![]() |
Fez'e Tepeden bakis. |
Bir cumartesi gecesi indiğimizde Casablanka’ya, hemen havaalanından trene binip şehir merkezindeki tren garına gidip, ertesi gün Fez’e gitmek için tren bileti aldık. Bir yerlerde okumuştum, “siz siz olun tren biletlerini 1.sınıf alın” diye. Aldık. Sonra hemen her tren garı yanında bulunan 50 adım ötede ayırttığımız ibis otele yürüdüğümüzde bizi gören taksiciler gideceğiniz yere götürelim diye birbirleriyle yarışırken, bizi İbis otele bırakır mısınız dediğimizde yüz ifadeleri görülmeye değerdi.
![]() |
Casablanka Birasi |
Ertesi gün erkenden kalkıp, kahvaltımızı yapıp, yine tren garına yürüyoruz. İstikamet Fez. 4 saatlik yolu 5 saatte gidiyoruz. Öyle, orada tren ve otobüsler. Belki zamanında kalkar, belki bi saat sonra. “Birinci sınıf” bir kompartman. Birinci sınıfı böyle dökükse ikinci sınıfı düşünemiyorum bile. Karşımızda Faslı modern bir kadın var. Fez’e kızına gidiyor. Arada sırada bize ikramlarda bulunuyor. Faslı’ların hepsi Fransızca konuşuyor. Arkadaşımla Fransızca sohbet ediyorlar. Ben pencereden dışarıyı izliyorum. Uçsuz bucaksız kızıla çalan kurak topraklar, kurumuş dikensi otlar, bazen yine toprak renginde küçük yerleşimler, ve bolca sağa sola atılmış çöpler görüyorum. “Ben buraya bunları görmeye mi geldim” diye iç sesimle konuşuyorum. Bi ara tuvalete gitme ihtiyacı hissediyorum. Gördüklerim karşısında irkiliyorum. Mesanem patlayacak gibide olsa ihtiyacımı gideremeden tekrar kompartmana dönüyorum. Ne çabuk döndün diyor, arkadaşım. Kaşlarımı yukarı kaldırarak, girilecek gibi değil diyorum. Ama yerliler girip bi güzel ihtiyaçlarını giderebiliyorlar. Öğlen saatlerinde Fez garına yanaşıyor trenimiz. Görkemli Garları var Fas’ın. İlk işim wc’ye gitmek oluyor. Sonra çıkıyoruz dışarıya, gara bakarak bi cigara içiyoruz. Şehir merkezine doğru yürürken taksiler duruyor sürekli. Taksiye gideceğimiz adresi gösteriyoruz telefondan. Tamam atlayın götüreyim diyor. Kaç para olduğunu sormadan taksiye binmek yok. Bunu biliyoruz. 60 Dirham diyor. Hayır, 20 diyoruz. Kabul etmeyince başka taksici ben 20 ye götürürüm diyor. Biniyoruz. Otelimiz tam Medina içinde. Medina, kale ile çevrili eski şehir ve alışveriş merkezine deniyor. Taksi girmiyor. Burada taksiden inen turistleri çocuklar ve gençler karşılıyor, daracık ve birbirine benzeyen yollarda kaybolmayasın diye yol gösteriyorlar, gideceğin yere kadar eşlik ediyorlar, sen sorsanda sormasanda. Ne kadar misafirperverler diye düşünüyorum. Hedefe gelincede para istiyorlar. Vermezsen fena bozuluyorlar. Gelir kaynağı haline getirmişler. Oralarda birine sokak sormaya gelmiyor. Ne kadar misafirperverler düşüncemi geri alıyorum bu sefer. “Riad Tahra” kalacağımız yerin adı. Mimarisi hep ayni olan küçük butik otellere yada pansiyonlara Riad deniyor. Orta yeri açık, seramiklerle süslü, küçük bir havuzu yada çeşmesi olan, pencereler içe dönük, dışardan bakıldığında sadece duvar gibi görünen güzel yerler. Zile basıyoruz, gençten güler yüzlü, sempatik bi oğlan karşılıyor bizi otantik mavi giysisi ile. Güzel kokularda geliyor. Bize hemen nane çayı getiriyor. Küçük bardaklara özel tutaçlarla çaydanlığı yukarı kaldırarak dolduruyor. İzlemesi keyifli. Form veriyor sonra onları dolduruyoruz. Bize birde şehir planı veriyor. Nerelere nasıl gideceğimizi anlatıyor. Her yere yürüyerek gidecek uzaklıktayız. Odamızı gösteriyor. Çok temiz, sıcacık, vitray pencereli odamıza yerleşiyoruz. Üst değiştirip hemen Fez’i keşfe çıkıyoruz. Çünkü burada bir gece iki gün kalacağız. Şu ünlü Unesco dünya mirası Medinasını (çarşısını) bir de ben gezeyim, değerlendireyim diyorum arkadaşıma:)
![]() |
Mavi Kapi, Bab Boujloud |
Bonjour Madam, diyen insanlar. Bonjour diye gülerek selamladığında illa bi şey satmaya çalışıyorlar. No, thank you! Şükran! No, thank you! Şükran, diye diye ilerledik. Hiç cevap vermeden ve gülümsemeden geçersen, sen Çinli’misin diye alay ediyorlar. Uçsuz bucaksız, hep birbirine benzeyen souklar, eşyalar.
