Sayfalar

Hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2023 Salı

Hayat...

Orient Express Film Festivali etkinlikleri başladı. Bu festival Bern, Zürich, Basel ve St. Gallen şehirlerinde olacak. İlk Bern'den başlamışlar. O nedenle son bir haftadır şehri sinema rüzgarı sarmış durumda. Festival programını incelediğimde, kısa metrajlılardan uzun metrajlılara, belgesellerden dramalara kadar birçok film olduğunu gördüm. Özellikle Türk, İran ve Suriye yapımı eserler vardı. Hepsine gitmeme ne zamanım vardı ne bütçem. Toplam, 6 film, 7 belgesel, 5 kısa film olmak üzere, 18 yapıt vardı. Bu zengin seçkiden iki Türk filmi izlemeye karar verdim: "Kar ve Ayı" ve Zeki Demirkubuz'un son filmi "Hayat".

"Kar ve Ayı" Merve Dizdar'ın başrolünü oynadığı bir film. Film Artvin'de çekildiği için görselleri kadar Merve Dizdar'ın oyunculuğu da şüphesiz mükemmel.

"Hayat" filmi, Türkiye'de 1 Aralık 2023'te vizyona girecekmiş. İlk gösterim Bern'deki bu festivalde olacağı için, herkesten önce izleyenler arasında yer almak beni de heyecanlandırdı. Ha noluyor herkesten önce izleyince, başın göğe mi eriyor derseniz, yo başım göğe ermiyor da, kimsenin yorumunu okumadan, etkilenmeden bir filme girmek heyecanlı oluyor bence. Hele hele filmin yönetmeniyle aynı sinemadaysan. İşte bu bir ayrıcalık. Zeki Demirkubuz'un filmlerine olan hayranlığımı saklayamam. Onun filmlerinde aksiyon, kovalamaca, kulağı tırmalayan yüksek sesler yoktur. Gözü ve kulağı yormaz. Bunun yerine, derin sosyolojik ve psikolojik analizlerle bezeli, yalın, buhranlı ve etkileyici insan ilişkileri vardır. Filmlerinde usul usul insana dokunan yaraları işler ve genellikle sonunu izleyicinin hayal gücüne bırakarak sizi kabız eder. Bu, adeta bir Zeki Demirkubuz imzasıdır sanki. Belki de tam bu yüzden çekici bulurum onun filmlerini.

Film tam 3 saat 12 dakika sürdü. Buradaki sinemalarda ara verilmiyor, bu da beni biraz endişelendirdi. Ancak yağmurlu bir havada, 3 saati aşan sürede kıpırdamadan Zeki Demirkubuz'un bu filmi su gibi aktı. Üstelik bu sefer film, alışılagelmişin aksine daha net bir sonla bitti sanki? "Sanki" diyorum, çünkü yine yapmış yapacağını.

Film sonrası yönetmenle yapılan söyleşi, soru-cevap şeklindeydi. İzleyicilerin bazıları sahnelerin anlamlarını sordu, sunu mu demek istediniz, yoksa bunu mu demek istediniz, gibi.  Ancak Demirkubuz, "Özel bir şey demek istemedim, hayatta olan şeyleri filmlerime yansıtıyorum," dedi. Belki de biz, izleyiciler olarak, her şeye bir anlam yüklemeye çalışıyoruz. Oysa bazı şeyler sadece oldukları gibidir, ne eksik ne fazla.

Gecenin sonunda, tesadüfen yönetmenle yan yana sinemadan çıkarken kısa bir sohbet etme şansı buldum. Ona, "ilk kez bir filminizde sonunu açık bırakmadınız, bizi şaşkına çevirmediniz, ama yine de bizi bir tünele soktunuz, çık çıkabilirsen" dedim! Bu esprili yorumuma çok güldük. Bu anı, bir arkadaşımın hızla çektiği fotoğrafa böyle yansımış. Sanarsın kırk yıllık cocukluk arkadasıyız yönetmen Zeki Demirkubuz ile :) Gecenin yıldızları kesinlikle Zeki Demirkubuz ve benim fıstık yeşili şalımdı.

Sonuç olarak bu harika geceyi asla unutmayacağım. Zeki Demirkubuz'u tanımak da ayrı bir mutluluktu.

