Sayfalar

28 Mart 2018 Çarşamba

Seviyorum....

Bi kaç blog arkadaşımda gördüm. “Seni sen yapan sevdiğin şeyler” diye listelemişler. Birbirini tanımak adına fena değil aslında. Gaza geldim yapıverdim. 

💜 Doğduğum yere yani Mudurnu’ya gitmeyi çok seviyorum..

💜 deniz tatili olarak sürekli Selimiye ve Datça yarım adasına gitmeyi çok seviyorum. 5 yıldır aynı yere gider mi insan? Gidiyorum..

💜 hala mektup ve kartpostal göndermeyi seviyorum..

💜 Sıcak yada kızarmış ekmek kokusuna bayılıyorum, hele hele üzerine bolca tere yağı sürünce o yağ eriyor ya, bende yerken eriyorum..

💜 yazları evlerden yayılan biber kızartması kokusu, yada biber dolması kokusunu seviyorum.. 

💜 kışın portakal  ve mandalina 🍊 kabuklarını koklamayı seviyorum. 

💜 iğde yemeyi çok seviyorum.. yaş ceviz ve yaş fındık severim 

💜 bahçe, bostan sulamayı çok severim.. akan suda dalından koparıp yıkadığım minik salatalığın ağzımda bıraktığı o buruk tadı seviyorum.

💜 hiç olmadık bi yerde, mesela taşların arasından fışkırarak yaşama meydan okuyan çiçekleri seviyorum.

💜 sabırlı, anlayışlı ve can kulağı ile dinlemesini bilen  insanları seviyorum. Arkadaşlığı çok seviyorum.

💜 kedim Miri’yı çok seviyorum. Böyle oyuncak bebek yada oyuncak bir kedi gibi, tek farkı canlı olması.

💜 gece olsa yatmasam, sabah olsa kalkmasam bi halim var, burada gece olsa yatmasa mı seviyorum da, sabah olsa kalkmasam halimi pek sevdiğim söylenemez..

💜 her gece Ayça’ya mail yazmayı, ertesi gün ondan gelen maili okumayı çok seviyorum.

💜 Perşembe kadınları olarak her perşembe buluşmalarımızı ve o üç saatte dünyayı unutmayı  çok seviyorum.

💜 akşamları kırmızı şarap içmeyi, gündüz ise bir kadeh buz gibi ve buğusu kadehin üzerinde kayan damlacıkları olan pembe yada beyaz şarap içmeyi seviyorum..

💜 Yaşlı insanlarla sohbeti ve onların yaşam hikayelerini dinlemeyi çok seviyorum.

💜 yazmayı seviyorum. O yüzden Blog yazmayı ve bi çok blog yazan blogdaşlarımı okumayı seviyorum. Her ne kadar her okuduğuma yorum yapamasamda. Gönül koymayın nolur.  çünkü ben gönül koymuyorum. Yazmayı ve sağalmayı seviyorum ben.

💜 sinema keyfi bambaşka tabi de, ama evde koltuğa uzanarak, lambaları kısıp, şarap içerek film izlemeyi daha çok seviyorum..🙈 patlak Mısır’ın tencerede pıt pıt patlayışını, tencerenin kapağını yukarı kaldırılışını izlerken acayip duygular yaşıyorum 😀

💜 keyifli anları yaşamayı seviyorum açıkçası. Ve bunları yaratmak hoşuma gidiyor..

💜 haaaaa, bak fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Çektiğim fotoğrafları kartpostallaştırmayı seviyorum. 

💜 sabah güneşinin odama vurmasını seviyorum.  Bir evin duvarına vuran ağaç yapraklarının gölgesini çok severim. Birde rüzgarda şıkır şıkır ses çıkaran kavak yaprakları sesi bana huzur verir. 

💜 akan pınarları, dereleri, nehirleri, severim. Denizin kıyıya sakin sakin vuran sesi severim. 

💜 inek ve davar çan seslerinin ahenkini severim. 

💜 Naftalin kokusunu severim..

💜 radyo tiyatrosu dinleyerek ormanda yürüyüşlerimi seviyorum.. (en az 10 bin adım)

💜gündüz THM , akşam TSM müziği dinlemeyi seviyorum. Gitar, kanun ve klarnet sesini severim. 

💜 Türkiye’de sabah ezanı dinlemeyi severim. O hüznü severim. 

