Sayfalar

23 Kasım 2012 Cuma

12 Eylül…..



Bugünlerde 12 Eylül sorumluları yargılanıyor ya sözde.. Video konferans sistemi ile, çay kavhe içerek. Kendi ifadelerine göre "Adil olsun" diye hem sağdan hem soldan insanlari öldürmüşler, gözaltinda yok etmişler, hapse atmışlar.. Yani boş yere insanlar gereksiz büyük acılar çekmişler. Dün akşam düşündümde, ben o dönemi sadece yazılanlardan, çizilenlerden, anlatılanlardan biliyorum.. Yani çok sonra haberdar oldum.. 12-13 yaşlarındaydım. Almanya'ya geleli 1 yıl olmuş, şimdiki gibi türk tv leri yoktu.. Alman tv lerindeki haberleride anlamiyoruz.. Türkei diye birseyler geçiyordur muhtemelen ama anlamıyoruz işte..  Eve Tercüman gazetesi gelirdi ama yüzüne bile bakmazdık.. Baba bulmaca çözmek için alırdı gazeteyi:) 
Ama hatırladığım başka şeyde alman tv lerinde Yilmaz Güney filmleri gösterilirdi o dönem.. Sürü, Duvar, Yol.. Oysa o dönemler Kadir İnanir'lı Banu Alkanlı, bir sürü filmler vardı, niye onları göstermezlerki diye sinirlenirdik.. Meğer en güzel filmleri gösteriyorlarmış..  Akşamları 40 dakika Köln radyosu türkçe yayın yapardı, o dinlenirdi.. Ama ben bu haberleri hic duymadım, duysamda anlamadım.. Evdede böyle konusmalar olmazdı hiç.. Zaten annemizi 3 ay sonra kaybedince  bizim acımız bize yetmiş olmalı.. Yani dünyadan bi habermişiz o zamanlar.. Bazen bilmemek dahamı iyi oldu diyorum.. Çünkü herkes farklı yaşamış 12 Eylül'ü, herkes farklı acılar çekmiş.. Herkesin bir yanı yarım kalmış.. 

Dün akşam bu konuyu arkadaşıma sordum.. Acaba o dönemi hatırlıyormu, nasil yaşamıştı? 
Bana 12 Eylül, başlıklı bir yazı göndermiş.. Ki o dönemler 6-7 yaşlarında.. Ve yazdıkları tüyler ürperten cinsten.. 
İzniyle bloğumda paylasmak istedim.. 
"Uygun görürsen seve seve" dedi.. 
Buyrun:

12 Eylül…..

12 Eylül pek cok insan gibi bizi de deldi geçti Server. Hayatımı öncesi ve sonrası olarak ayırabileceğim kadar deldi geçti. Çok anlatmısımdır bunları, konusmusuzdur ama 12 Eylül deyince yine anlatmak istiyorum.

Sağ – Sol fark etmedi bence. 12 Eylül ve sonrasında her iki kesimin Sol tabi başta olmak üzere çok acılar cektigini, cok yaralandıklarını ve sonrasında da düzelinmediğini, düzeltilemediğini düşünüyorum. İki tarafda kaybetti.

12 Eylül öncesi sana evimizi anlatayım. Evimiz her zaman çok misair alan bir ev olmuştur. 12 Eylül öncesinde çok keyifli, çok neşeli, çoşkulu, kocaman sofraların kuruldugu bir evdi. Dayımların, yengemlerin kocaman kütüphaneleri vardı köydeki evimizde. Köyden ve cevremizden bir sürü insan gelir oradan kitap alır okur, iade ederdi.  Meydan Laurouse’u, İngilizce Time Dergilerini, Hayvanlar alemi ile ilgili kitapları, Saglıkla ilgili kitapları vs oradan tanımıstım. Tabiki ilgi alanıma girenleri.  12 Eylül sonrasınde ise ev yine kalabalık ama sessiz ve hüzünlü bir ev oldu. Beyazdı yaşam – Siyaha döndü. Ara renk yok. Ara duygu da kalmadı.

1980 Ocak ayının başında evimiz birden dolmaya başladı. Evimizin yazlık ve kışlık misafirleri olurdu. Yazın gelenler kısın gelmez kısın gelenler yazın gelmezdi. Ama bu sefer hepsi birbirine karışmıştı. Anlam veremedigim bir kalabalık vardı. Çetin Dayı gelmişti. Çetin Dayı dedemden korkar gelemezdi, çok içerdi, dedem de ona bu nedenle kızardı o gelmezdi, gelemezdi. O vardı. Salih Dedem gelmişti. O da bir yaz misafiri idi, kışın ortasında gelmişti. Elmas Ninem bizim yattıgımız odada sedirin üstüne yatmış arkasını insanlara dönerek yatmış aglıyordu. Elmas ninem ağlamazdı, insan yanında yatılmaz, insana arkanı dönemezdin. Ananneme sormuştum, Elmas Ninem neden aglıyor diye, o da bana Oglu Besim Dayı Almanya’da trafik kazası gecirmiş ona üzülüyor dedi. Anannem o kış gününde bir taraftan insanlara yemek yapmaya calısıyor, bir taraftan koca kazanlarda camasır kaynatıyor bahcede. Bilirsin eskiden camasırı kaynatırlardı, beyazları;) bir taraftan da gelenle gidenle ugrasıyordu. Bende onun eteğinde dolanıyordum. Anlamaya calısıyorum. Dedem ortada yok o kalabalık icinde.Meğer o evden uzak durmaya calısıyormus, Sinop’ta-Erfelek’te dolasıp duruyormus. Herkes cok dikkatliydi, fısır fısır bir şeyler konusuyorlar, gizli saklı.

Bir gün, kac günü biz böyle yasadık bilmiyorum ama bir gün Hamza Dayı ile Basri Dayı anannemi yine yattıgımız odada divanın kösesine cektiler. Oturttular onu duvar dibine. İkiside karsısında ayakta. O da zaten kısa boylu bir kadındı. Onlar da uzun boylu kocaman adamlar benim o zamanki halime göre dev adamlar, sana bir sey söyleyecegiz yenge dediler. Celalettin hastalanmıs, Hülya ile birlikte Sinop’a geliyorlarmış. Anannemin değirmisi çözüldü o anda. Omuzlarına dogru düştü uçları. Almanya’da doktor mu kalmadı, siz bana oğlum ölüyorda geliyor desenize dedi. O an değişti benim ve çevremizdeki tüm insanların yaşamı. O an anannem basladı cığlık çığlığa ağlamaya ve 2008 e kadar bu sekilde agladı. O cığlığı, o haykırmayı, o çaresizliğini, o dizlerini dövmesini, o odadan odaya gidip insanlara beni de öldürün ben bu acıya dayanamam diyerek yalvarmasını unutamam. O anda Tüfekler, tabanca ortadan kaldırıldı. Ben bıcakları sakladıgımı hatırlıyorum, kendini öldürmesin diye. O andan itibaren onu bırakmadım hic. O nereye gitse bende peşinden gittim. Korudum güya onu, gözetledim kendine zarar vermesin diye.  O anda ev doldu. Sanki insanlar etrafta saga sola saklanmış gibi herkes anında o saklandıgı yerden cıktı ve ev doldu. Sonra cenazenin Türkiye’ye gelmesini bekledik. Bir gece uyandım. Salonda Türk Bayragına sarılı bir tabut. Sonra sabah uyandıgımda o tabut yattıgımız odaya gelmiş. Dedemin yatagının üstüne koymuslar. Bayragın kokusunu ve kuması unutamam hic. Çinko bir tabuttu. Cenaze icinden cıkmadı hic. Acmadılar. Sadece anannem görmek istedigi icin yüzüne denk gelen bir alanı kesmişlerdi. Merdivenin basında oturuyordum yukarda. Dedem Cagırdı asagıya. Gittim. Beni odaya götürdü, kucagına aldı ve bak kızım dayın dedi. Onun gülen yüzünü gördüm.Gözleri hafif acıktı. Ben aglayınca yeniden yere bıraktı beni.