Link: Orient Express Film Programi 




1 Şubat 2021 Pazartesi

Bayan Susi 90 Yasinda

Bayan Susi ve ben 31.01.2021

Cuma öğleden sonra telefonum çaldı. Ekranda Bayan Susi yazıyordu. Şaşırdım, birazda korktum. Son zamanlarda artık o gözleri çok iyi göremediği için arayamıyor, genelde ben arıyordum. Telefonda sesi çok mutlu geliyordu ve dedi ki; evet iştesin seni çok meşgul etmeyeceğim, ama senin için bi şey aldım, onu gelip alabilir misin? Bugün gelemem, belki yarın ama en geç pazar gelirim, dedim. Fazla da bekleme çünkü çok beklemeyecek bir şey, dedi.


Cumartesi bütün gün yağmur yağdı. Öğleden sonra bayan Susi’ye gitmeye karar verdim. Bi şey götürmek istiyordum ama ne? Aynı gün alişveriş yaptığım Türk bakkalında simit gördüm. Taze ve sıcaktı henüz. Eminim daha önce hiç yemediğine.
(Ninem aklıma geldi simidi alırken. En son ninemi ziyaret ettiğimde, ben hiç külahta dondurma yemedim demişti. Kuzuluk termal tesiste hamamda bi güzel yıkamıştım, saçlarını taramıştım ve dışarda restorana oturmuştuk. Sonra külahta dondurma söylemiştik nineme. Bi eliyle külahı tutarken, diğer eliyle dondurmanın önüne elini siper etmişti utancından.)
Birde aynı gün instagram yemek.com sitesinden görüp ıslak brovni yapmıştım. Tatlı sevdiğini biliyorum. Birde onu koydum sepete, giyindim kuşandım büyükannesini ziyarete giden kırmızı başlıklı kız gibi, Bayan Susi’ye gittim. Kapı her zamanki gibi açıktı. Ben yinede zile basarak girdim içeriye. Bu sefer zili duydu, beni karşıladı. Girer girmez konuşmaya başlar. Her zaman anlatacağı bi şeyleri vardır. 1 dakika bike sessiz kaldığımızı hiç görmedim. Bu sefer ilk girişimde, senin paketini getireyim, balkona koydum soğuk olduğu için deyip balkona yöneldi. Elinde kağıt poşette çok güzel bir hediye paketi verdi. Alla alla dedim, düğün değil bayram değil, bayan Susi beni niye öptü:) ben ona götürmüşüm bir simit, o bana vermiş daha paketinden belli çok daha güzel Bi şey?
Meğer daha önceki ziyaretlerimden konuştuklarımızla aklında kalan bi şey olmuş. O da şu; demiştim ki; bizim yaz aylarında bir resim sergimiz olmuştu, orada aperitif yiyecek ve içecekler vardı, bunlardan biri de İsviçre’nin meşhur “hobelkäse“ rende peyniri vardı. Ama hiç birimizde o rende yoktu, demiştim. Bende var, ne zaman ihtiyacın olursa alabilirsin, demişti. Bende teşekkür etmiştim. Ama ondaki rende çok hoşuma gitmişti. Günümüzde artık o klasik ahşap rende hiç bir yerde yoktu. İçten içe o rendeye taliptim. İçimi okumuş olmalı bu bayan Susi. Nasıl mutlu oldum anlatamam, bunu hissetmek lazım. Nasıl aklında kalmış böyle bi şey, en çok buna şaşırdım. Ve nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Kucaklayamadım, öpemedim pandemiden dolayı. Avuçlarımı sıktım, gözlerimi kapattım, çok çok çok mutlu olduğumu, nasıl teşekkür edeceğimi bilemediğimi, söyledim.
O benden mutlu, ben ondan mutlu ışıl Işıl gözlerimizle bakıştık sadece kucaklaşamadan.

Aç şu şarabı içelim, dedi. Tirbuşonu verdi elime. Mantar tıpalı açmak öyle kolay değil 89 yaşındaki bi kadın için. Dedim ki; sen bu şarapları açabiliyor musun? Evet, henüz açabiliyorum ve açabildiğim için demekki bu şarabı içebiliyorum, eğer bir gün açamazsam o zaman şaraba veda etmeliyim:) dedi:) gülümsedim.

