoşuma gitti anlatamam. Benim duygu yoğunluğumu resmettim bana göre. 

Sonra bizim kardeşler grubuna gönderdim bi hevesle bu resmin fotosunu. Abim yazdı, derin bi his var ama çıkaramadım dedi. Ne görüyorsan o dedim. Sonra kızkardeşim ARTE kanalında gece yarısına kadar Türkiye belgeseli var izlerseniz, dedi. 
Sonra bi süre bu belgesel hakkında yazıştılar. Benim büyük hevesle yaptığım resmin hiç bir önemi yoktu. Dahil olmadım artık yazılara. Belliki ben başka alemdeydim, onlar başka alemde. Yazışmanın sonunda, kız kardeşimden “ama güzel olmuş resmin” diye bi yorum geldi. 

Ertesi gün, sakin kafa ile düşündüğümde herkesi anlamaya çalıştım. O gün ben çok heyecanıydım, onlar rutin hayatlarına devam ediyorlardı, benim heyecanımı anlayamazlardı ki. Ben abartmıştım biliyorum. 

O resim bu resim. Hala çok seviyorum bu resimi. Bir sergi açarsam eğer bu ilk başta olacak. Adı "jealousy"




1 Eylül 2019 Pazar

Göcmen Anneler Isviçre / Bern Buluşması

Bi kaç hafta önce Facebook’ta “göçmen anneler” grubunu keşfettim. Üye oldum. Göçmen anneler evrensel bir platform. Tüm dünyadan katılan göçmen kadınlar. Bazen adının “göçmen kadınlar” olsaydı dediğim olur. Çünkü herkes anne olmayabilir. Ama hepimizin kadın oluşu ortak özelliğimiz. Neyse bu grubun birde alt grupları var, GA Almanya, Belçika, İngiltere,  İsviçre vs gibi. Bende doğal olarak İsviçre grubuna dahil oldum. İyiki olmuşum. Facebook’u hiç bu kadar sevmemiştim daha önce. Aklınıza gelecek her konuda seviyeli bi şekilde yazıyorlar, konu ile bilgisi olan birileri cevap veriyor. Bi çok şey öğreniyorsun. Kimse kimseyi yeni sosyal medya terimi ile “linç” etmiyor. En azından ben görmedim şimdiye kadar. Facebook’ta en faydalı grup bence. 

Neyse ben asıl konuma geçeyim. İşte ben yıllardır Türkçe konuşabileceğim bir arkadaşım bile yok derken, bu GA İsviçre grubu yarama merhem oldu bugün. 

Gruptan iki üç kişi öncülük yapıp güzel bir buluşma organizasyonu yaptılar. Yer olarak Bern’i seçtiler. Orta yerde buluşmak adına. Bu benim çok hoşuma gitti:) Niye mi? Çünkü Bern’de yaşıyorum:)
Acaba kimlerle tanışacağım diye heyecanla bekledim 31 Ağustos’u. 

Hava nasıl güzel. Saat tam 12 de şehir merkezinde bir kafede buluştuk. Herkes kendi tasarımı ismimin yazılı olduğu bir yakalık iğnesi ile ve kocaman gülümsemesi ile gelmiş. Kısa bi tanışmanın ardından yine Bern’de yaşayan bir katılımcı arkadaşımızın mini rehberlik eşliğinde Aare nehri kıyısındaki Restoranımıza yürüdük. Rezervasyonumuz olduğu için bize ayrılan masalarımıza oturduk. Tahminim 30 kişi falandık. Kalabalık olunca herkesle konuşabilme fırsatın olmuyor, tesadüfen yanına kimler oturursa onlarla konuşarak daha samimi olabiliyorsun. Öyle tahmin ediyorum ki; kimin yanına düşersen düş hepsiyle kaynaşabileceğin düzeyde kadınlardı hepsi. Maalesef kimi ile sadece merhabalaşıp, vedalaşırken tanıştık, kimiyle daha samimi sohbetlere girdik. Herkesin  böyle bir buluşmaya susmamışcasına geldiğini gördüm. Basel, Zürich, Luzern, Chur, Zug, Biel, Solothurn, Neuchatel’den gelen, enerjisi büyük bir kadın grubuydu. Farklı yaşlarda, farklı meslek gruplarında, farklı şehirlerde, farklı yaşamları olan bu kadınları tanımaktan son derece mutlu oldum. Sonra birer, ikişer gittiler o uzaktan gelenler, veya küçük çocuğu olanlar. Biz demirbaşlar Bern gecelerine aktık diycemde, diğerlerine ayıp olmasın diye burda keseyim en iyisi:)) 
Yoksa, Münterplatformu, saat kulesini, Bernplatzta 1 pizzayı 5 kişi paylaştığımızı, şarap, bira eşliğinde yaptığımız sohbetleri anlatabilirdim:)

Güzel kadınlar hepinize çok teşekkürler.. Yine yapalım böyle bi buluşmayı. 
Göcmen anneler Isvicre / Bern bulusmasi 31.Agustos 2019





7 Temmuz 2019 Pazar

Şehriman Bayramına Gidecektik...

Dün gene Mudurnu bazarına gitdim. Bitecik ineğim va,
undan sağdığım südünen parı peynir yaparın, parıda tereyağı, gide bazarda sata, esiğimi gediğimi alır dönerin. Bazarda Fatma nineyi gödüm. Parı hal hatır edtik. “Yarin Şehriman bayramı vaa, sizin köyde gelecek mi deye sordu” Bilmenkii dedim, hiç habarım yok. Nasıl habaranız omaz, Mudurnu‘lu değmisiniz siz, her yıl Temmuz’un ilk tadil günü oduğunu nasıl bilmezsiniz deye çıkıştı bana. Ne bilim ben, dedim aklım tefter mi? İyi bakam allah nasib edese geliriz, deyerekten ayrıldım yanından. 