Anannem camın önünde oturuyordu ve herkes o camın önüne gelip onunla konusuyorlardı. Sonra Almanya dan geldiklerini ögrendigim insanlar; ananneme sözler verdiler; ‘’ kanı yerde kalmayacak ana ‘’… Kimdi ki katili … ? Yıllar sonra öğrenecektim kim oldugunu Hürriyet gazetesinden. Hürriyet gazetesinde bu kadar acık, net bir şekilde okumak hele kanımı dondurmuştu. 12 Eylül döneminde Yurtdışındaki cinayetlerin, ölen insanların isimleri ve yasadıkları sehirlerin isimleri verilerek, dayımın ismini orada okumustum ve o dönem ölen 2 kişinin daha. Bu cinayetlerin MİT ve BND ile ortak olarak organize edildigini, Türk Ocaklarında ki insanların bu cinayetleri işlemeye azm ettirildiklerini yazmıştı Hürriyet. Bu bir sol gazete degildi, yani öyle bir taraf degildi. Alman bir adamın arastırmasıydı bu ve kitabı da vardı. Kısaca Camiden cıkıp bu cinayeti işlemişti katil. Kimdi ki katil …?  

Cenaze evden cıkacagı zaman beni komsumuzun evine götürmüşlerdi. Herhalde ananemi o halde görmemem icin. Onların evinin penceresinden bende omuzlarda tasının cenazeyi izlemiştim. Cok kalabalıktı. Hava soğuktu.. 

Annem Oğuz ile gelmişti Türkiye’ye (ben anannem ve dedemin yanında yasıyordum zaten) ve Oğuz'u oyalamam için bana bırakmışlardı. Cenazeden sonraydı. Hatırlıyorum iskemle/kücük tabure, onun etrafındayız elimde ip var ve Oguz, zaten mızmızdı, niye zırladıgını hatırlamıyorum ama annem beni o gün ilk ve son defa dövdü. Ama öyle böyle değil. Kiren sopası ile, evire cevire dövdü. Valla etlerim morarmıştı, o kadar yani. Tabi bu cenazeden sonra yasanan bir olay. Sanırım annem iyice tükenmişti ve kurban ben oldum:) Annem, Oğuz ben dayımın odasında uyuduk. Anneme sordum, dayımı kimler öldürdü diye, o da köpekler öldürdü demişti. Cocuksun. Gelde çık işin içinden…

Sonra Eylül geldi. Darbenin yapıdıgı günü hatırlamıyorum tam. Ama her gün ve hic bir ajansı kacırmayan dedeme bir haber sonrasında Muhtıra ne demek diye sordugumda, bana bunu bilmedigim icin kızmıstı. Ondan sonra hic unutmadım Muhtırayı:)

Büyük Yengem aranıyordu. Dayım öldügünde 2. Ogluna hamile idi. Cenazede bir konusma yapmıs, Evren ve ekibine Cuntacılar dediği için onuda arıyorlardı ve o bu yüzden uzun zaman Türkiye’ye gelememişti.. Dayım ölünce herşey bitmedi. Ondan sonra başka bir hayat başladı. Sık sık polis, asker bizi ziyaret eder oldu. Dedem, tüm silahlarının ruhsatı olmasına ragmen özellikle tabancasının yerini kimseye söylememi sıkı sıkı tembihlemişti. Tabanca da, Eski evimizde her odada banyo vardı, yattıgımız odanın banyosunun icinde mandal torbası gibi bir torba asılı idi. İcine, sabunluk, sabun veya özel esyaların saklandıgı o bez torbanın icinde idi:) Bazan düşünürdüm, ya agzımdan kacırırsam diye, belkide kacırdıgım için dedem bana söylemişti:) Evdeki tüm kitapları sakladık. Samanlıgın oraya gömdük, olmadı, ambarın altına gömdük, olmadı, cevizin altına gömdük, olmadı, evde yüklüklerin üstüne sakladık. Ve en son o da sanırım 12 Eylül sabahı idi yaktık. O sabah ev sessiz. Ben kiminle yatmışsam sabah da onunla uyanmak isteyen bir cocuktum. Eger onu yanımda, etrafımda göremiyorsam vay haline onun. Onu bulana kadar pijama ile tarla, bag, bahce ne varsa dolasır, bagıra bagıra onu arardım. Uyandım. Anannem yok. Dedem yok. Sonra bir ara kapıdan gecti birisi. Fırladım peşinden arka odaya bir şey tasıyorlar. İkiside sessiz. Ocak yanıyor. Ocakta kitaplar yanıyor. O gün Dolabın üstüne sakladıkları 3 bavul kitabı yaktılar. Dedem Bülent Ecevit’in bir kitabını atese atmadan durdu, baktı kapagına baktı ve attı. O ateşi unutmam. Piramit gibi yığılmış kitapların ateşini. Sonra duydum ki Orhan Dayım tutuklanmıs. Ve kitapları nedeni ile tutuklanmıstı. Ve bizimkilerde baska bir acı daha kaldıramayız diyerek bu izleri de ortadan kaldırmıslardı.

Bir gün asfaltın kıyısındayım. Önümden hızla bir Murat 124 gecti. Arabanın arka penceresinden yarı beline kadar dışarı fırlamış bir adam ve icerde onu iceri cekmeye calısanlar, dokunsa bana degecek, gözümün önünden imdaaat diye bagırarak gecti-gitti. O zaman hep gördügüm bir rüya vardı. Köyümüz askerler tarafından basılıyor, top atesine tutuluyor ve beni o atesin ortasından komsumuz bir nine vardı hep o kurtarırdı. Sonrasında evde yalnız kalamadım. Evde kalacagım zaman mutlaka kapıyı acık bırakırdım. Tavuk, köpek, inek ne varsa bahce de iceri girsin de ben de yanlızlıgımı hissetmeyeyim diye. Eski evimizin duvarı ahırla bitişikti. Tuvaletin penceresinden ahırın içini görürdün. Bir gün tuvalete gidecegim. Üst kata zaten korkumdan cıkamıyorum, kapıyı actım, karsımda bir göz bana bakıyor. Tuvaletin bir kapısı vardı, istenirse oaradan ahıra inilebilinecek. O kapının üzerindeki delikten bakıyor bir cift göz bana.  Dondum. Hareket edemiyorum, bagıramıyorum. Bu ne zaman hareket etti, gözlerini kırptı anladım ki buzağ. Şapşal şey. O günkü korkumu anlatamam:)

Evet korkular kaldı geriye, hüzün kaldı, aglamak kaldı, anannemi ondan sonra gülerken hatırlamam hic, mutluluklarımız gitti, birbirimizden uzaklaştık tüm aile, yasaklar kaldı. Anannem mesela ondan sonra hiçbir Cumartesi günü çamasır yıkamadı. Kırık-çıkık tedavi eden bir kadındı, artık kimsenin canının yanmasına dayanamadıgı icin bu işleri bıraktı. Agladı, agladı, agladı…. Saklamayı ögrendim ben ondan sonra, sorunların üzerini örtmeyi, gömmeyi. Ve sonrası. Yaşadıgım hic bir sıkıntı, sorun kimse tarafından fark edilmedi. Görmediler, duymadılar, bilmediler…

Bence 12 Eylüller daha çok anlatılmalı. Daha çok yazılmalı, daha çok filmleri çekilmeli…. İnsanlar bunun ne demek oldugunu daha iyi anlamalı, anlayabilmeli Server. Bu bizim yasadıgımız. Ben 6,5-7 yasında idim bunları yasadıgımda. Bu benim gözümden 12 Eylül. Kimbilir kimlerden neler aldı daha... Anannem ‘’ bası yastıkta ölseydi bu kadar üzülmezdim belki ‘’ derdi. Düşün kayıpları düşün, cenazesini bile alamamıs-bulamamış, anne-baba, eşleri,kardesleri, cocukları düşün, idamları düşün, sakat kalanları düşün, işkence görenleri düşün, tecavüz edilenleri düşün…. Bir daha yaşanmaması için, birbirimizi anlamak için, empati kurmak icin, duymak için, hissetmek için, anlamak için, çözüm bulmak için, kardeşce yaşamak için bence çok çok çok daha çok anlatılmalı ve bu bilinmeli...