Şaraplarımızı tokuşturduk. Birden bire aklıma onun doğum günü geldi. Bunca zamandır tanışıyoruz, doğum gününü bilmiyorum. Madem o bana durup dururken bi hediye yaptı, bende en azından onun doğum gününde bi şeyler yaparım niyetiyle dedim ki; Susi senin doğum günün ne zaman? Garip bi gülümseme kapladı yüzünü. Bunu söylememem lazım, dedi! Yoksa bugün mü diye aklımda şimşekler çaktı. Nasıl ya? Onun doğum günü, hediyeyi alan ben mi? Diye bi sürü düşünceler geçti aklımdan. Sonra, madem sordun o zaman söyliyeyim, yarın dedi. 31 Ocak. Öyle mi?? Diyebildim sadece..

Bugün pazar. 31 Ocak. Bugün telefon açmadan sürpriz yapmak istiyorum Bayan Susi’ye. Ama dün öğrenmişim doğum günü olduğunu. Bugün pazar. Bi şeyler yapmalıyım. Bizim oğlanlara soruyorum açık bi yer var mı diye. Evet, diyorlar, gar açık ve gardaki tüm dükkanlar. Yani çiçekçiler, pastacılar, ve diğerleri.. Öğleden sonra yürüyüş sonrası atlayıp doğru gara gidiyorum. Önce çiçekçiye, diyorum ki, 90 yaşına giren bi kadına çiçek almak istiyorum. Satıcı bana seçenekleri gösteriyor. Kare bir cam içinde canlı ve renkli güller var. 90 yaşında ise kırmızı olmasa daha iyi olur, ama beyaz da olmasın çünkü beyaz gül ölümle anılır, diyor. O öyle deyince aman diyorum beyaz olmasın o zaman, kırmızıda... oysa en canlı onlar görünüyor gözüme. Uçuk pembe olanı alıyorum bu sefer. Sonra Sprügli çikolatacısına gidiyorum. Minik “Luxemburgerli”ler alıyorum. Orada taze yapılıyor ve 3 gün içinde tüketilmesi gerekiyor. Türkçesi “makaron” diye geçiyor. Oranın makaronları efsane.. Tatlıyı sevdiğini biliyorum çünkü.

Saat 16 gibi vardım kapısına. Bu sefer telefon etmedim, güya sürpriz yapacağım. Kapı zilini duymazsa telefon edeceğim. Zile bastım. Hiç ses seda yok. Sonra kapı kolunu aşağı indirip açmayı denedim. Evet, kapı açıldı. Girdim içeri. Mutfak kapısı kapalı. Doğruca salona gittim. Derin uykuda. Kedileri kaçıştı beni görünce. Eğildim, siyah maskemi indirdim, kolunu sıvazlayarak sessizce Susi, Susi diye fısıldadım. Uyanırsa ne ala, uyanmazsa paketimi bırakıp gidecektim. Ama hemen uyandı gülümseyerek. Doğum gününde seninle kadeh tokuşturmaya geldim, dedim. Dün öğrendin dimi, ama bunu unutabilirdin, dedi. Ama unutmadım, unutamadım dedim. Kalktı, yine mutfaktaki minik yuvarlak masaya konuşlandık. Bi saatliğine gidiyorum, bi bakmışım 3 saat geçmiş aradan. Bu hep böyle oluyor.

Nasıl entellektüel bir kadın, konuşurken alıp seni götürüyor yaşadığı yıllara. 20 li yaşlarında yani 1950 li yıllarda sırt çantasıyla deniz yoluyla Amerika’ya gitmiş. Zaten o yıllarda ana dili dışında İngilizce ve Fransızca yı da lisede öğrenmiş. Benim okulum yabancı dile çok önem veriyordu, diyor. Çok mutluyum o lisede okuduğum için, dedi. Hangi lise, okul nerdeydi dedim? Weisenhausplatz, kız lisesi dedi. Şimdi karışık lise oldu dedi. Gülümsedim, biliyor musun bizim çocuklar da o liseden mezun oldu dedim. Çok mutlu oldu.

Düşünüyorum da, ben daha doğmamışım, bayan Susi genç bir kız, üç dil biliyor ve dünyayı gezmiş, eminim elinde dondurması yalaya yalaya, ninem ölümüne yakın hala utanarak ve ilk kez dondurma yemiş 2005 yılında. Yıl olmuş 2021 ben hala ikibuçuk dil. Ve bazı Avrupa ülkeleri ve Türkiye’den dışarı çıkmamışım? İki yıl önce kuzey Afrika Fas gezisini saymazsak!
Eee doğduğun ev kaderindir diye boşuna dememişler, ben doğmuşum Mudurnuda, o doğmuş Bern’de. Ama bi şekilde hayat ağlarını örmüş yıllar sonra yaş farkına rağmen tanış olmuşuz, arkadaş, dost olmuşuz. Bu çok güzel. Ben ona çocukluğumu anlatıyorum, o bana gençliğini. Çok enteresan geliyor birbirimize hayatımız.