Aşama doğru köye vardım. Damdakı ineği suladım, yemini vedim, südünü sağdım deeken aşam odu. Yorulmuşun. Dünden parı taze fasilye varıdı, yanına bide güccük gurşanede  taze tarna çorbası kaynadıvedim. Maksad garın doyurmak değilmi bu, önede doya bönede. Sufrayı gurdum, Eşref amcanınan ottuk, yidik. Allah berekat vesin dedi çekildi camın kenarına. Cigarasını yaktı mıhtar çakmağınnan. Bana bi kültablası ve, dedi. Zıkkım içesice, gakta kendin al deyon, içimden deyon emme. Yarın bayram va ye, oraya gidem deye sesimi çıkarmayon bi datsızlık çıkmasın deye. Kültablasını önüne gorkan, yarın Şehriman bayramı varımış, gedemmi, acık insan yüzü görüz, dedim. Gidem gidem, yarın sabah köylülerede söyleyemde, hep bereber toplanıp gidem, dedi.
Sabalin erkenden gaktım. Damdaki ineği suladım, yemledim, sağdım hayattaki tencereye süzdüm südü. Aşam gelince gaynadeverin, dedim. Eşref amcan uyuyup duru. Erken gakardı, noduku buna, dedim. Ne yatıyorsunuz hala deye dürttüm. Hiç hıştınmadı. Eh, birez daha uyuyagosun bakam deyip, gonşuları dolaşmaya çıktım, Şehriman bayramına gidemmi deye soracan.

Ötebaşladan başladım. Gapının ipini çekip selam vererek girdim içeri. Şeref oğlanınan, Huri gız gayfaltı edibatla. Buyrun buyrun, yanaşın suyrafa dedi Huri gız. Yaah, yimeycen ben bişey dedim. Şehriman bayramı varımış böğün, gidem mi deye gedim ben, dedim. Garacagaya köyüne davar götürücemiş, gelemezmiş.
Şeref oğlan cambaz oduğundan gemez hiç bi yere, onu biliyon. Huri gıza sen ge bayrı dedim, çıktım. Hıştınmadı.

Vardım Emina gilin gapısına. Fakriye gız elinde üç yımırta, fırınevine doğru gidibatı söylene söylene. Gız nooodu, dedim. Otuz kada toğuk va, üçcez yımırta olu mu, kimbilir kimlen folluğuna yımırtlayo bu mürdolasıcıkla, dedi. Şehriman bayramı varımış, gidem mi, dedim. Hamır yoğurdum, ekmek edecen, Taşkesti’den Metin oğlanınan Müşerref gelin gelecek, dedi. Şefket oğlan gavakpınarına ot biçmeye gitmiş. Ot sırası mı? Şöne elle gibi bi toplaşıp bi yere gidemeyiz. Taşkesti dediğin yer yarım sehetlik yol, sankı Alamanyadan geliyolla.

Ordan çıktım, aşevlere gittim.  Merdivenneri çıkakan, büber gızartması gokusu gedi burnuma. Safiye gelin, Memed oğlan otmuşla gayvaltı edibatla. Oturun oturun, bi çay guyverin ben size, dedi. Hem büberle gokmuştur bi yerleniz şişe, bi çatal alıverin, dedi. Çay içecek vattım yok, Şehriman bayramıma gidem deycedim, dedim. Memed oğlan,” yaah, biz gelemeyiz, gaşınarkasındakı yoncayı biçecen, aşama Bolu’ya dönecen, hestenede löbetim va, Safiye gidecese gitsin sizinen, dedi. Safiye gızda, yaah bende gidemen, bahçadakı otları yolacan, demez mi?. Hiç gocasından ayrılmaz bu Safiye gelin. Ben gocamı bırakman deyemeyoda, otları yolacan deye laf gavıtleyverio.

Eh nipın, dedim çıktım yokarı. Nezaket gız, pencereden “Ferruuuh, Memduuuh” deye ünneyip duru. Yimek zamanı nereye gaybolulla bunla deye çekişiyo kendi kendine. İbrem oğlan ekmek kesibat
ı. Unnada gayfaltı yapacakla. Gelin gelin oturun dedi, İbrem oğlan. Yaah, oturmayın ben, Şehriman bayramına gidemmi deycedim, dedim. Gidem gidem dedi, İbrem oğlan. Pek güzel olur Şehriman bayramı, goca goca gazanlada pilavla yapılır, etle bişirilir, garpızla kesilir, yufkala açılır, iyi olur bizim traktörünen gidem, dedi. Eh bayrı, gidem Damgacılara, Ötevlere, Çayıra’da soram, dedim.

Damgacılan Muhittin oğlan tüfeği dakmış omzuna, ava gidiyormuş. La, bu ıccakta ne avı bu dedim? Hiç cuvap vemeden, burnunu çeke çeke gitti. Hayriye gız içerde, başını sarmış, yüzünü eşidip duru. Gız noodu, dedim. Başım pek ağrıyo gene, pattiz sardım başıma, dedi. Geçmiş osun bakam, Şehriman bayramına gelecekmisiniz deye hiç sormadım galan.

Urdan çıktım ötevlere vardım. Bahçadakı gülle renk renk açmış. Mis gibi gokuyo. Ezeli gözel olu bahçaları.  Evin önündeki iskemlede Nadir oğlan oturubatı. Cıgarasının biri gulak arkasında, biri elinde cigara içip duru. Selamneleyküm, Akanım yok mu, dedim. Va va, içerde nimet gızınan sufra galdıroyolla, birezden Akınbeline ekin biçmeye gidecez, dedi. Ne ekini uşak, böğün Sehrimam bayramı vaa, gitmecek misiniz, dedim. Nipam bayramda, dedile. Hiç insan içine çıkmazla bunlada bi ayrıksala, dedim içimden. Eh, golay gesin u zaman, dedim çıktım.

Vardım çayıra. İnci nine, çayıra uzanmış uyuyup duru. Gara dede bahçanın altındakı meşenin altına oturmuş, kendi kendine gonuşup duru. İyce etehledi galan. Beni falan gödüğü yok. Gapıdan içeri girer girmez Mürvet gız gözleni oğuştura oğuştura ırmağa doğru gidiyo, beni gömeyo. Gız noodu? Ağlayon mu yoğusam sen, dedim. Aman yooo, ne ağlaycan, gözlem bıyıl pek sulanmaya başladı, dedi. E bi tohtura falan gidin, dedim. Eh olsun vasın, sulanı sulanı bide geçiveri bakam, dedi. Pek gamsız gı bu Mürvet gız. Siz bilisiniz, dedim. Aşa gelinnen, Mustafa oğlan nerde, dedim. Unna su löbeti va, bahça sulamaya gittile,  dedi. Şehriban bayramı va, gemeyceniz mi, dedim. İbrem oğlan bizim traktörünen gidem deyo, dedim. Nasıl gelem, gara dedeyi yalınız bırakamayoz, İnci ninen hep hasta, uşakla yok, birezden Salmanla köyünden biri inek çekmeye gelecek, dedi. Hiç bitmeyo, sığırınız sapanız, işiniz gücünüz, dedim. Seyirttim eve gedim. Ah bi gedimse, Eşref amcan garın ağrısınnan gıvranıp duru. Sen deyo, dünkü taze tarna çorbasının içine yımırta gırdın, bana dokunduğunu bilip durusun deye çekişip duru. Yumurtasız taze tarna mı olu? O cigarayı az içive dedim. Dedim emme, adam gıvranıyo ağrısından.