💜 Türkiye’de Türk kahvesi içmeyi sonrada fal baktırmayı severim💜

💜 İstanbul’da yılda bir iki kez olsada Nevizadede arkadaşlarımla rakı içip, sokak çalgıcılarına eşlik edip şarkı söylemeyi severim.

💜 Beşiktaş’ı ve Çarşı’yı severim..

💜Yaşadığım şehri seviyorum..

💜 mor, bordo ve siyah renkleri severim. 

💜 bordo oje, kırmızı ruj 💄 severim.

💜 Biraz özel olacak belki ama Mini kullanmayı seviyorum 🙈 bütün araba markaları bi yana, (ferari, Jaguar, Porsche vs. herneyse artık) Mini başka bi yana.

Böyle işte.. vardır elbet daha bir sürü şeyler ve şu an aklıma gelmeyenler. 

📌 ailemi, çocuklarımı, kardeşlerimi sevdiğimi buraya katmadım. Bunlar zaten herkeste ve var olan şeyler. Ve olmazsa olamazlar.
Birde bunun aksini yazmak lazım, yani sevmediğimiz şeyleri. Gerçi sevmediğimiz o kadar çok şey var ki; bence güzel şeyleri hatırlayıp yaşama sevincimizi tazeleyelim, hazır baharda geliyorken. 💜Ha bu arada her mevsimi ayrı ayrı çok severim. Doğayı çok severim, ona zarar verenleri ellerimle boğabilirim de;  bana gerek kalmıyor doğa zaten intikamını alıyor. 

24 Mart 2018 Cumartesi

Hello.. Ben Miri..

Hellooooo.. 

Benim adım Miri. Tam bir yaşımdaydım. Ben bebekken almış beni ilk annem. Alerjisi varmış bana. İlaçlar falan almış ama nafile. Beni başkasına vermekte bulmuş çareyi. İnternete benim resmimi koymuş. Beni gören şimdiki annem, yani bu bloğun yazarı güzeller güzeli annem😻, beni görür görmez aşık olmuş. Söylediğine göre uzun zamandır benim gibi bir kedi🐈 arıyormuş. Ama bir türlü bulamıyormuş. Buralarda öyle herkese kedi vermiyorlarmış. Hele hele bahçesi olmayana hiç kedi vermiyorlarmış. Birde biz iki tane olmalıymışız bi evde. Her kedi aynı olacak değil ya. Sanki siz insanlar aynısınız? Halla halla!! Ben evde tek olmayı seviyorum. Sadece beni sevsinler istiyorum. Birde öyle dışarlarda sürtmeyi 😹pek sevmiyorum.. Balkon yetiyor bana. 

Dün bana güzel bir mail yazmış şimdiki annem. Demiş ki; hallo Miri.. seni görür görmez aşık oldum. Seni kucağımda okşamak istiyorum, seninle oynamak istiyorum, seninle mışıl mışıl uyumak istiyorum, kedim olmanı istiyorum. Bunları sende istiyor musun? 