Ayça..
Görseller internetten.. Isimsiz.. Bilsem Yazardim:)

16 Kasım 2012 Cuma

Beni bana anlatanlar...


Ayçanin gözünden, yüreginden, kaleminden ben..

Server…

Ö.... Ailesinin her üyesini  Meto’dan cok duymustum. Ayça tanısman lazım, Ayça kızları tanıman lazım. Nuray’ı anlatır, Serpil’i anlatır, Server’i anlatır. Çok neşelidirler der. Çok keyiflidirler. Mutlaka tanısman lazım. O kadar cok ortak mekanlarda bulunmusuz ki, nasıl karsılasmadık hala anlayamam.
Neyse, bir gün tiyatroya gidecegiz. Hepimiz bizim evde bulusup birlikte yola cıkacagız. Duisburg’da Genco Erkal’ı izlemeye gidecegiz. Arkadaslarım geliyorlar yavas yavas. İbo ve Server’de geldi. Bu arada Server benden evvel Düsseldorf’tan ayrılmıstı. İsvicre’ye esinin yanına tasınmıştı. Ve taşınmadan evvel evindeki esyaları dagıtıyordu. Çamaşır makinası da bana nasip olmustu:)  O gitmeden tanısamamıstık. Giderken de onu tanıyamadan gittigi için hayıflanmıstım.  Gittikten sonra kardeşlerini ziyarete geldigi işte bu Almanya seyahatinde tanıstık sonunda yani o tiyatro gecesi. Ama sadece tanıstık. Server sessiz! Server İsvicre’ye geri döndü. Bende cok gecmeden Türkiye’ye tasındım. O arada cok az haberleştik. Bir iki mesajlasmayı gecemedi diyalogumuz.

Meto o kadar anlatmıstı ki, ben daha neseli, daha konuskan bir insan bekliyorum. Server izliyor. Sessiz. Az ve öz konusur genelde ama bunu tanıyınca anlıyorsunda ilk tanıdıgında o neşeli, keyifli, çoşkulu insanı görememiştim, hani Meto’nun bahs ettigi. Nuray’ı da öyle tanımıştım:) Sinemaya gitmiştik. Türkiyeden gelen bir film vardı(o zamanlar cok fazla sinema filmi gelmezdi Almanya’ya), Zeki Alasya, Metin Akpınar, Yıldız Kenter’in birlikte rol aldıkları bir filmdi, Güle güle idi sanırım. Onunla da aynı sırada oturmuştuk ve Nuray’da film boyunca aglamıstı. Neşe derken, hay allah ! Bu işte bir yanlışlık vardı:) Bu konuda beni yanıltmayan Serpil’dir. Her şartta herkesi güldürmeyi başarır:) Ve Serdar.. Yok ama her zaman var:) Bir arada zaman gecirmek kısmet olmadıgı icin pek gülmedim ona ama gülüşünü çok severim J.

Server’i tanımadan evvel bir de Taci’den duymustum. Bir sohbet esnasında Server’in şarap sevdiginden bahs etmiş, keyifle içer demişti. Almanya’ya gelirken falan getirirmiş. Evet, şarap seven bir kadın, bu özelligi de cok hosuma gitmişti. İçkiye uzak degildik ama şarap içmek = keyif demekti. Sindire sindire, yavaş yavaş… Koştur koştur şarap içilmez. Şarabı başka bir şeyle de karıştırarak içemezsin. Tek alternatifi vardır yine kendisi:) O yüzden kişilikli bulurum şarabı. Onu sevende, sevebilenide özel bulurum (Babam duymasın, rakı ve viskiden başka ickiye pek içki demezde:) ). Ben de o zamanlar evimin yakınında şarap satan bir yer kesf etmiştim. Şaraplarımı oradan almaya ve tadını anlamaya çalışıyordum. Bu yönü de bende merak uyandırmıstı.

İstanbul’da Halkalıda yasıyorum. Bir gün Ibo’dan bir telefon geldi. İstanbul’a geliyoruz Can, görüşebilir miyiz dedi ? Bende balıklama atladım. Server ile birlikte geldigini söyledi. Elbette beraber olacaktık. Taksim’de bulustuk. Nevizade’ye gittik. Ben artık bir İstanbul’lu olarak misafirlerimi İstanbul’da agırlamanın keyfini yasıyordum. Meyhane’de, Demgah’da oturduk, yemek yedik, içtik. Bol bol sohbet ettik. Onlarda (Server ve İbo) bizim gibi nineleri ile büyümüşlerdi, ben ve kardesim gibi sonradan Almanya’ya gitmişlerdi. Ninelerinin yanından geliyorlardı. Server, ninesini kaplıcalara götürmüş ve yıkamıştı, cok hosuma gitmişti, bilirim o mis gibi sabunla yapılan uzun banyoları:) Öyle yakındıki anlattıgı hersey. Zerre uzak degil, zerre yabancı degil. Bazı insanlarla öyle olursun iste. Bir yerden baslarsın ama o basladıgın noktanın öncesindeki zamanın hic bir önemi olmaz. Ayrı yasanmıstır ama yasanmamıs gibidir. Yakınsındır. Birlikte gecmiş ve yasamıs gibi. Bu da öyle idi. Server bana bir mumluk getirmişti. Yesil boncuklarla sarmalanmıs bir mumluk. Yeşili severim, Işık ve aydınlıkla ilgili herseyi severim ve Server’den gelmesini daha da sevmiştim. Beni görecegi planlı bir sey degildi. Ama o hangi arada derede bulmussa bunu yapmıstı, eli bos gelmemişti. Gördügünüz gibi ne kadar da önemli elinin bos olmaması :))… O sabah erkenden İbo’nun ucagı vardı. Biz Nevizade’den sonra Karaköy’e oradan havalimanına oradan da benim eve gelerek yattık. Uyandıgımda Server’i karsımda görmüştüm. Bana bakıyordu. Ne güzel uyuyormusum:))… Sıcacık bir ifade ve sevgi.

Gündüz Merve bizden ayrılmıstı, sanırım o günden sonra basladı bu; bir ara ne kadar kalabalık olursak olalım basbasa kalacak bir zaman denk geliyor. Florya da dolastık o gün. Sahilde. Sonra oturduk bir yerde bir seyler atıstırdık. Benim İstanbul’daki kötü günlerimdi o zamanlar. Kendimden uzaktım ama birbirimize yaklasabilmiştik. O aksam onu otogara bıraktım ve cantasından bana bir şişe şarap cıkartıp vermişti:) Otogarda Anadolu Turizm’den onu Usak’a ugurladım ve bana hala iyi gelen bir dostlugun temelleri o zamanlar atılmıstı. Sonra düzenli İstanbul bulusmalarımız ve 2012 Mart ayından beri de 2. Gerceklesen İsvicre bulusmalarımız:)).