İbrem oğlan motoru çalıştırdı, hadi gitmeyoz mu deye ünnedi. Çıktım dışarı, Eşref amcan pek hasta, zaten kimsede gemeyo bayrama dedim. Goştu gedi eve. Siz hiç iyi görünmeyosunuz, hadi giyinin hesteneye gidem dedi, palaspandıras hesteneye gittile. Ganım dakılıp duru. Bişey omasa bayrı, gahrımdan ölürün bişey olusa.. 


Not: Bu yazı Mudurnu şivesi ile yazılmıştır. İsimler gerçektir. Bi çoğu bu dünyadan göç etmişlerdir. Onları güzel anımsamak için kurguladigim bir hikayedir. Affınıza sığınarak gülümseyin istedim.☺️

Şehriman = Şeyh-ül İmran adı ile her yıl Mudurnuda kutlanan bir gelenektir. 

23 Mayıs 2019 Perşembe

Akşam Akşam Neler Yaşadım?

Belki bir film izlerim, belki resim yaparım diye çayı alıp balkona çıkıyorum. Elimde telefon. Şu günlerdir beklenen YSK nın “gerekçeli kararı” açıklanmış. Twitter yine coşmuş. Neler görüyor, neler okuyor insan şu twitter aleminde be. Çok eğlenceli bu türk twitleri. Hele hele seçim dönemlerinde. Arada çok salakça şeylerde oluyor. Bugünkü ennn ama ennn “saçma açıklama ödülü” goes to Ece.. Eurovision yorumunu okudum. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. En iyisi gül, dedim kendime. Güldüm. Hatta baya bi güldüm. 

Bu abartılı gülüşüm iyi gelmedi bana. Sonra yüzüm ciddileşti. Miri nerde ya, dedim.
Evet birden bire, kedim Miri’nin yokluğunu hissettim. Diğer balkona çıkmıştı. Çıktım balkona sessizce çağırdım, Miri, Miri diye. ama yok. Birazdan gelir dedim. Çünkü gider gezer gelir. Baktım hala yok. Dedim herhalde bu yine aşağıya atladı. Zemin katın bi üstünde oturuyoruz. Yani atlarsa çıkamıyor yukarı.
Hava kararmış, saat 21.30 gibi. İyice gece olmadan çıkıp arayayım diyorum. Evin etrafında adını çağrarak bi tur atmayı düşünüyorum. Daha o turu atamadan sesini duyuyorum. Miri diyorum, miyav diye cevap veriyor. Sese doğru gidiyorum. Karanlıkta göremiyorum. Yerde mi,  gökte mi belli değil. Telefonumun ışığını açıyorum. Evin önündeki çalılıklara, evlerin pencerelerine tutuyorum. Bi gören olsa sapık damgası yiyeceğimden korkuyorum. O da ne? Telefonun ışığı ile bir pencerede jaluzilerin arasından parlayan iki göz görüyorum. O evde oturanlar taşındı yakın zamanda. Ev boş. Hani rüyada bi şeye çok yakınsındır ama ulaşamasın ya aynen öyle hissediyorum kendimi. 




“Miri gel” dedikçe miyavlıyor ama hareket edemiyor. Zemin katın bi üstü olduğu için, ulaşabileceğim yükseklikten fazla. Bizim oğlanlardan birini çağırıyorum. 1.80 boyuyla oda ulaşamıyor. Garajda bi uzun bir merdiven gördüğümü hatırlıyorum. Garaja gidiyoruz. Evet merdiven duvarda asılı. Seviniyoruz. Merdivene kilit vurduklarını görünce sevincimiz kursağımızda kalıyor. Sonra uzunca bi demir görüyoruz. Onu alıp tekrar yukarı pencerenin önüne geliyoruz. Taylan, demir ile jaluzileri yukarı kaldırmaya çalışıyor, fakat Miri sürekli kafasını jaluzilerin arasına soktuğu için canını acıtmaktan korkuyoruz. Böylece iki saat geçiyor. Polisi arayıp, durumu bildiriyorum. Nasıl bir yer orası, gözümde nasıl canlandırmalıyım diye soruyor. Anlatıyorum. “Oraya girebildiyse, çıkmasınıda bilir” diyor. İki saat geçti ama, diyorum. Bi iki saat daha bekleyin sonra tekrar arayabilirsiniz, itfaiyeye haber ederiz ama size çok pahalıya gelir diyor. Ne kadara gelir diyorum? Bi şey diyemem diyor. Çaresizce kapatıyorum telefonu. 
Sonra ev yönetici idarenin acil telefonunu arıyorum. Durumu onada anlatıyorum. Bu acil telefon hattı bir insanın canına veya eve zarar geldiğinde aranır, bir kedi için gelemeyiz demez mi? Kedininde bi canı var diyorum. İyi de biz ne yapabiliz? diyo. En azından gelip, garajda asılı duran merdiven kilidini açarsınız, diyorum. Hayır gelemem diyor. Adınızı alabilir miyim, diyorum. Neden? Diyor. Kiminle konuştuğumu bilmek istiyorum, diyorum. Söylemeden kapatıyor telefonu. Avrupa’nın göbeğinde bu yaşadıklarıma inanamıyorum. 
Sinirden elim ayağım titriyor. Gece yarısını geçmiş. Eve geliyoruz. En azından Miri acı çekmiyor, onu biliyorum. Düşünüyorum, sabah erken ev yönetimini ararım, normal mesai saatinde kayıtsız kalamazlar, diyorum. Ama bu yaşadıklarımdan sonra güvenimide yitirmiş durumdayım. Sabahı nasıl edeceğimi bilmiyorum. 
Balkon kapısını açık bırakıyorum. Son sigaramı içip yatacağım. Bir tıkırtı duyuyorum. Bu tıkırtı Miri kuru mamasını yerken çıkardığı tıkırtı. Ben tam küçük balkona yönelirken, Miri de bana doğru koşuyor. Gözlerime inanamıyorum. Sarmaş dolaş oluyoruz. Uykuya gidenler birer birer kalkıp geliyor benim sevincime. Dizlerim yerde, kedi kucağımda kafamı kaldırarak Polis haklıymış be, hııı? diyorum, bizimkilere. 