Bunları sahibime değil, direk bana yazmış. Çok sevdim onun bu tavrını. Telefon numarasını yazmayıda unutmamış. Sabahı zor ettim. Hemen arayalım dedim eski sahibime. Saat sabahın 7 si. Evet kargalar kahvaltısını yapmamıştı. Ama banane kargalardan. 
Aradık. Telefon uzun uzun çaldı. Açmayınca çok korktum. Çalsın çalsın dedim. Telefon kaç kez çaldı bilmiyorum ama kedi rakamı ile 3556 kez çalınca açtı telefonu uykulu sesle. Ben Miri, dedim. Neee, dedi.. sevinçten eli ayağına, dili damağına (bu deyim başkaydı ama terbiyem el vermedi) dolaştı. Ne diyeceğini bilemedi. Hatta saçmaladı biraz. Ben Miri, Miri dedim tekrar. Mailini okudum. Evet bende seni okşamak ve seninle yaşamak istiyorum, hemde bugün istiyorum, dedim. Tamam seni öğleden sonra, yada en geç yarın alacağım, dedi. Kapattık telefonu. Ben bekleyemiyordum. Madem eski sahibimin bana alerjisi var, bugünden tezi yok gitmek istiyordum. Saat 10 a doğru tekrar telefon açtık. Ben tasımı tarağımı topladım, sana taşınıyorum, bugün saat 12 gibi evde misin? dedim. Hayır, çalışıyorum ama saat 12 de evde olurum, dedi. Sevindim😻. Kapattık telefonu. Sonra bana, “tasımı tarağımı derken?” Diye yazmış kedi WhatsApp-ından. Senin için ne hazırlayım? Demiş birde. Hiç bir şey, dedim. Ben yatağımı yorganımı, kedi tuvaletimi, kumumu, 3 aylık mamalarımı, oyuncaklarımı, tırmıklamak için o koca ağacımıda getiriyorum, diyede ekledim. Sevindi. Ama ben bir an önce gitmek istiyordum. Saat 12 yi bile bekleyemedim. Düştük yola eski sahibimle. 11.45 te yeni sahibimin evindeydim. Allahtan bi abi vardı evde. Oğluymuş. Hello, dedim girdim içeri. Evi bi kolaçan ettim. Bütün odaları dolaştım. Kokladım orayı burayı. O ara evin hanımı geldi, elinde hiç bir kedinin dayanamayacağı minik atıştırmalıklarla. “Sen onu getirmesende sevmiştim seni akıllım” dedim, ama içimden. Eğildi, elini kokladım, yüzüne baktım, sevdim seni miyauuu, dedim.. 
Eski sahibim bana baktı, yerlerde yuvarlanıyorum falan. İyi hissettin kendini burada, ama gel bi vedalaşalım dedi. Kucaklaştık güya. Ama içimden şu şarkıyı söylüyordum. “Olmaz artık kapı açık, arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık, bir zamanlar sen de bana acımadın, yalnız kaldım yıkılmadım ayaktayım.. Ohhhh, yaşadım yaşıyorum
başım yukarda meydan okuyorum hayata ve sana, gönlüm doluyor aşkla barıştım bak hayatla, başladım yaşamaya hey hey...
Şimdi gel de gör beni bambaşka bir kedi 🐈 Topladım dağılan kalbimin her köşesini
Ardından ağlayan o zavallı kedi 🐈 nerede şimdi
hey heyyyyyyy.
Sevenlere vereceğim sevgimi..”  

Türkçe şarkılarada anında adapte oldum he. Bu türkiyeliler ne güzel ifade ediyorlar şarkı sözleri ile ne diyeceklerini?  
Neyseciğime.. Bu arada türkçeyide çatır çatır söktüm bir kaç saatte. 😹çok akıllıyım ben. 

Öğlen yeni annem benimle oynadıktan sonra tekrar işe gitti. Ben bi abi ile kaldım. Sonra bi abi daha geldi. Birbirinin aynısının tıpkısı. N’oluyo lan dedim önce. Sevgi sarhoşu oldum, çift görüyorum, herhalde? Meğer onlardan iki tane varmış. İkiz deniyormuş insanlarda. E bizde en az üç beş birlikte doğuyoruz, kimse bize ikiz, üçüz, beşiz demiyor. Bize normal gelen onlar için özelmiş.. pehhhh. Bu insanlar hakkaten bi garip bazen. 
Ama o abiler çok tatlı. Beni çok seviyorlar. Ne yalan söyleyim bende onları çok sevdim. 

Benim ismimle uğraştılar bugün biraz. Biri diyor Heidi, biri diyor boncuk, biri diyor ponçik.. henüz karar vermediler. Bende diyorum ki, benim adıma noolmuş? Neyini beğenmediniz acaba? Miri’yim ben! Bir yıldır Miri diye çağrılıyorum.. Ben sizin adınızı değiştirmek istiyor muyum? 

Bakalım ilerde neler olacak. İsminin değiştirilmesi dışında rahatsız olduğum bi konu yok şimdilik. Gayet mutluyum burada. Şimdi uyuyayım mışıl mışıl yatağımda. Yatağımı yorganımı getirdim demiştim dimi..

Belki gece uyanır gider, ayak uçlarında kıvrılırım.. miyauuu😻









18 Mart 2018 Pazar

Sevmek, Sevişmek Güzel şeyler...