Hayatın bana dostlarım konusunda bonkör davrandıgını düsünürüm, mutlu olurum ve bu durumdan çokca beslenirim:)
İyi, güzel, çoşkulu, sevgi dolu nefis, mis gibi bir şey bu….

Bu arada, evet gerçekten neşelidir:))

12 Kasım 2012 Pazartesi

Bir offf çeksem..


Yazasım var.. Durmadan yazasım var hemde.. Düşünmeden yazasım var.. İfade etmekte zorlandığım dillendiremediğim sepet sepet fikirlerim olaylalarım var..Böyle azgın akan çağlayan gibi, hatta seller gibi.. Yada fırtına gibi.. Önüme ne çıkarsa sürüklemek gibi. Yıkıp geçmek gibi..
Darmaduman etmek gibi..

Ama beyinle yürek çatışınca olmuyor.. Kelimeler noksan kalıyor.. İçinde büyük bir yumru, yada sineye yatırılan kocaman bir taş.. O yazma selinin önünde duran büyük kum torbaları... Bunlara ragmen yazmak, saçmalama korkusu yüklüyor üzerime.. Daha bir ağırlaşıyorum.. Yazacaklarım havada ucuşuyor.. Hic birini yakalayamıyorum. Başlıklar büyük harfli ve altı çizili ama digerleri küçük ve kursiv..

Zaten havada kasım kasım kasılıyor.. Güneş dargın bir kaç gündür. Bunlu pazar kasfetini ekle üstüne.. Trt de dinlenilen şarkılarda zaten hepsi bana yazılmış gibi bu ara.. "Senede bir gün" şarkısı alır götürür beni Cundaya, Ayvalığa.. Tam güzel anılara dalayım derken, diger şarkı, "dertleri zevk edindim bende neşe ne arar" sarkısıyla başa dönersin..

Ama kendimi motive etmede üstüme yoktur.. Olumsuz herşeyin güzel yönünü görmek gibi bir huyum var benim.. O zaman beni mutlu eden günün en güzel olayını anlatayım.

Aynı binada oturan bir yaşlı amca var.. Onunla ya posta kutusuna bakarken, ya garajda yada evin etrafinda karşılaşırım.. Garajda çok eski turuncu bir vespası var.. Bu amcayı çok sempatik bulurum.. Ağzında piposu, başında şu fransız kasketi, yanakları al aldır.. Bu adam benim babam olsa türünden severim.. Her gördügünde gülen yüzüyle selamını ve güzel bir gün dilemeyi hiç ihmal etmez. Hatta ben bir parantez açayım 3 yıl önce bu amca ile ilgili tanık olduğum bir olayı anlatayım..

Bir cumartesi günüydü.. Evin önünde cenaze arabasi vardi.. Bu arabalar cok sık görülmediği için dikkatimi cekmişti.. Acaba neden gelmişti? Bir süre beklemeye koyuldum.. Sonra tekerlekli bir sedyenin sesine yöneldim.. Üzerinde bakımlı bir tabut vardı.. Ama görüntü soğuktu.. Cenazeyi alan kişiler ve bir ucundada bu amca vardı.. Elinde çiceği.. Tabuta bıraktı ve cenaze arabasının arkasından sadece el salladı araba kaybolana kadar, sonra ağır ağır evine döndü.. İlk kez ölüsü ile böyle vedalaşan birini görmüştüm.. Sessizce.. Amcanın hasta yatalak bir yakınımı vardı evde.. Acaba hayat arkadaşımıydı? Annesi olamazdi herhalde.. Çünkü kendi yaşlıydı? Ben bu soruların cevabını hiç ögrenemedim.. Sormaya cesarette edemedim.. O gün bu gündür bu amcayi daha cok sevdim.. Yanlızlığına acıdım, gülen yüzüne hayran kaldım.

Bugün garajda yine gördüm. Bana gülen yüzüyle merhaba deyip, kapıyı tuttu benim için.. İyi pazarlar dedi.. Dileği sadece kelimelerde kaldi gerçi.. Olsun.. O amcayı gördügümde gülümsüyorum. İçim sevgi doluyor.. Yemek yaptigimda bir tabakta ona götüresim geliyor:)) o derece yani!!

Yazıma nerden başladım, nasil bir şeyle bitirdim?? :)) işte buyum ben..




3 Kasım 2012 Cumartesi

Reklamlarrr..


Uzun zamandır şu türk tv lerinin Avrupa kanallarındaki reklamlarına takmış durumdayım.. Sinirleri zıp zıp oynatan reklamlar.. Komik desem iltifat olur.. Gülünç desem o basitliği ima etmiş olabilirmiyim acaba? Tek kelimeyle basit reklamlar.. Ne ses kalitesi, ne görüntü, nede kreatif.. Bu reklam şirketlerinin basitliğimi, yoksa avrupalı izleyicilerimi basite alıyorlar anlamıyorum.. Reklamın iyisi kötüsü olmaz denir ya.. Bence olur.. Reklamın kötüsü olur.. Evet insanin aklında kalıyor, ama nefretle kalıyor.. Köşe bucak kaçasım geliyor o üründen..

Bir kaç örnek vereyim:

Şu her beş dakikada giren 56 bilmem kaça mesaj gönder, sende kazan muhabbeti.. Adamin parmaklari kütük gibi telefonun üzerindeki numaralari tuşluyor.. Ve sıradan insanları seçmişler, güya onlara çıkmış büyük ikramiye. Ulan sana çıktıysa gidip kendine bir bakım yaptırsaydın. Ne bileyim gidip kendine bir iyilik yapıp dişlerini temizletseydin.. Sende kazan. Sende kazannnn.. Sende kazan diyen bir sürü insanlar.. Sinir oluyorummmm.

Başka.. Birde şu türk kitapevi reklami.. Yanlız kadınlar seti..Sanki yazarı Nobel ödülü almışta benim haberim yok..
"aradıgınız her şey şimdi türk kitap evi nokta de de.. Kitabın dogru adresi.. Varan 1.. "İki kötü kadının mektupları." Kötü kadın ne lann, diyesim var..
Varan 2. "Ben nasıl kötü kadın oldum.."
Sadece gülesim var..
Varan 3. "Dayak onun kaderi"
Ananın a.. Diyesim var..
Yaseminin çilesi, Ayşenin kaderi, Fatmanın bilmemnesi diye gidiyor bu set.. Almanyadaki çilekeş kadınların yaşam öyküleriymiş.. Sanırsın dünya klasikleri.. 7 kitap birarada.. Üstelik yüzde elli indirimle.. Sadece 29.90 diye ses frakansı kulaklara resmen tacavüz edercesine.. Sinir oluyorum..

Bir başka reklam.. Halı reklamı..
"kimi ister odasına, kimi ister arasına" renklisi var, tüylüsu var, tüysüzü var..
Bu nasil bir reklamdır? Ürünün adı aklımda bile yok.. Hiç başarılı değil.. Sinir oluyorum..

Sonra peynir reklami var..
Adama peynir geliyor, beğenmiyor, "ben peynir istedim, alman panzeri değil" diyor.. Sonra baska peynir geliyor, bu seferde " bu ne ya Berlin duvarı gibi" diyor.. Sonunda işte aradigim ve özledigim peynir bu diyor ve markayı söylüyor.. Buna sinir olmuyorum ama çok basit geliyor.. Hele hele peynirin memleketinde yaşıyorsam..
Değişik peynir reklamları mevcut.. Bir tanesi var, masada bir dilim peynir var güya, kalabalik bir aile masada kahvaltida.. Son kalan peyniri herkes elinde çatal bekliyor, birbirlerinin gözlerine bakıyorlar, adamın birinin şakağindan ter akıyor ama terden çok sümüğe benziyor.. En son evin en küçük bireyi o peyniri kapıyor. Aman ne komik.. O reklamdan sonra o peyniri almıyorum mesela..