Artık rahatça uyuyabilirim. Hatta gülmeye devam edebilirim.. Madonna, Madonna😂

18 Nisan 2019 Perşembe

Kızıl Çarşamba

Ne seçimdi ama yine? 
Hep söylerim, ben seçimlere en son 24 Haziran 2018 den sonra güvenimi tamamen kaybetmiştim. Allem edip, kullem edip bi şekilde hep kazanıyorlardı. Olmadı yasalar çiğneniyordu.. 

Genel seçim havası ile girdiler yine yarışa. Seçimden kısa bi süre önce tanıdım Ekrem İmamoğlu'nu tv, ve sosyal medyadan. Sürekli güler yüzlü olması dikkatimi çekmişti.. Sevgiden bahsediyordu hep. Kucaklaşacağız diyordu. Herkes herkese selam verecek, öteki, beriki olmayacağız diyordu. Hiç sinirlenmiyordu. Sağa sola sataşmadan, hiç bir polemiğe girmeden, devam ediyordu yoluna. Kah horon teperken, kah atabarı oynarken, kah zeybek oynarkende görüyordum. Kucaklaşacağız diyordu sürekli. Karşı fikirlere çok saygılıydı. Ben diye konuşmuyordu hiç, biz diyordu. Hoşgörülü olacağız diyordu. Velhasıl ne kadar özlediğimiz terimler varsa hepsini söylüyordu. Aslında çok normal olan şeyleri ne çok özlediğimizi farkettim.  

31. Mart geldi çattı. Bu sefer çok farklı esti rüzgar. O akşam tam onbir kez basın açıklaması yaptı, elindeki mendili ile alnının terini sile sile. O geceyi çok güzel yönetti. Hak yemem, hakkımıda yedirtmem diyordu. Biri çıkıp İstanbul’u kazandık diyordu. Ama o, ben kazandığımı biliyorum, ama hem ahlaken hem hukuken bunu benim söylemem doğru olmaz diyordu. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” demiyordu. Her yerin seçimleri aynı akşam hemen hemen belli olurken İstanbul sayılamıyordu bi türlü. Günler geçti, haftalar geçti, durup durup yeniden sayılıyordu oylar. Olmadı bi daha..  Sabırla bekledi, bekledik.. Aradan tam 17 gün geçti. 
Nihayet geldi o beklenen “mazbata”. Herkeste bi sevinç. Öyle bir hale geldiki olay; zaten alınmış, kazanılmış seçimi yeniden kazanmış gibi olmanın sevinciydi. Yani kısacası burnumuzdan getirdiler ama değdi gibi oldu. Peki neden bu kadar sevindik? Alt tarafı bi belediye seçimiydi değil mi? Değildi işte. Genel seçim havasında girdiler kampanyalara. “İstanbul’u kaybedersek Türkiye’de tökezleriz” diyorlardı. Bu kendini tek sanan, kibirli, hiç gülmeyen, sürekli parmak gösteren, bu şişik egonun havasını indirmek gibi bi şey. 

Bundan sonra neler olur bilemeyiz tabi. Hak, hukuk ve adaleti çiğneyip, kendilerine göre yasalar çıkartabilirler. “Topal ördek” benzetmesini yapmıştı zaten. Olsun. Bence halk uyandı artık baharla birlikte. Küçücük bi belediye seçimlerinde bile bu değişimin farkında olupta gülümseyen milyonlar var artık. Bu umudu bu inancı kimse yok edemez. 

“Mart’ın Sonu Bahar” dediler. Hakkaten geldi o bahar. Balkonumada geldi. Kırmızı sardunyalar diktim saksılara. Birde mor papatya gördüm bugün, pek hoşuma gitti onuda aldım. 

Bugün “Çarşema Sor” diye bi yazıya denkgeldim. İlginç geldi. Araştırdım. Bu Ezidilerin bi bayramıymış. Nisan ayının 13 ünden sonraki ilk Çarşamba kutlanırmış. 
Bu yıl 17 Nisan’a yani bugüne denk geliyor. 

“"Çarşema Sor, iyiliğin, sevginin ve güzelliğin gücünün mutlak zaferi; karanlığın, kötülüğün ve şerrin mağlubiyeti olan bir gündür. Dolayısıyla toplumsal hayatı, ortak, kardeşçe ve barış içinde yaşamı simgelemesi dolayısıyla ayrıca önem taşır.””

Çok manidar değil mi? 

“Çarşema Sor, Kızıl Çarşamba Bayramı, diğer adıyla Çarşema Serê Nîsanê, Ezidi halkının kültürel-toplumsal hafızasında, ilkbaharın başlangıç günü olarak kabul edilir ve yeni yılın ilk günü olarak kutlanır. Ezidi cemaatinin yaradılış mitolojisine göre Çarşema Sor, hem evrenin hem de dünyamızın maya tuttuğu gündür. Evrenin maya tutmasıyla oluşan kutsal toprağın bereketle buluştuğu gün olarak da kabul edilir. Çarşema Sor, her yıl tekrarlanan bu kutsal doğumla beraber yeryüzünde mutlak iyinin egemen olduğu, Tanrı’nın bütün kötülükleri bitirip yerine güzelliği inşa ettiği güne tekabül etmektedir.
Ezidiler yüce kudretin bir lütfu olarak yenilenen tabiatı insanlık ve beşer için de bir yeniden doğum olarak kabul eder ve bugün münasebetiyle şerden uzak durur, mevcut kırılmaların ve kavgaların bitmesi için “bahar barışı” yaparlar. Bu sebepten dolayı Nisan ayı Ezidilerin toplumsal hafızasında bütün ayların gelini olarak kabul edilir ve ilahi takdirin imtihanı olan mevsimlerin en ihtişamlısı olarak betimlenir. Çarşema Sor, iyiliğin, sevginin ve güzelliğin gücünün mutlak zaferi; karanlığın, kötülüğün ve şerrin mağlubiyeti olan bir gündür. Dolayısıyla toplumsal hayatı, ortak, kardeşçe ve barış içinde yaşamı simgeler. 
Bu sebepten dolayı Nisan ayı Ezidilerin toplumsal hafızasında bütün ayların gelini olarak kabul edilir ve ilahi takdirin imtihanı olan mevsimlerin en ihtişamlısı olarak betimlenir.”

31 Mart 2019 Pazar

Selam..

Selam Blog. 