Yavaş yavaş bahar fotoğrafları düşmeye başladı instagrama. Buralarda henüz baharı anımsatan bir şeye rastlamadım. Masmavi gökyüzü, sarı, turuncu, kızıl harika bir sonbahar yaşamıştık. Kış genelde gri, soğuk ve çok uzun geldi bana bu yıl. Oysa mevsimlerle hiç didişmem. Olduğu gibi kabul ederim. Başka şansımda yok zaten. Doğa bu.. Sürekli kendini yineleyen ve yenileyen büyük bir güç. Doğa ne yapıyorsa doğru yapıyordur. Fakat ilk kez güneşi çok özlediğimi hissediyorum. Bazen göründüğünde sevdiğim biriyle yıllar sonra karşılaşmış gibi mutlu oluyorum. “Nede olsa kışın sonu bahardır” diye türküler yakıldığına göre, er yada geç nasıl olsa gelecek o bahar burayada. 

Giorgio & Heidi
Hafta içi 85 yaşını kutlayan bir ihtiyar delikanlının Doğum gününe gittim. Perşembe kadınlarından arkadaşım Antonellanın babası. Bi kaç kez Perşembe’den veya bazı aktivelerden tanışmışlığımız var. Yıllardır beni hep davet ederlerdi. Sen bizim üçüncü kızımızsın derlerdi. Bern’e araba veya tren ile bir saatlik mesafede oturuyorlar. Ha bugün ha yarın derken gidemedim. İşte bazen olmayınca olmuyor. Oysa iki yıl önce 350 km uzaklıkta olan Tessin’deki yazlıklarına gitmiştim. Her gördüklerinde “wann kommst du nach Riniken?” (Ne zaman Riniken’e geleceksin?) diye soruyorlardı. Bi ara gelirim söz, diyordum. O bi ara bu araymış meğer. Onlar davet etmedi beni. Geçen perşembe Antonella bahsetmişti, pazartesi babamın Doğum günü, gelmek istersen ben orada olacağım, seni istasyondanda alabilirim, demişti. Dedim, hep sorardı Rinikine ne zaman geleceksin diye, bundan daha güzel bir tarih olamaz, geliyorum dedim. 

O gün geldi çattı. İş çıkışı biri beyaz, biri kırmızı iki şişe şarap aldım. 85 yaşında bir beyefendiye ne alınır ki başka? Atladım trene, gittim Riniken’e. Antonellaya saat 17 de istasyonda olacağımı söyledim. Harika, alırım seni dedi. Küçük bir köy. Tarihi küçük bir istasyon. Antonella çocukluğunda gittiği okulu, oynadığı yerleri göstererek ilerliyoruz. Bu arada babam senin geleceğini bilmiyor, ben sigara almaya çıktığımı söyledim, diyor. 

Varıyoruz eve. İki katlı şirin bir ev. Bahçeye sonradan yapılmış kış bahçesinde oturuyorlar. Hırsız gibi Antonellanın arkasından parmak uçlarımda yürüyorum yolda. Görmüyorlar. Giriyoruz eve. Giorgio (Antonellanın babası) beni görünce gözleri fal taşı gibi açılıyor. Karısı Heidi “inanmıyorum” diyerek elini alnına vuruyor. İşte benim üçüncü kızımda geldi derken diğer davetlilere, Giorgio “size yeni kız arkadaşımı tanıştırayım” diyor.. Gülüşüyoruz hepimiz. Masa gitgide büyüyor, genişliyor. 

İki kızları var Giorgio ve Heidi’nin. 
Mutlu yaşadın mı? Hayatından memnun musun diye soruyorum ilerleyen saatlerde yan yana geldiğimizde. 

Anne baba ve kizlari
Neden mutlu olmayayım? İkinci dünya savaşından çocukluğunda doğu Almanya’dan göç ederek tanıştığım çok güzel bir karım var, İki güzel kızım var, mükemmel damatlarım var, harika torunlarım var, hala sağlıklıyım, güvende hissettiğim bir ülkem var. Mutlu olmamam için hiç bir nedenim yok, dedi.  
Evet, düşündüm 85 yaşındaki bir insan hayattan başka ne bekler? Doğru, 
Büyükanne ve torunu
öyle sevgi dolular. O torunlar hepsi gelmiş ve hepsinin severek ve isteyerek geldikleri o kadar belliki. Akıllı telefonlarla başa çıkamayan büyükanneye, çok büyük bir anlayış ve sevgi ile anlatan torunları gördüm. 