Bir başka peynir reklamıda, anne ile küçük kızı kahvaltı yapıyorlar, kız peynir yemiyor, annenin arkasinda duran inekcikle koyuncuk figurü küçük kızın gözüne sokularak, ama bunlar çok üzülür deyince küçük hanım hemen peynir yemeye başlıyor.. Bu kadar basitti.. Peynir yemeyen çocuklarıma bende deneyim dedim, sadece güldüler.

Dikkatimi çeken reklamda anlatmak istenenin basit bir şekilde ürünün üstüne çıkılması.. Benim aklımda kalan ürün marka değil, basitlik.,

Buna benzer çok var.. Zaten sadece sucuk, peynir, çay, halı, kitap ve şans yaz şu numaraya gönder reklamları var. Hepside estetikten çok uzak, kulak tırmalayıcı, ve basit.. Bu işe birilerinin el atması lazım..

Yabanci kanallardaki reklamlara denkgeldigimde hiç sıkılmadan baktığım gibi o ürünü hemen alasım geliyor.. Renkler, sesler, görüntü, kreasyon ahenk var..

Öylesine yapılan işleri sevmiyorum.. Herkes işini iyi yapmalı.. Aşcı güzel yemek yapmalı, bahçıvan bitkiden anlamalı, temizlikci iyi temizlemeli, doktor hastayı anlamalı, mimar güzel yapılar yapmalı, reklamcı iyi reklam yapmalı.. Böyle yani..

1 Kasım 2012 Perşembe

Siviricre Gezim….:))


Ayça'nin kaleminden...
Nedense İsvicre’ye Siviricre diyesim geliyor hep içimden. Hiiii….

Ekim 2012 de Kurban bayramı nedeni ile yine uzun bir tatil vardı önümde. Napacaktım yine bilmiyordum J. Almanya ya gitmem gerekiyor; pasaportumu almam lazım. Ilgıt ziyaret listemin 1. Sırasında. Param yok. Sonunda yine birisi benim adıma insiyatifi eline aldı. Sagolsun Bülent bana bir İsvicre bileti hediye etti.  Big present ! Evet, Server’de bende ikimizi de mutlu etmenin yolunu kesf ettigi icin ayrıca sevindik. Her zamanki gibi önceden bir canta, bavul vs hazırlama alıskanlıgım yoktur. En azından hediyelerimi son dak. bırakmak istemiyordum ama kendi icimde kayboldugum icin yine bugünlerde onuda yapmadım hafta sonu ve carsamba gününe kaldı. Cumartesi gününden beride icimde büyük bir sıkıntı vardı. Keyfim yok, içim daralıyor, boguluyorum, canımı sıkan seyler oldu, onları da astım ama hala o sıkıntım gecmemişti, gecememişti :)… Çarşamba günü; arife, öglene kadar çalıştım. Çıktım, Kadıköy’de Cansu ile buluştuk. Birlikte işlerimizi hallettik, kahvemizi içtik ve vapur ile Beşiktaş’a geçtim. Oradan Harbiye, sonra para bozdurma ve ev… Saat 16:00 ve ben 17:30 havasında olsam bana rahat rahat yeter düsüncesi ile son derece keyifliyim ve huzurlu ayrılacagım buradan. Asansörden indim, kapımın önüne güneş ışıgı vuruyor. O ışık kapı acıksa oaraya vurur. Dedim, allah kapıyı acık bıraktım, eminim bırakmadım, o zaman Bülent geldi, hayır o da İsvec’te gelemez, Cansu’nun anahtarı da evde, o zaman aman tanrım hırsız mı dedim, bir basamak daha cıktım ve paspasın üzerindeki kırılmıs kilitleri görünce sayılı yasadıgım anlardan bir tanesini daha yasadım, tepemden asagı ayak tırnaklarıma kadar inen-tekrar yukarı cıkan bir ısı dalgası yasadım ve eyvah hırsız dedim, lanet olsun. Evdemi acaba diyorum. Hem cok korkuyorum hemde icerde ne olup bittigini de merak ediyordum. Bir kac basamak daha cıktım, hem evi dinliyorum, hem cıkıyorum, evi görebilecek kadar cıktım, yatagımın örtüsünü de acık görünce hemen kactım oradan. Ellerim öyle titriyorki telefonu bile ceviremiyorum.  Hemen 5. Kata indim , Nilgün abladan yardım istedim. Onunda cocukları evde imiş. Nilgün Abla telefonla beni organize etti; polisi aradın mı; yok!  Hemen ara, korkma. Bir şey almış mı; bilmiyorum, eve giremedim, korktum.  Cocuklarla yukarı cık, korkma; tamam! Ben Nuri Abini arıyorum, hemen çilingir’e haber versin, gelsin kilidi degistirsin; tamam ! Ve ben cocuklarla yukarı cıktım. Batu’nun elinde mermer bir cubuk, karsılassak kesin beyninin pekmezini akıtacagız J. Eve girdim ve hasar tespit calısmaları yaptım. Aman cocuklar eliniz bir yere sürmeyin. El izi alacak polisler. Baktım, bilgisayar gitmiş, fotograf makinam gitmiş ve takılarım gitmiş. Sondan basa dogru üzülmeye basladım. En cok da takılarıma üzüldüm. Onların bir cogu hediye idi ve o gerizekalının işine yarayacak bir şey degil. Oradan bir maddi deger elde edemeyecek. Tam yola cıkacagım. Nasıl halledecegim simdi bu isleri, evime hırsız girmiş ve ben seyahate nasıl gidecegim. Offff derken cansuyu aradım, haber vermek icin. O da sagolsun Oldas ile birlikte geldiler. Ben hala titriyorum. Hem aglamaklıyım, hem korkunc bir olay. Birisinin izinsiz senin dünyana girmesi, mahremine girmesi ne kadar kötü bir seymiş. En cok midemi bulandıran durumda bu oldu. Lanet olasıca, yorganımı kaldırmıs. Bu arada ben bir taraftan canta hazırladım, bir taraftan ilk polislerle ilgilendim,Cansu’lar geldi, cilingir geldi ve ben yeni anahtarlarımı alıp yola cıktım J. Ve evet, Türkiye’de bir cok sey aynı zamanda hızlı da olabiliyor:))  Cansu’nun da sayesinde 18:00 de yola cıktım. taksiye bindim, yollar acık. Havalimanına geldim. Ortalık ana bana günü, Check-in, passaport kontrolü derken ben icerde idim. Birde hersey yolunda gitmeye basladı:)) Yolda ilk iyi yolculukar mesajımı almıstım hemen geri aradım, yüz bulsam belki de aglardım ama hic onuda bulamadım:) olayı anlattım ve bana emin ol gitmekle en iyisini yapıyorsun dedi. İçim bir kez daha rahatlamıstı. Hafifletti beni.

Ucak saatimi bekliyorum. Ucaga binmeden, telefonu kapatmadan Cansu ile Oldas’ın isi bitmeden icim yine rahat etmeyecekti. Polislerde ben ucaga binmeden eve geldiklerini duyunca yine rahatladım ve hersey pazara kalmıstı. Ohhhhh, iyi… O zaman baslasın tatil dedim.

Ucakta okudum, balona binmiş havada asılı duran ruhumu ve bedenimi toparlamaya calısıyordum. Server’le gececek zamanımı degerlendirmekten öte bir sey düsünmemeliyim diye kendimi motive etmeye calıstım ama yine de katı muhallebi kıvamından bedenim tam cıkamadı.