Eskiden daha içli dışlıydık seninle.. severdim seninle senile sohbeti. Çünkü hep ben konuşur, sen sadece dinlerdin. Belkide normal yaşantımda hep dinleyen ben olduğum içindi bu. Sana döküyordum içimi. Şimdilerde ise ne konuşanım, ne dinleyen. Çok şey değişti be blog. 

Ritüellerim değişti, akışkanlıklarım değişti, hobilerim değişti, yaşam biçimim değişti. 

Eskiden gece olsa yatmasam, sabah olsa kalkmasam modundaydım, gece 2 gibi yatar sabah yataktan spatula ile kazınmam gerekirdi. Çalar saati 15 kez ertelerdim. Şimdi öyle değil. Gece en geç 11 de yatağa gidiyorum. Sabah saat 8 e kurduğum saatten önce uyanıyorum. Kedim yüzümü okşayarak uyandırıyor gerçi. Sonra yan dönüyorum, anlıyor beni. Ayak ucuma kıvrılıp saatin çalmasını bekliyor. 

Eskiden iş çıkışı eve gelip balkonda bir saat bir kadeh beyaz şarapla keyif yapma ritüelim vardı, bu olmazsa olmazımdı. Şimdi öyle değil, işten gelir gelmez, üzerimi değiştirip doğru ormana yürüyüşe çıkıyorum. Kulaklıklarım ve telefonum olmazsa olmaz. Kafa radyo, ve Best Fm dinliyorum. Saat 16-18 arası Perşembe hariç her gün. İki yıla yakındır yapıyorum bunu. O kadar alıştım ki buna, yürüyemediğim zamanlarda kendimi çok kötü hissediyorum. 

Eskiden akşamları yemek sonrası çay, içmeden yapamazdım. Artık içmiyorum. Hiç çay içmiyorum. En son çayı ne zaman içtim hatırlamıyorum. Onun yerine bitki çayı yapıyorum, şekersiz bir litre kadar içebiliyorum. Veya bir sürahi suyun içine salatalık, limon ve nane koyup bütün akşam onu içiyorum.  Ha birde eskiden çay sonrası 3-4 kadeh şarap içerdik. Artık o da yok. Çok canım çekerse bi kadeh içiyorum onuda şaraba su ekleyip öyle. Evet piç ediyorum şarabı. Olsun, o beni piç edeceğine ben onu edeyim:) 

Eskiden ben hiç resim yapamam diyordum. Hala yaptığımı iddia edemem. Geçenlerde bir kursa gittim. Bi kerelik gidebiliyorsun, bana göre mi değil mi diye. Eğer devam edeceksen kaydoluyorsun. Gittim, gördüm.. Bi şeyler yapmaya çalıştım. Ama yaptığım şey hiç bi boka benzemedi. Sonra hoca geldi, adımı sordu. Selva dedim. Almanlar bana Selva der. Ne kadar sanatsal bi isim dedi. Selva, vahşi orman demek bunu biliyorsun dimi, dedi. Evet biliyorum, dedim. Hakkaten biliyordum, çünkü bunu yakın bi zamanda öğrenmiştim allahtan:)

acemice calismalarim.. 
Nasıl resimler yapmak istiyorsun dedi? Dedim, ağaç, çiçek böcek doğa resimleri benim hiç ilgimi çekmiyor, daha çok soyut resimler, yada kadın resimleri yüzü olmasada bedeninin belli olduğu, renklerle oynamak dedim.  Sen bunu yapabilirsin, sana inanıyorum dedi ve gitti. Ertesi gün iş çıkışı Bauhausa gidip, tuval aldım, boyalar aldım, fırça aldım, spatula aldım, yürüyüş ve yemek sonrası başladım resim yapmaya. Ne yaptığımı bilmeden, yapa yapa, renkleri tanıya tanıya bi şeyler çıkıyor ortaya. Yani eskiden yazmayı severdim şimdi resim yapmayı. Yazmayı özlüyorum o başka.. 
Yazmayı özleyip yazamamakta bambaşka. 

Türkçeyi unutuyor muyum acaba? Bak ne diycem blog? Biliyor musun benim burada hiç Türkçe konuşabildiğim bi arkadaşım bile yok? Çok ince düşündüğünde bu aslında büyük eksiklik değil mi? Ha buna ihtiyaç duymadım bu güne kadar, evde konuşabildiğim kadarı ile yetiyor sanıyordum. Hayır, yetmiyor. Evde konuşmakla, arkadaşlarla konuşmak bambaşka. Benim arkadaşlarım İsviçreli, ve hiç Türkiye’li arkadaşım yok. Bu iyi bir şey mi, değil mi hiç bilmedim ama, son zamanlarda çok ihtiyaç duyuyorum buna. Türkçe deyimler kullanmayı, Türkçe atasözleri ile konuşmayı, Türkçe fıkralar anlatmayı, Türkçe şarkılar/türküler dinlemeyi.  Ve sanırım bu yüzdendir ki, üç, dört ayda bir bi hafta sonu Türkiye’deki arkadaşlarımı ziyaret ediyorum. Soranlara kuaföre geldim diyorum ama gerçek bambaşka. 

Geçen Facebook’ta bi paylaşımımın altına, Özlem şöyle yazmış;  „Ne güzel. Ne gizli saklı yeteneklerin varmış. Bence hayatı güzelleştirme işini nasıl böyle başarı ile yaptığın konusunda bir ders vermelisin bize  :)” demiş. 

Ne kadar iddialı motive edici bir yorum, oradan öyle mi görünüyorum, dedim? „vallahi öyle gözüküyor ve yanılmadığımı biliyorum. Sende bu konuda içten gelen bir yetenek var. senin yanındayken ben de öyle hissediyorum üstelik.“ diye cevap verdi. 

Ben eksiklerimle yaşarken biri çıkıyor bana benim farklı bakmam yönünde yorum yapıyor. Demekki dışardan farklı görünüyorum. Bunun farkına varmalıyım sanıyorum. 

Bugün farkına vardığım bir şey oldu. Hani bacağı kesilmiş bi Martin amca vardı. Ona yine yemek götürmeye gittim. Zile bastım ve uzunca bekledim. Kapı açılmadı. Sonra kapıda isminin yazılmadığını gördüm. Dışarıdan baktım bomboştu ev. Belliki taşınmış. Umarım başka bi evrene değil, başka eve taşınmıştır. 

Sonra aklıma bayan Suzi geldi. En son Noelde görüşmüştük. Hemen bayan Suziyi aradım. Seni çok merak ettim, dedi kendimi tanıtır tanıtmaz. Bende seni merak ettim dedim. Ama aradan geçmiş üç ay. Bazen çok kızıyorum kendime. En kısa zamanda Bayan Suziyi ziyaret etmeliyim. 