O akşam, o masada gözlemlerim oldu. Masadakiler, kızları, damatları, torunları, komşuları, belediye başkanı ve karısı, doktoru vs gibi insanlardan oluşuyordu. Torunların en küçüğü 20 li yaşların üzerinde. Herbirinin kız arkadaşı ve erkek arkadaşı yanında. Bazen el ele, bazen göz göze, bazen kucak kucağa ve bazen dudak dudağa öpüşüyorlar. Anne babalar yanlarında, dede ve nine yanlarında. Her şey o kadar normal ki? Belediye başkanı burda, yada şu dedikoducu komşu burda, şunu yapmayalım, bunu yapmayalım diye yapmacık hiç bir şey yapmıyorlar. Doğal davranıyorlar.  O el ele, göz göze, dudak dudağa öpüşmelerde yapmacık gelmiyor bu yüzden. İşte bunlar hep kültür meselesi. Ben bile kendime şunu sordum o akşam? Yıllarca Avrupa’da yaşamış biri olarak ve her şeye anlayışı olan ben, o akşam bu benim dikkatimi neden çekti? Bilmiyorum. Belkide bilmek istemiyorum. Belki bilinç altı ülkemle kıyaslıyorum. 

Kadehleri hiç boş bırakmıyorlardı. Acayip misafirperverlerdi. Şunu yedin mi, bunu içtin mi diye sürekli soruyorlar, herkesi mutlu etmeye çalışıyorlardı. 

Giorgo gecenin sonuna oturduğu yerden kalktı, çatalını kadehine bi kaç kez vurdu. Birbiriyle konuşan herkes dikkat kesildi. Kim, geçen yıl haziranda kendi yaptığım ceviz kabuğundan şnaps içmek ister, parmak kaldırsın dedi. Herkesin işaret parmağı👆 yukarıdaydı. Ama görülmeye değer bi hareketti. Herkes tanıyor besbelli. Ben kaldırmadım. Bana geldi Giorgio, dedi ki, hakkaten istemiyor musun? Hayır, dedim, Tessinde içtiğim o Grappalarladan sonra hiç şnaps içmek istemiyorum. İşaret parmağı ile baş parmağı arasındaki o küçük farkı göstererek, şu kadarcık ama bunu denemelisin, dedi. Seni mi kıracağım, getir içeyim, dedim. 
Nasıl güzel bi şeydi öyle. Ceviz gibi kokulu, pekmez gibi görüntülü. 

Yedik, içtik, güldük, konuştuk. Saat 23 e doğru yola çıktık Antonella ile. O arabası ile gitmişti ve alkol almadı. Bu konudada disiplinliler Avrupalılar. Bizim gibi, “nolcak yaaa, goyarim amina” demiyorlar. Bir saatlik yolumuzda konuşa konuşa geldik. Dedim ki, Antonella ne güzel sevgi dolu bir ailen var. Gençler anneleri-babaları yanında ve hatta dedeleri-nineleri yanında çok rahatlar, el ele, dudak dudak dudağa. 
Bu bizde çok normal, diyor. Benim gençliğimdede bu böyleydi. 
Biraz şaşırıyorum. Yani kırk yıl öncede bu böyleydi. Hep anlayışlıydılar erkek arkadaşlarımız için, diyor, ama her hafta başka biri ile gelemezdik. Ciddi ilişkilerimizi hep anlayışla karşıladılar. Zaten onlarlada evlendik. Sevginin ayıbı olmaz diyor. Doğru ya. Sevginin ayıbı olur mu hiç? 

Ama bu bizde ayıp haline gelmiş. Sevmek ayıp, sevişmek ayıp, savaşmak güzel, şehit olmak hatta 5-6 yaşındaki çocuğa şehitliği öğretmek çok daha güzel. Metroda iki sevgili öpüşürken gören diğer ahlak bekçisinin yumruk atması bile mübah artık. 

Son zamanlarda sıkça duyduğum şu “biz hangi ara bu hale geldik” cümlesinede fena gıcığım. Hangi ara geldiğimiz apaçık ortada değil mi? Sevgiden, saygıdan, anlayıştan, hoşgörüden uzaklaştık, uzaklaştırıldık. Birde teknolojinin sanal yakınlığı, gerçek yakınlarımızdan uzaklaştırdı. 

O akşam şunu gördüm ben; 
Sevgiden, sevişmekten zarar gelmez. Sevgide, sevişmekte güzeldir ve üretkendir. Çok sevgiden doğar mesela bir insan çocuğu. 
Oysa savaş öyle mi? Savaş öldürür. Yok eder. 
Sevginin olduğu yerde barınmaz hiç bir kötülük. Bütün organların kanser tehlikesi varmış mesela. Bir tek kalp kanseri yokmuş. Ne kadar anlamlı değil mi? Sevginin olduğu yere hastalık bile giremiyor.  