2012 yılı ucak yolculuklarımız Cansu’ya da bana da güzel seyler yasatmıstı. O yüzden yine aynı koltukta oturmak istemiştim ama tabi herkes önceden almıs ben biraz daha geriye kalmıstım. Olsun sorun degildi hele bu olayın üstüne hic mi hic sorun degildi. Zürih Kloten’e indim, Kücük trenle ana apron’a geldim, pasaport vs derken kapıdan cıkarken kalbim heyecandan carpmaya basladı. Ve Server karsımda… Elinde ayfonu benim fotografımı cekmeye calısıyor. Ben hala muhallebi kıvamındayım, onu gördüm, heyecanlıyım, bir cok duyguyu yasıyorum; bu sefer yalnız cıktın, ben seni adamlarla bekliyordum dedi J. Dedim her yolculuk böyle kısmetli gecmiyor J(Bir önceki yolculugumda ucakta tatile giden bir grupla tanısmıstım ve güzel bir yolculuk olmustu). Nasılsın ? Muhallebi gibiyim dedim ve acılmaya basladım. Ohhh keyifli bir yolculukla evimize geldik. Hemen radyo acıldı, sarap acıldı, peynir, ekmek, sosis  ve türküler eşliğinde basladık bır bır konusmaya. Konustukca acıldık anlattıkca hafifledik. Tozlanmıs sırlarımızı döktük yeniden ortaya:))… Ve bir kez daha düsündüm, iyiki yasanmıs bazı seyler, onlar olmasaymıs biz biz olamazmısız…. O yüzden aslolan yasamak. İcinden geldigi gibi…akarak ve teslim olarak.

Sabah 4 müydü 5 miydi yattık. Gece kusu Server ve ben de tam gündüz kuşu bu konuda zıt da olsak ben gece o da gündüzleri birbirimize ayak uydurmaya calıstık. Sabah kalktık, ben bir de gözünü aç açan birisi olarak uyandıktan sonra yemek isterim o ise aradan bir kac saat gecer ve öyle yer ama o da kalkınca ilk isi hemen kahvaltı yapalım olur J. Bende elbette severim bu durumu:) ohhh, keyifle bu isi de hallettik. Ve evden beraber cıkmayı planlarken o gitti ve bende biraz daha dinlendim. İsten Server dönünce birlikte Gurten diye bir tepe var oraya gittik. Tepeye bir minik tren ile cıkıyorsun. Tabiki evden cıkmadan yanımıza pembe sarabımızı almayı ihmal etmedik. Benim cantamın kaderi, meyer neler sıgabiliyormus icine:)) Sonbahar cok güzeldi. Agaclar rengarenk. Ohhh mis gibi. Hava sisli oldugu icin etraftaki dagları göremedik. Ama biliyorum uzaklarda cok güze görünüyor. Yürüdük yürüdük. Sonra geldik restorana biraz acıkmıstık. Oradan bir sey aldık yiyecek, sarabımız zaten yanımızda, oturduk yedik ictik, yine konus konus…. Server bol bol fotograflar cekti, ben de ha babam yaprak topladım. Türkiyede sevdiklerime götürmek istedim. Ne getirdin, yaprak:))


 Evde cocuklarımız var. Sorumlu bir anne ve bende arkadası olarak vakitlice eve döndük. Nefis bir yemek. Sandalyeleri cekerken aman dikkat. Alttaki kızıyor:)) Pirzola, Salata, yemekten sonra cay, ben 1-2 bardaktan sonra limonlu cay ile devam ettim. Sonra sarap ve yatma saati. Yine kulagımızda türküler sarkılar. Ben diyorum, aaa bu türküyü de cok severim, Server diyor, ben senin sevmedigin türkü görmedim ki:)) Erken yatıldı saat 4.

Cuma sabah yine ben uyandım Server uyandı. O ise gidecek. Bende evde bos durmayayım. Ne yapayım, koridorda camasır sepeti en iyisi ütü yapayım. Sanayi Ütü cıktı geldi evin ortasına:) Keyifli bir ütü yaptım. Bir taraftan Tv izliyorum. Zil caldı, Ayca Abla benim, hangisi acaba ? Neyse, kapıda tanırım belki dedim olmadı. İyi o zaman arkasından bakıyorum hangi odaya girecek, hah Taylan bu:) Ondan sonra ismiyle hitap ederek konusmaya basladım J. Server geldi, o gün Bern’de dolasmaya karar verdik. Carsıya indik. Otobüs bileti alacagımız zaman fark ettik ki Server cüzdanını evde unutmus. Taylan nasılsa inecek idi carsıya, kendisinden rica ettik, getirdi. İnşallah kendini bir gün bir yerde unutmaz:) Taylan’ı beklerken Bahnhof’un önündeki bir Cafede kahvemizi ictik. Sohbet ettik. Taylan geldi, emaneti aldık. Cuma aksamı cocuklarında programı var. -Genclerin toplandıgı bir lokale gidiyorlar ve orada kendi yasıtları ile özgür ve bagımsız bir sekilde dünya görüşlerini gelistiriyorlar. Cok hosuma gitti.-
Bizde dısarda yiyecegiz. Alısverisimizi yaptık. Bern’in sokakları cok güzel. Unesco dünya mirası icinde olan sokakları da gezdik. Cesmeleri bol. Yine bol bol fotograflar cekilerek-çekerek rehberim esliginde dolastık. Einstein kahvesne geldik. Müze evini gezemedik tamirde idi. Bizde oturduk cafesinede ve yine yazmaya basladık. Camın önündeki masada oturduk, pencerenin önündeki saksıda lavanta cicekleri gün batarken cok güzeldiler. Son dönemde keyifle izledigim bir filmi hatırlattı bana ‘’ a good year ‘’ .  Bize hizmet eden cocugu begendik.  Sonra kalktık.

Yemek yiyecegimiz yere geldik. O gece Baslayan bir ısık gösterisi vardı. Yemeklerimizi söyledik, sarabımızı söyledik, gösteri saatini bekiyoruz. Pizzalarımız geldi. Server basladı, bende karabiber degirmenini elime aldım, döktüm ve degirmeni yerine koyarken elimden kaydı ve su bagdagı kırıldı.Cam kırılması beni rahatlatır. Cok sıkıntılı oldugum zamanlarda mutlaka etrafımda bir seyler kırılır yada ben kırarım. Olanların üzerine son sıkıntınında böyle cıktıgına inandım ve rahatladım. Pizzanın üzerine gelmişmidir falan derken sevgili garson, ben İtalyan diye tahmin ederken geldi ve isterseniz ben onu degistireyim dedi. Dedim süpersin süpermen. Neyse, benim pizzam gelip ben yiyene kadar Server pizzasını bitirmişti ve sov saati gelmişti. Biz izin istedik, gittik, kimsede bize bir sey sormadı, oradan da parasını ödemeden gitsek kim ne yapabilirdi. Kendi aramızda bu duruma da güldük eglendik. Parlemento binasını ışıkla süslediler. Sadece ısık gösterisi degil aynı zamanda da hikayeleri vardı o gösterilerin. Yagmurun altında onu izlemek güzeldi, cok begendik, müzik güzeldi. Serverle olmak güzeldi, gösteri güzeldi, yemek güzeldi, garson iyiydi (kara yagız), sarap güzeldi, hersey yine bizden yana.