Böyle işte blog. Yarın 31 Mart. Yerel seçimler var. Ben en son 24 Haziran’dan sonra o seçim heyecanını kaybettim. Hiç heyecanlanmıyorum, hiç umutlanmıyorum, hiç inanmıyorum artık seçimlere. Ne bir haber, ne seçim propagandası, ne başka bi şey. O saatlerde zaten hep yürüyüşlerdeydim. Evet yarın seçim sonuçlarını izleyeceğim, beklentimin üzeri çıkarsa sürpriz olacak, olmazsa zaten beklediğim olacak şaşırmayacağım. Artık böyle.. 

Bu söyleceklerim okura;
Seçimlere güven olmasada, yinede herkes oy kullanmalı. Bu yerel seçimler genel seçimlerden daha önemli gibi sanki. Genel seçimlerde o üste ulaşman zor, ama yerel seçimde sadece kendi bölgeni kimin yöneteceği önemli. Ona ulaşmak daha kolay çünkü. Oy senin sesin demek. O yüzden gidip oy verin lütfen. Bu sizin hakkınız, aynı zamanda göreviniz. 

Hiç bir şey sürekli değil çünkü. Mutlulukta sürekli değil, acıda.. Saltanat keza öyle. Her şeyin bi sonu var. Bu neden bu sefer olmasın? 

23 Şubat 2019 Cumartesi

İstanbul Gezimle Toz Almaya Geldim.

Blog sayfama giden yoldaki otlar boyumu geçmiş, kapısında örümcek ağları oluşmuş. Otları biçmeye, örümcek ağlarını temizlemeye geldim. Bahar temizliği gibi olmasada şöyle bi tozunu almalı. Yazmayı çok sevsemde, her zaman yazamıyorum ben. Onu mu yazsam? Bunu mu yazsam? Bu düşünce hakim olunca yazamıyorum. Yazmaya başladığımda şelale gibi olmasada nehir gibi akmalı yazdıklarım. Zorla yapılan şeyler değersizdir gözümde. Yoksa şu Şubat chellenci dikkatimi çekmedi mi? Çekti elbet, ama totom yemedi her gün yazmaya. 

Son zamanlarda resime ilgi duymaya başladım. Amatör fotoğrafçılık hep vardı zaten, ama resim?? Hiç düşünmedim. Cin Ali resimlerinden öteye gitmez. Di. Hala gitmiyor gerçi de, neden olmasın noktasına geldim. Denemeden nerden biliyorsun ne yapabileceğini diye sordum kendime? Cevap gelmedi. Tabi bu düşünceler durup dururken gelmiyor. Resim yapan bi arkadaşım var. Sergi bile açmıştı geçen yıl. O bana derdi ki hep, senin fotoğraflarını çok seviyorum, bakış açını seviyorum, eminim sen çok güzel resimlerde yaparsın.. O böyle dedikçe, yüzümü aşağıya eğer, elimlede yüzümü kapatır utanırdım, içimdende bu ne diyor ya, derdim. Bu bir değil, üç değil, beş değil, hep aynı şeyleri duyunca acaba ben kendi yeteneğimin farkında mı değilim falan oldum. Sonra bir Perşembe, onun atölyesinde buluştuk. Aldım elime fırçayı, öyle yaptım olmadı, böyle yaptım olmadı. Korkma dedi, beğenmiyorsan deli deli geç üstünden. Boya, tekrar dene. Fırçayı korkmadan savur dedi. Yanlış bi şey yapamazsın. Bilmiyorum kaç kez bozdum yaptığım resimleri. Sonra bi teknik tutturdum ve oldu sanki. Olmadıysada onlar benim ilk çalışmalarım olduğu için çok değerli olacak benim için. Onlar bunlar:





Eskiden her mevsimi çok severdim ben. Kışı bile. Kar’ın sessiz yağışını izlemek çok romantik gelirdi. İzledim, kar üstünde yürüdüm, yürüdüm. Eee yeter da. Her şey kararında güzel. Soğuk ve güneşsiz günlerden sıkıldım. Adı üstünde soğuk. İşte böyle soğuk günlerden birinde esti öyle.. İstanbul’a bilet bakıyordum. İstanbulda burası gibi sıcak olmasada en azından hava değişikliği olur, arkadaşlarımla sıcak sohbetlerimiz olur, birbirimize iyi geliriz düşüncesi ile aradığım bileti buldum. Su’dan ucuzdu. Ama alamadım bi türlü teknik sorunlardan dolayı. Aradan bi bi kaç gün geçti, ben yine baktım biletlere. Öylece bakışıyorduk. Üstelik dahada ucuzlamıştı. Evren yine bana çalışıyor “Eee daha ne yapayım” der gibiydi. Anladım ben o mesajı. Alıverdim bileti. Üstelik sorunsuz oldu bu sefer. “Bi şey olmuyorsa daha iyisi olacağı içindir” anlayışım buradada devreye girmişti. 15-18 Şubat tarihleri arasında, evet sadece üç güncük İstanbul’a uçuverdim. 

Kısa tatiller çok daha verimli. Buna kanaat getirdim. Kısa olduğu için dolu dolu geçiyor. Onuda yapmak istiyorsun, bunuda yapmak istiyorsun, yapıyorsunda. Sağolsun arkadaşlarım benim yerime plan yapmışlar. Ne zaman İstanbul’a gitsem ilk plan kuaför olduğu için arkadaşım randevuyu Cumartesi sabahına yapmış bile. Zaten, “neden bu kadar kısa süreliğine geldin” diyene kuaförüm istanbulda diyorum:) Bunun şaka tarafı başka ama gerçeklik payı şöyle var. Avrupa’da kuaförler gerçekten pahalı. Ben kesim ve boya yaptırsam mesela 150-170 Frank. E ben gidiş geliş 180 Franka bilet buluyorum, hem kısa bir tatil, hem kuaför, hem arkadaşlarımla güzel zaman geçirmiş oluyorum. Bu kadar basit yani. 
Üç gün nasıl mı geçti? Harika geçti. 