Canımız alkollu bi şeyler istiyor. Ne mümkün? Zemin katlarda zaten içilmiyor, ama Medina denilen yerlerde alkol alabileceğiniz yerler yok gibi bir şey. Mavi kapının yanına tekrar dönüyoruz. Terasta bi yeri gözümüze kestiriyoruz. Ama bira yok. Soğuk kola siparişi veriyoruz. Soğuk bir kola yada su hiç bir yerde içemedim. Soğukluk anlayışları neyse artık? Belki buzlu istemeliydik. Bilemiyorum. Mekan sahibine burada nerede soğuk bir bira içebiliriz diye soruyoruz. Hemen karşındaki hemde zemin kat olan restoranı gösteriyor. Akşam yemeğimizi orada yemeye karar veriyoruz. Kolamı bitiremeden kalkıyoruz mekandan. Şehir dışındaki kaleye yürüyoruz. Şehre şöyle bir tepeden bakıyoruz. Soluk sarı renginde bi şehir Fez. Arkadaşıma biz Türkiyeliler Fas deriz bu ülkeye, oysa bütün dünyada Marokko, Morocco deniyor. Neden acaba diye soruyorum. Bilmiyorum diyor. Kendimce bir mantık yürütüyorum, Fez ülkenin en eski başkenti, dünyanın ilk üniversitesi falan orda kurulmuş diyorlar, belkide o yüzden olabilir. Vardır elbet bizimkilerinde bi bildikleri ?!?!
![]() |
Peceteye sarili biralar:) |
Fakat biralar colanın aksine soğuk geliyor. Bize son olarak karpuz ikram ediyorlar. Karpuzun çoğunu ben yemişim güya. Hesabı öderken bir poşet içinde karpuz tutuşturuyor elimize, siz karpuza doyamazdınız galiba diyerek.
Sonra Riad’ımıza yürüyoruz, soluk sarı rengindeki yapıları, sarı sıcak sokak lambalarınının aydınlattığı dar sokaklarda. Birazda terasta oturup odamızda nefis bir uykuya dalıyoruz.
Ertesi gün ilk işimiz kahvaltıdan sonra, Marakeşe gece yolculuğu yapacağımız görece daha temiz ve daha donanımlı özel CTM otobüs şirketinden bilet temin edip, şehrin medreselerini, camilerini ve en ünlü “Tannery” dedikleri “Chouara” deri tabakhanelerini gezmek niyetimiz. Medina içinde yer alan tabakhaneyi hiç kimseye sormadan telefondanki navigasyonu kullanarak ve zaten uzaktan gelen kötü kokuya doğru yürüyerek zorda olsa buluyoruz. Tabakhaneleri görmek ve fotoğraflamak ancak teraslardan mümkün. Deri ürünleri satan bir dükkanın terasına çıkıyoruz. Para almıyorlar bizden. Elimize bir tutam nane veriyorlar. O kokuya dayanılacak gibi değil zira. Koklamak bile yetmiyor. Nane yapraklarını burun deliklerime sokuyorum. Evet, işte şimdi o hep fotoğraflardan gördüğüm kocaman bir sulu boya kutusu görüntüsü karşımda. Fotoğraf çekiyorum, fotoğraf çekiliyoruz. Oysa aşağıda o sıcağın altında ve o kokuda çalışan işçiler var. Derici bize oranın tarihini anlatıyor. Afrika’nın en büyük, en eski tabakhanesiymiş, deve, inek, keçi, koyun derileri işlemden geçiyormuş. İnek sidiği, güvercin boku gibi doğal amonyaklar kullanarak... Ben sadece orada güneşten yanmış, çalışmaktan çökmüş insanlara bakıyorum bi süre. Burnuma soktuğum nane yapraklarını çıkarıyorum utanarak. Sonrada ayrılıyoruz oradan. Derici bize bir şey satamadığı için hafiften bozuluyor.
Sonra demirciler çarşısı, ve el zanaatları souklarını gezdikten sonra, Riadımıza dönüyoruz. Çünkü orası çok güzel. Biraz daha vaktimiz olduğu için bizi spa ve yüzme havuzu olan ikinci Riadlarına götürüyorlar. Fiyata dahilmiş. Zaten geceliği 24 Frank, yani hiç bir şey değil. Marokko pahalı bi ülke değil. Tekrar Riadımıza gelip bavullarımızı alıp, vedalaşıyoruz Riadı işleten çocuklarla. Kucaklaşıyoruz hatta, sanki bi akrabadan ayrılır gibi, o kadar şirinlerki.
Akşam yemeğimiz için tabiki yine aynı yere gidiyoruz. Dün akşam mekan sahibi elimize karpuz sıkıştırırken bu akşamı garantiliyor. Yemeklerimizi yiyor, biralarınızı içiyor ve taksi ile CTM otobüs terminaline gidiyoruz. Bagajlara para alıyorlar. Otobüs dakik kalkıyor, 21.30 da. Sabah 6 da Marakeşte olacakmışız. Yolculuk başlıyor. Karanlık ve hiç viraj olmayan yollarda ve hep aynı hızda gidiyoruz Marakeşe doğru. Uyumaya çalışıyoruz..