Söyleyeceklerim bu kadar. 

Ps. Oysa ben Giorgio ile Heidi’yi anlatacaktım, onlarında bayan Susi ve bay Anliker kadar enteresan bir yaşam öyküleri var. Başka bi zamana o zaman. 
Seksenlik sevgililer..




4 Mart 2018 Pazar

Bayan Suzi ve Sevgilisi..

(Bayan Suzi’yi tanımıyorsanız eğer şuradan Bayan Suzi ve Üzümleri yazimi okursanız daha anlamlı olabilir. )


Ofisteki orkidelerin çiçeklendiğini görünce düştü aklıma Bayan Suzi. Sonbaharda gittiğimde, “artık kurtulmak istiyorum bütün fazlalıklardan” diyerek bir sürü çiçeksiz orkideyi dizmişti balkonuna. Orkideler yarı solmuş gibiydi.  Atmaya kıyamıyordu. Ben alırım dediğimde çok sevinmişti. Onun sevinciydi aslında beni mutlu eden, yoksa o can çekişen orkideleri iş yerindeki çöp konteynırına atmayı düşünüyordum. Atamadım. Biraz ofiste kalsınlar tamamen solduklarında atarsam üzülmem diye düşünmüştüm.

İşte bu son ziyaretim geldi aklıma o yarı canlı orkidelerin çiçeklendiğini görünce. Aldım telefonu elime, aradım bayan Suziyi. Uzun uzun çaldırdım. Genelde geç çıkar telefona. Yine öyle oldu. Ve genelde adımı bi kaç kez tekrar edince tanır beni. Tanıdığında ise sesine sevinç düşer. “Biliyor musunuz, Bay Anliker’de burada” dedi heyecanla ve ben öyle mi? diyemeden devam etti. “Dişçiye gitti bugün, onu almaya gittim, biliyorsunuz kendi başına hareket edemiyor, dönüşte bir buçuk saat taksi beklememizi söylediler, ama beklemedik toplu taşıma ile geldik çok zor oldu, ama şimdi evdeyiz, somon yapıyorum birlikte yemek yiyeceğiz” dedi. Sizinle cumartesi görüşebiliriz diye ekledi. Cumartesi gelemem, ama müsaitseniz bugün öğleden sonra gelebilirim, birer kadeh şarap içeriz birlikte ve sonra Bay Anlikeri evine götürebilirim diye bir teklifte bulundum. Oda olur tabi, kapıyı açık bırakacağım zile basmadan girin içeri, dedi.

Soğuk ve gri bir hava vardı o gün. İş yerinde hala asılı olan Bay Anlikerin hırkasını ve hala masasında duran iki paket açılmamış purosunu alıp çıktım. Eve vardığımda dış kapı aralıktı. Ama ben yine zile basarak girdim içeri. Mutfaktan sesler geliyordu. “Bayan Suziiii” diye ünleyerek mutfağa yöneldim. Küçük yuvarlak bir masa etrafına oturmuşlar şarap içip, sohbet ediyorlardı. İlk Bay Anliker gördü beni, gülen gözlerini bana dikerek bak bak, kim geldi der gibi “luk a, luk a” dedi. Bayan Suzi ile kucaklaştıktan sonra Bay Anlikerin yanına gittim. Yerinden kalkınmaya yeltendi ama zorlandı. Lütfen oturun dedim. Tokalaştım. Hafif eğilip sizi öpebilir miyim, yakışıklı erkekleri öpmek şans getiriyormuş, dedim. Seve seve dedi gülerek. Kucaklarken ben onu yanağımdan öpen o oldu:) bakın size hırkanızı ve puronuzu getirdim, deyince siz bir meleksiniz, şu anda ihtiyacım olan şey bunlardı, dedi. Masaya bende dahil oldum. Bir şarapta bana verdiler. “Salute” deyip tokuşturduk kadehleri. Bay Anlikerin çok soruları vardı. İşle ilgili iş arkadaşlarımızla ilgili, bazı değişiklikleri öğrendiğinde şaşkınlığını gizleyemedi. Konuştuk ordan burdan, daldan doruktan. 