Hani en son Ankara’ya bi düğüne gitmiştim ya, işte o kardeşlerimiz, bizi Cumartesi kahvaltıya, Pazar öğleden sonra şarap içmeye davet ettiler. Cumartesi kuaförden sonra onlara gittik kahvaltıya. Saatlerce ve konuşa konuşa kahvaltı yapmanın keyfi bambaşka. Oradada ressamlardan söz açıldı. Hatta o gün öğleden sonra Sabancı müzesinde Osman Hamdi beyin sergisine gideceğimizi söylediler. Ben, kim bu Osman Hamdi, yaşıyor mu hala” diye garip bi soru sordum. Gülmediler benim bu soruma, ciddi ciddi cevap verdiler. İlgisi olmayanın bilgiside olmuyor tabi. En son benim resime ilgimin olduğunu duyunca oraya götürmeye karar vermişler:) Ama ben tabi dünyadan bi haber:) 
Neyse kahvaltıdan sonra kalktık Emirgan’daki 
Sabancı müzesine gittik. Sadece ve sadece 6 tane resim sergiye konulmuş. Ve daha çok tekniğini analiz etmişler. Yani bana pek hitap etmedi, ama en azından Türk bir ressam tanımış oldum. Sonra hem kendime hem arkadaşlarıma dedim ki; ben hiç Türk ressam
tanımıyorum. Örneğin hiç ilgisi ve bilgisi olmamasına rağmen, herkes bi Picasso, bi Van Goch, bi Claude Monet, duymuştur. Herkesin tanıdığı bir Türk ressam tanımıyorum dedim. Bu benim ayıbım mı? Evet, belki.
Nazım Hikmet’in Abidin Dino’ya “bana mutluğun resmini yapabilir misin Abidin” sorusunu bildiğim halde, Abidin Dino’nun bir resmini bile tanımamam? Belliki bi ressam işte. Kendimden utandım☺️

Sonra aynı müzede Rus Avangardı sergisi vardı. Biz daha çok Osman Hamdi ye odaklı gittiğimiz için Rus avangardını görerek değil bakarak geçtik. Rus avangardında daha çok yazılar, küçük resimler vardı. Ekim devrimiyle başlanmış Stalin dönemine giden bir sergiydi resimlerden anlayabildiğim kadarı ile. 

Aynı gün Emirgan’dan Beşiktaş’a kadar bi bölümü otobüsle bi bölümü yürüyerek geldik. Beşiktaş Ahmet kokoreçte bi İzmir usulü kokereç yedik. Sıra sokaklara taşmıştı. Ne kadar ünlüymüş meğer. Ressam Osman Hamdi bey ile kokoreççi Ahmet beyi aynı gün tanımam biraz ironik oldu. Ama oldu işte. O kalabalık sırada biz bi şekilde yer bulduk. Şansımız yaver gitti. Bi şey söyleyim mi? Hakkaten güzeldi hem midyeler, hem kokoreçler. Tadı damağımda kaldı. Beşiktaştan Bomontiye yürüdük. O gün neredeyse 19 bin adım atmışız. Bomonti adada bütün kafebarlar ful dolu. Oradada şans bizden yanaydı, boş bir masaya aldılar bizi. Ne gariptir ki; bomontide bomonti bira yok. Alman biraları ve başka ülke biraları var. Bizde Alman birası pilsener aldık artık. İstanbulda Alman birası içmekte keyifliydi biz eski alamancılar olarak. 
Sonra 500 yüz metredeki eve yürüdük yine. 
Evdede devam ettik sohbete. Hiç bitmiyordu konuşacaklarımız. Zorla uyuduk. 
Pazar, öğlen kahvaltı, öğleden sonra İsviçre peynirleri eşliğinde şarap seansı. Ve sohbetler. Fıkra gibi yaşanmışlıkları anlatıp gülmeler. Çok keyifliydi çok. Bunlardan birini anlatayımda neye ne kadar güldüğümüzün farkına varsın okur. 

Geçmişimizin değil ama, yaşamımızın büyük bi bölümü Almanya’da geçtiği için, ve orada doğup yetişen kardeşlerimiz bazı deyim ve ata/ana sözlerini anlamadığından şöyle bi anımı anlattım. 

Almanya’da doğup ve orada büyüyen kardeşim Serdar’ı bilenleriniz bilir. İşte bu Serdar o zamanlar 16-17 yaşında. Yani 20 yıl önce. İzmirde görümcem gildeyiz:) elektrikler kesildi bi akşam üzeri tam yemek yiyecekken. Üst katta oturan kayınvalidesine Serdar’ı gönderdik mum alması için. Neyse gitti Serdar yukarı, biz sofrada bekliyoruz, elinde iki mumla geldi. Sofraya oturmadan ben yine yukarı gidiyorum dedi. Neden diye sorduk? Çünkü kayınvalidesini tanımaz etmez. İlk kez görmüş. 16 yaşındaki bi ergen ile 70 yaşındaki bir teyzenin ne gibi bi diyaloğu olabilir?  Bize şunu dedi; yukardaki teyze bana gene gel, gene buyur dedi, oraya gidiyorum. 😂
Bunu yazarak ne kadar komik oldu bilmiyorum ama, anlatması çok daha komik oluyor. Bu bi efsane bizde yıllardır. Ve buna benzer daha nice efsaneler var. Mesela bi reçel dökülmesi var kahvaltı masasında tam göğsüne yada göbeğine pıt diye düşen. Ve bunu çok daha sonra farkedip annaneden gelen lazca ayıp bi değimle tamamlayıp kahkahalara boğulmak. Gibi gibi. Dolu dolu bir Pazar sonrası, Pazartesi yine İsviçre’ye dönüş. Sanki hiç gitmemişim gibi, ama enerji depolanmış gibide. Her buluşmamızda bir sonraki buluşmanın tohumlarını ekiyoruz. Besleyebilirsek oluyor genelde. Bi sonraki buluşmamız iki ay sonra Likya yürüyüşü güya. Du bakalım 🤔 belki olur. 

Bugün yine bir resim sergisi vardı. Vernizaj daha doğrusu. Seviyorum vernizajları. Yani ilk gösterim, prömiyer gibi. Ressamlarında bulunduğu, aparatifler, şaraplar, şampanyalar ellerde resimleri incelemek, ellerde listeler, resim kenarındaki numaralara bakıp eldeki listeden resim isimleri falan. Bu üçüncü resim sergisine gidişim. Şunu farkettim. O kadar mütevaziler ki, arkadaşım beni hep tanıştırıyor onlarla, çok güzel fotoğraf çeker diyor, (tabiki abartıyor bence) resimede ilgili diyor. Onlarda ne güzel, gelsene bizim kursa diyorlar. Yine aynı pozisyonu alıyorum, elimi yüzüme götürüp yapamam diyorum. O zaman en doğru kişisin diyorlar. Bende senin gibiydim, utanıyordum, bak şimdi bu galeride sergi açtım, 70 yaşındayım, keşke daha önce yapsaydım diyerek beni iyice motive ediyorlar. 