Aksam evimize döndük. Üşümüştük bayagı, ben en azından. Server camın önünde sigarasını tüttürürken bende güz civcisi battaniyeme sarılarak onu izledim. Cumartesi günü karlı ve yagmulu bir gündü.
Evden sabahtan alısverisimiz icin cıktık. Schwarzsee’ye gidecektik ama  yagmur, kar ve sogukta hic de keyifli olmayacagını anlayınca vaz gectik. Evde kaldık. Kendimize bakım yaptık. Maskeler, tıknaklar, ojeler derken, daha da güzellestik:)) Bu arada deniz ve Taylan benim ayfonumla bayagı mesgul oldular tesekkür etmek istiyorum onlarada. Ayrıca bana verdikleri Heidi hikayelerininde hayatımda bayagı bir yeri olacak. Taylan’a napayım ben de yeni yeni cocuklugumu yasıyorum dedigimde bakısı güzeldi:))

Aksam oldu, nefis makarna ve salatamızı yedik. Sonra cay, sonra sarap. Saat hızla 04 e yaklasıyordu. Saat 04:21 trenine binip Zürih’e gidecegim. O gece saatlerin 1 saat geri alınması da yine bizim için idi, hersey yine bizden yana J.  Yine bol bol sohbetler. Yine tozlanmıs sırlar. Meyer daha bilmemiz gereken ne kadar cok sey varmıs:) Bilinmesi gerektigi için degil, o güven ve o sevgi oldugu icin elbette…
Sonra saat geldi. Ben tabi dayanamadım ve sanırım 1 saat bir uyudum. Calan saate birlikte uyandık. Evimizin erkeklerinden Taylan bizimle gelecek idi fakat uyanamadıgı icin kalkmadı. Server ve ben karlı yollardan tren garına geldik. Buz gibi olur ya garlar, nefret ederim aslında. Neyse, perona yanasmıstı trenim. Bindik icine. 10 dak da öyle gecirdik. Server indi, camıma bir kalp yaptı. Tren düdügü ile birlikte bizde hüzünlendik ve yine sevgi ile ayrıldık. Aglamıcam, acımıyo ki lafları da bosaymıs gördüm. Kendimi bildim bileli ayrılıklar yasıyorum. Hepsi de ayrı acıtır insanı… Ama varsın hayatımızda böyle ayrılıklar olsun.

Finali Zürih havalimanından yapıyorum. Server diyordu yolda uyursun. Huzursuz beden sendromu olan bir insan uyuyabilir mi ? Mimkin degil. Gözlerim fal tası gibi. Geldim Havalimanına aklımda hep, kendimi bir ucaga atsam. Chek-in yapıyorum, cok üzgünüz ucagımız kötü hava sartlarından dolayı 2 saat gecikecek, size kahvaltı ceki verecegiz 18,- CHF, 20 dak sonra lütfen burada olun. Hııı…. Hayır dedim ya. Baktım Boarding 08:45 kaltlanabilirim diyorum. Gittim yemek cekimi de aldım ve iceri girdim. Kurt gibi acım. Kahvaltı yapmam lazım. Midem kazınıyor. Kendime en keyif alacagım yeri sectim ve kahvaltımı söyledim. Tatilimi bir rüya gibi gözümün önünden gecirerek kahvaltımı yaptım, ucakları izledim. Üsüdüm bir ara balktım salımı güvenlik kontrolünden gctigim noktada bırakmısım hemen geri döndüm ve aldım sonra bekleme salonuma gectim. Baktım ucak yok, kimsede bir hazırlık yok….

Samimiyetin ve sevginin bu safhada yasanması, birbirinin ruhuna bu kadar degebilmek, dokunabilmek benim icin cok özel. İcim yaşama sevinci doluyorsa, yani yüregim pır pır olup kanatlanıyorsa, o zaman benim icin güzeldir. Özeldir, ben kendi adıma hafiflemişimdir. Mutluyumdur. Bundan daha önemlisi karsımdaki insanında bu duygularımı yasamasıdır. Ben yasadım, dilerim Canımıniçi de yaşamıstır….

Hayat bize güzeldi...


Aslında başlık "herşey bizden yana" olacaktı.. Buna Ayça ile birlikte karar vermiştik.. Çünkü çoğu güzellikler tesadüfen onun gelmesine denk gelmişti.. Olumsuzluklarla başlamasına rağmen.. Ama ben başlığı değiştirdim.. Çünkü hayat bize çok güzeldi.. Hatta bazen abartıp, şu an yeryüzünde bizden mutlusu yok dedik, üstelik buna inandık:)

Çarşamba, arefe gününün akşamında saat 22.30 da Zürich havaalanından aldım Ayça'yı.. Uçaktan yanlız çıkması bende hafif çaplı bir şaşkınlık yarattı tabi:))

Eve geldik.. Morali hafif bozuktu.. Çünkü bugün öğlen işten çıkıp eve güle oynaya gidip, çantasını hazırlamayı ve hava limanina gidecegini düşünürken, evdeki kötü sürpriz onun moralini bozmuştu.. Evine hırsız girmiş. Maddi değerinin umurunda olmadığı, ama manevi değeri yüksek olan bir kaç eşyasının gitmesi onu üzmüştü.  Allahtan bu moral bozukluğu ile gelmekten vazgeçmemişti. İyide yapmıştı.. Çünkü, bu şoku ancak böyle kolay atlatabilirdi bence:))
Eve geldik demiştim.. Karnı toktu..bunu bildiğim için bende yemek yapmamıştım.. Sadece peynir tabağı, kırmızı şarap, kurtlu elmalar ve kokulu üzümler vardı. Her ikiside Migrostan veya manavdan değil, dalından koparılan meyvalardı.. Görüntüleri ile doğal olarak çelimsiz olsalarda, lezzet bakımından çok farklıydılar.. Masa tamamdı.. Işıklar, mumlar masayla uyum halinde, ee biz zaten.. O konuştu ben dinledim, ben konuştum o dinledi.. Herkes bilir, böyle anlarda akreple yelkovanının arkasından atlılar koşturduğunu.. O akşamda dört nala koşuyorlardı.. Ama ertesi günün güzel geçmesi için uyumalıydık.. 

Perşembe.. Bir kaç saat çalışıp eve geldim. Zamanımız kısıtlı olduğu için yakın yerlerde ve dolu dolu geçirmekti hedefimiz.. Hava sisli pusluydu.. Bir tv kanalında hava spikeri vardı, "hava nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun" derdi eskiden.. Aynen öyle oldu. Güneş yüzü görmedik ama bizim havamız gayet iyiydi. 
Bize 15 dakika mesafede olan Gurten'e çıktık.. 
Gurten Bergbahn


Çok kez gitmiştim.. Herseferinde başka güzel orasi.. En son geçen yıl Serpille gitmiştim.. Güzel sonbahar resimleri çekmiştik.. Tek vagonlu bir dağ treni ile çıktık Gurten tepesine.  Bu sefer Gurten'in etrafinda yürüdük.. Yeni güzellikler keşfettik.. Güzel havalarda Bern'in ünlü ve her daim karlı dağları Eiger, Mönch ve Jungfrau görüntüsü buradan muhteşem oluyormuş. O görüntünün tadına varmak için, Gurtenin arkalarında bir yerde banklar yapmışlar, insanlar oturup izlesin, ve kendinden geçsin diye..  Bunu ilk kez keşfettim.. Fakat hava puslu olduğu için dağlar saklambaç oynadı bizimle:) bir gün ilk gelen konuğumla sobeleyeceğim o karlı dağları, söz!

Sonbaharın yaprakları olur ya, şöyle yol boyu.. İşte öyle bir yolda, yaprak hışırtılarının arasında yürümek bizi çocuk gibi sevindirdi.. Hatta yol kısa olduğu için, tekrar geri gidip tekrar yürüdük:)) 
Bu güzel yürüyüşten sonra Gurten'in tek yapısı olan otel ve restoranına geldik. Restoranı değilde bahçesini çok daha güzel bulurum.. Hava serin olmasina rağmen orada oturup, pembe şarap ve sohbet büyük mutluluk verir.. Sonbahar renkli ağaçların altindaki mavi yeşil ahşap masaların üzerine düşmüş yaprakların güzelliği beni kendimden geçirir. Ayçada kendinden geçti.. 