Yaşlılıktan bedenleri yorgun olsada beyinleri dinçti. Birbirlerine saygılılar, anlayışlılar ve sevgi dolu bakıyorlar. Biri diğerinin hakkında olumlu bir şey söylediğinde teşekkür ediyor, diğerinin gözlerinin içine bakarak. Belki gözlerin feri kaçık artık, ama samimiyet ve o inanç hala yerinde. Birbirlerini eleştirdikleride oluyor. Buna cevap vermek yerine gülümsüyorlar sadece. Acaba bunun sırrı evli değilde hep sevgili olarak yaşadıklarından mıdır? Diye soruyorum kendime içten. Bilemedim.. Ama hayranlığımıda kendimden gizleyemedim. 

Zaman ikindiden akşama geçerken,  “gidelim mi Bay Anliker” dedim. “Gidelim, yoksa karım aranıyor ilanları asmaya başlar” dedi. 
Bu arada karısının Bayan Suzi’den haberi var. Bu durum çok garip gelsede genel anlayışa, ben bu konu hakkında asla yorum yapmam. Bu onların üçünü ilgilendiren bi konu. Ve yıllardır üçü bu şekilde yaşıyor. Ve ben Bay Anlikeri hep bayan Suzi ile tanıdım. Bence Bay Anlikerin eşi de müthiş bir kadın olmalı. Herkes birbirine saygılı ve hayatından memnun. 

Zorla kalktı yerinden Bay Anliker. Kalkınca yürüyebiliyor. Bayan Suzi yardım etti montunu giymesine. Merdivenden inerken elinden tuttu. Bayan Suzi yaşça büyük olsada, Bay Anliker’den daha dinç. Kendi başına yaşayan ve hareket edebilen bir kadın, üstelik iki kedisi ile mutlu bir kadın. 

Bindik arabaya.. Dedim bana yolu tarif edebilir misiniz? Ederim dedi. Geldik eve. Evin dış kapısına gitmek için otuz merdiven basamağı var. Yardım etmemi istermisiniz dedim. Teşekkür ederim, giderim ben, dedi. Hiç ihtimal vermedim. Düz yolda yürümekte koluma giren Bay Anliker, burada neden ben giderim diyordu? Ya yaşlılığını kabul etmeyip bana bir şeyler ispatlamaya çalışıyordu, yada karısının beni görmesini istemiyordu diye düşündüm önce. Tamam bunu anlayabilirdim ama gönlüm razı gelmiyordu onu öyle bırakmaya. Çünkü, yaşlılığın verdiği yorgunluk dışında, öğleden sonra içtiği şarap ve şnapslar az buz değildi. Ben bu yaşta içseydim onları çıkamazdım o merdivenleri. Taktik değiştirdim bu sefer, “sizin gibi centilmen bir erkeğin koluna girip şu merdivenleri çıkmayı hep hayal ettim, lütfen bunu esirgemeyin benden” dedim. “Buyrun, o zaman” dedi. Beş basamak çıkıyor, soluk soluğa kalıyor. Dinlene dinlene 10 dakikada çıktık giriş kapısına. Üç katlı bir evin en üst katında oturduğunu ve asansörün olmadığını öğreniyorum. Ama nefesi yetmiyor bunu anlatırken. Dinleniyoruz giriş kapısındaki verandanın altında. Orta yaşlı güzel bir kadının merdivenlerden çıktığını söylüyorum. Kısık gözlerle bakıp, orta kattaki kiracısı olduğunu tanıyor. Kadın sadece selam verip gülümseyerek giriyor içeri. Merak etmiyor yani ev sahibinin, hiç görmediği, görece genç olan bir kadın ile evin girişinde konuştuğunu gördüğünde. Öyle normal herşey. Yine bırakamıyorum onu bu halde, ben çıkarım desede, bu sefer ben alıyorum ipleri elime. Nasıl çıkıyorsunuz bakacağım diyorum. Söz yardım etmeyeceğimde. Peki, diyor. Çıkalım, hem eşimide tanımış olursunuz. Gayet rahat. Ben yine Türkçe düşündüğüm için dumura uğruyorum. Kendime geliyorum hemen,  benim amacım o değildi sadece evinin kapısına ulaştırmaktı deyip. O anahtarını ararken iyi akşamlar deyip merdivenleri ikişer, üçer atlayarak inerken ne enterasan bir gündü diyorum içimden, yüzümdeki tebessümle..