Son zamanlarda sürekli bu resim olayı üzerime üzerime gelmesi hayra alamet mi bilemedim. Onada du bakalım 🤔 diyorum. 




28 Ocak 2019 Pazartesi

Yürüyelim mi?

Kış mevsimi. Soğuk. Ağaçlar cıbır cıbır, çam ağaçları dışında. Sıkıldım kış mevsiminden. Ben önceleri böyle değildim, her mevsimi yaşamayı severdim. Şimdi değiştim. Sevemiyorum. Ben sevmediğim için kış mevsimi gelmeyecek mi? Gelecek elbet. Ve ben sevmeye sevmeye yaşayacağım. Doğaya karşı gelinir mi? Gelinmez tabi. Ama bizler karşı gelinecek şeylere bile karşı gelemiyoruz. Susturulduk. Pusturulduk. O “sanal” sosyal medyadan klavye  cüretkarları sadece kendilerini tatmin ediyor. Sanal cesaret. Okuyup geçiyorum. Üzerinde durmuyorum çoktandır. 

Fakat en son şu 2500 liralik satılan kitap ilgimi çekti. Bu konuda insanlar ikiye ayrılmış durumda. Bu normal. Fakat yazarın daha önceki yazılarını paylaşan, “sol” düşüncedeki 
İnsanlar bile linç ettiler. Ben de ilk duyduğumda 2500 liraya kitap mı olur, bu adam iyice şaşırdı, Atatürk’ü kullanıyor, dedim içimdem. Ben öyle sürü gibi bi okuduğumu diğerleri gibi değerlendirmem. Bi zamana bırakırım, araştırırım, eşe dosta sorarım, ne nedir derim, sonra kendi fikrimi oluştururum. Bi çok bilgi edindim. Edindiğim bu bilgileri geçen Perşembe Kadınları masasına bile yatırdım. Onlara çok normal geldi bu konular. Evet, böyle bi şey var dünyada. „Limited Edition“ yani sınırlı sayıda bi kitap çıkması, ve bunun çok pahalıya satılması normal dediler. Ancak bu kitabın gelirini kendi kâr’ları icin kullanamaz yazarlar dediler. Yani sadece bir amaç için yapılabilir.  
Onlarda bu benim araştırdığım konuyu teyid etmiş oldular. Bu sefer düşündüğümde iyi bir amaç icin kullanılacaksa, ve bu gelir şeffaf bi şekilde deklare edilecekse, ve kontrolü yapılacaksa, ve gerçekten bi amaç için, yani bi yardım için yapılıyorsa buna neden karşı geleyim? Adam sıradan biri değil. Gazeteci sonuçta. Ama şöyle bi şey var ki; yazılarının kaynakçası yokmuş. Ben okumadım kitabı. Yani aynı kitap geçen yıl piyasaya sürülmüştü. Hala var 30-40 liraya okumak isteyene. Bi kaç paragraf geldi. Öyle yazmış ki; sanki orada yaşamış gibi. Sen o tarihte oradamiydin be adam? Nereden biliyorsun? Madem bu bir tarih kitabı olacak ancak doğru bilgiler yazilmali, o nedenle neden kaynakça belirtilmeli? Beni düşündüren sadece bu? Ki en en önemlisi bu. 
Ha, birde birde o geliri açık açık deklare etmesi. Ardında hiç soru işareti bırakmadan? 
Yoksa farkı kalmaz diğer dinci sömürücülerden.. 

Ben mevsim dinlemeden, yagmur camur demeden her gün 10 bin adım yürüyüşlerimi aksatmadan yürüdüğüm için gurur duyuyorum kendimle. Bunu 1,5 senedir yapıyorum. Öyle alıştım ki, olmazsa olmazım oldu. Buna bende hayret ediyorum. Eskisen amaaan yürüyünce nolacak derdim. Farkına varamazdım. Şimdi yürümediğim günlerde mutsuz oluyorum. Birde sigarayı bıraksam güzel olacak ama bunu başaramadım henüz. Bi taraftan sağlıklı yaşamayı severken diğer taraftan sigara neyin nesi? Dengelemeye çalışmak mı acaba kendimce? Fakat güzel bi alışkanlık edindim. Bunu herkese aşılamaya çalışıyorum, diyorum ki, var mısın benimle her gün 10 bin adım meydan okumaya. Bu meydan okuma aslında karşımdakini harekete geçirme, yoksa ben bunu zaten yapıyorum. Ama meydan okuma olunca, diyelimki bi gün canım istemedi, işte bu anlarda benide dürtüyor. Yani karşılıklı bi dürtüşme. Çünkü akşama yürüdüğümüz adımları aplikasyon ölçümü ile birbirimize göndermek EGO’muzu tatmin ediyor. Ego doğru bi terim olmadı, sözümüzü tutmamızın tatminliği, kendimize olan saygının tatminliği ve bedenimizdeki o yürüyüş sonrasının enerjisi diyelim. En azından bende öyle.

Heyyy sanada meydan okuyorum, var mısın hergün yürümeye? En az 7000 adım. Sonra 10 bin? 
Cesaretin varsa bende varim dersin bence..

Su faydalarinida ekleyim:

Yürüyüş yapmanın diğer faydaları ise şunlar:
Dinlenirken bile kilo vermeyi sağlayacak şekilde metabolizma hızınızı artırır.
  • Yeme isteğinin (iştahın) kontrol edilmesine yardımcı olur.
  • Enerji verir.
  • Kandaki kolesterol seviyesini azaltır.
  • Yüksek tansiyonu düşürür.
  • Şeker hastalığını kontrol etmeye ve önlemeye destek olur.
  • Göğüs, prostat ve mide-bağırsak gibi bazı kanser türlerine karşı riski azaltır.
  • Kalp krizi ve felç gibi rahatsızlıklar için yardımcı rehabilitasyonu sağlar.
  • Bağırsakların çalışmasını düzenler.
  • Uyku düzenini destekler.
  • Bacak ve kalça bölgesindeki kasların güçlenmesine yardımcı olur.
  • Kemik güçlenmesini sağladığı gibi yaşlı kadınların kaderi gibi gözüken kemik erimesi riskini de azaltır.
  • Kaynak:düzenli yürüyüs faydalari