Hava kararmadan evimize geldik.. Birlikte yemek yaptık ve yedik..  Birde güzel çay demledik.. Cansu'nun gönderdiği ve benim çok izlemek istediğim "Nar" filmini izledik.. Boşuna bu kadar önemsemişim o filmi. İkimizde hayal kırıklığı yaşadık. Bize göre vasat bir filmdi.. Senaristin hayal gücünü yakalayamadık bir türlü.. Yüzleşmeler, sırlar, adalet aranıyormuş filmde.. Konu güzel olmasına ragmen daha gerçekçi anlatılabilirdi diye düşünüyorum.. İkimizde sıkıldık filmden. Filmden sonra biraz daha oturduk, sohbet ettik ve ardindan uyuduk.. 

Cuma.. Ben yine bir kaç saat çalışıp gelene kadar, Ayça evdeki ütüyü, temizliği bitirmişti.. Bugün Bern'i gezelim dedik. En son geldiginde aynı gün uçacağı için koştura koştura gezmiştik.. Bugün sindire sindire gezecektik.. Ayrıca Taylan bize akşam 19.00 ve 20.30 da parlemento binasında muhteşem bir ışık gösterisinin olacagını söyledi.. Rahat rahat gezdik Bern'in tarihi sokaklarında, alışveriş yaptı Ayça, kartlar aldı.. Sonra Einstein kafenin ikinci katında dinlendik. Kartları yazdık.. Keyifliydi.

Saat 19.00'taki ışık gösterisi randevusuna geç kalmıştık.. Eh, o zaman bizde 20.30 daki gösteriye yetişiriz dedik.. Ve Bundesplatzda, Santa Lucia pizzeriadaki yerimizi aldık.. Pizzalarının güzel olduğunu en son Bern gezimden sonra keşfetmiştim.. Cam kaplı restoran hem dışarda, hem içerde oturuyorsun hissini veriyor. Soğuktan korunmak için kalın battaniyeleri var. Normalde mantar şeklindeki ısıtıcılarda var, ama bugün yoktu.. Çok soğuk olmadiği için herhalde. Ben deniz ürünleri pizza aldım.. Ayça, şimdi aklımda olmayan farklı pizza istedi..  Pizzalarımız geldi.. Nefis görünüyordu.. 
Bardagi kirmadan önce:) 

Ikinci pizza geldi.. Su bardagi yok!!

Üzerine karabiber ve acı sos döktükmüydu artık tamamdı.. Ayçanın sakarlığından değilde masamızın darlığından, karabiber ögüteceğini yerine yerleştirirken su bardağının üzerine çakınca, bardak tuz buz oldu.. Nazar dedik.. Pizzayada gelmişmidir diye incelerken garson ben size yenisini getireyim deyip aldi pizzayı.. Ve yeni pizza geldi.. Bu arada ben bitirmiştimde, Ayçanin pizzasını bitirmesine vardı.. Fakat saat 20.30 du.. İkinci gösteriyide kaçırmak istemiyorduk.. Masada herşeyi olduğu gibi bırakıp, garsona gösteriyi izleyip gelicez dedik.. Artık nasıl masum görünüyorsak bizim geri gelecegimize inandı.. Yağmur yağıyordu.. İnsanlar şemsiyeler altında parlamento binasının önünde birikmişti.. Bizim gibi tek tük kişide vardı şemsiyesiz.. Islandık, ama çok güzeldi.. Üç boyutlu ışık aldatmacası.. 

Sonra yine güvenilir insanlar olduğumuz için restorana geri geldik:) Ayça pizzasının geri kalan çeyreğini bitirdi.. 

Sonra eve geldik.. Yine çay ve ikinci film "Yeraltı" filmi.. Yine bir hayal kırıklıği. Dünkü filmden farksız.. Bir Demirkubuz filmi.. Dosteyevski edebiyatıymış.. Kitabı bilmiyorum, kitaba sadık kalinmışmıdır. Ama senaristin buradada ne anlatmak istediğini ikimizde anlayamadık.. Orasını burasını koklayan bir adam, elinde bir patates, uluyan, inleyen.. Hhhhmmmmmmmm diye garip sesler çıkaran.. Oyuncu Engin Günaydın başarılı ama, konu bana ağır geldi.. Anlamakta zorlandım.. Buda benim görüşüm film hakkında. Bazı dialoglar hoşuma gitsede, Sevemedim.. Sonra yine uyuduk..

Cumartesi.. Hava nasıl soğuk. Karla karışık yağmur yağıyor. Bugünde evde kalalım dedik.. Rahat rahat.. Biryere koşturmadan.. Zaten bu gece saat 4 te ayrilacaktık.. Sadece kendimize ayırdık bu günü.. Güzellik maskeleri yaptık, türküler dinledik, güldük, işi deliliğe vurduk herhalde, nede olsa ayrılık saatine vardı.. 
Bu arada ince ince yağan kar iyice birikmişti.. Sonbaharda gelen Ayça, kışın dönüyormuş gibi oldu.. Son 3 günde 3 mevsim görmüştü.. Son iki gündür izlediğimiz filmler bizi gerdiği için bu akşam tv veya film izlemedik.. Müzik dinlemeyi tercih ettik.. Gece 2 gibi biraz uyuyalım dedik.. Koltukların üzerine kıvrıldık.. Saat 4 e doğru uyandık.. Bern Gar'ına erkenden vardık.. Kimsecikler yoktu yollarda.. Trafik ışıkları hep yeşildi.. Ortalık bembeyazdı.. Kar tipi şeklinde yağıyordu.. İstasyona umduğumuzdan erken geldik. Zaten hep soğuk olan gar, buz gibiydi.. Arabanın içinde bekledik. Bizim dışımızda seyehat eden insanlarda vardı.. Issız değildi oralar o saatte.. 04.21 te hareket edecek olan tren 5 numarali peronda bekliyordu.. O soğukta hemen yerini aldı Ayça.. 10 dakika sonra kalkacak olan trenin  içinde bende bekledim.. Hareket saatine dakikalar kalınca dışarda beklemeye başladım.. Ayça içerden bana, elleri ve kollarıyla "git git" der gibi işaretler ediyordu.. Hiç gidilirmiydi? İlk defa gözler sulanmadan birini göndermeyi başarmak istiyordum.. Gayet iyiydim.. Güzel bir 3 gün geçirmiştik.. Mutluydum.. Ağlamakta neyin nesiydi.. Resimler çekiyordum 
oyalanmak için, trenin penceresine bir kalp çizmiştim gülerek, "acımıyorki acımıyorki" diyerek omuzlarımı yukarı aşagı indirip kaldırıyordum..

Saat 04.20 gibi trenin kapılarının kapandığı andaki o acı ses, acıttı yine.. Başaramadım, bu seferde olmadı.. Sanırım bunu hiç başaramayacağım.. Ağır ağır uzaklaştı ve kayboldu o tren, o sabahın köründe.. Eve döndüm.. Yatağımı yapıp yatacağım.. Yatak örtümü bir kaldırdım.. Bir not.. Deli şey dedim.. Yenice kurumuştu bu gözler..

Güle güle git Ayça..  Gene gel, gene buyur.. 
ayriliga 5 kala..
Bern, Parlanento binasinda yapilan Isik gösterisinden bazi görüntüler.. izlemek isterseniz, buraya tik tik..
Böyleydi bizim 3 günümüz...