Din konusuna giriyoruz. Dine inaniyor musun? diyorum. Hayır, diyor. Dünyada iyilik ve kötülük var. İyi insan olmam için dine ihtiyacım yok, ben sadece iyi bir insan olmaya çalıştım, diyor.
Bu konuda aynı düşündüğüm için kendimi ona daha yakın hissediyorum.

Seviyorum Bayan Susi’yi. Onunla geçirdiğim zamanı, dünya görüşü, tecrübeleri, bilgisi, resim sanatına ilgisi. Çok şey öğreniyorum ondan.

Bugün 90 yaşına girdi. Umarımla daha sağlıklı uzun yıllar yaşar.







31 Mart 2019 Pazar

Selam..

Selam Blog. 

Eskiden daha içli dışlıydık seninle.. severdim seninle senile sohbeti. Çünkü hep ben konuşur, sen sadece dinlerdin. Belkide normal yaşantımda hep dinleyen ben olduğum içindi bu. Sana döküyordum içimi. Şimdilerde ise ne konuşanım, ne dinleyen. Çok şey değişti be blog. 

Ritüellerim değişti, akışkanlıklarım değişti, hobilerim değişti, yaşam biçimim değişti. 

Eskiden gece olsa yatmasam, sabah olsa kalkmasam modundaydım, gece 2 gibi yatar sabah yataktan spatula ile kazınmam gerekirdi. Çalar saati 15 kez ertelerdim. Şimdi öyle değil. Gece en geç 11 de yatağa gidiyorum. Sabah saat 8 e kurduğum saatten önce uyanıyorum. Kedim yüzümü okşayarak uyandırıyor gerçi. Sonra yan dönüyorum, anlıyor beni. Ayak ucuma kıvrılıp saatin çalmasını bekliyor. 

Eskiden iş çıkışı eve gelip balkonda bir saat bir kadeh beyaz şarapla keyif yapma ritüelim vardı, bu olmazsa olmazımdı. Şimdi öyle değil, işten gelir gelmez, üzerimi değiştirip doğru ormana yürüyüşe çıkıyorum. Kulaklıklarım ve telefonum olmazsa olmaz. Kafa radyo, ve Best Fm dinliyorum. Saat 16-18 arası Perşembe hariç her gün. İki yıla yakındır yapıyorum bunu. O kadar alıştım ki buna, yürüyemediğim zamanlarda kendimi çok kötü hissediyorum. 

Eskiden akşamları yemek sonrası çay, içmeden yapamazdım. Artık içmiyorum. Hiç çay içmiyorum. En son çayı ne zaman içtim hatırlamıyorum. Onun yerine bitki çayı yapıyorum, şekersiz bir litre kadar içebiliyorum. Veya bir sürahi suyun içine salatalık, limon ve nane koyup bütün akşam onu içiyorum.  Ha birde eskiden çay sonrası 3-4 kadeh şarap içerdik. Artık o da yok. Çok canım çekerse bi kadeh içiyorum onuda şaraba su ekleyip öyle. Evet piç ediyorum şarabı. Olsun, o beni piç edeceğine ben onu edeyim:) 

Eskiden ben hiç resim yapamam diyordum. Hala yaptığımı iddia edemem. Geçenlerde bir kursa gittim. Bi kerelik gidebiliyorsun, bana göre mi değil mi diye. Eğer devam edeceksen kaydoluyorsun. Gittim, gördüm.. Bi şeyler yapmaya çalıştım. Ama yaptığım şey hiç bi boka benzemedi. Sonra hoca geldi, adımı sordu. Selva dedim. Almanlar bana Selva der. Ne kadar sanatsal bi isim dedi. Selva, vahşi orman demek bunu biliyorsun dimi, dedi. Evet biliyorum, dedim. Hakkaten biliyordum, çünkü bunu yakın bi zamanda öğrenmiştim allahtan:)

acemice calismalarim.. 
Nasıl resimler yapmak istiyorsun dedi? Dedim, ağaç, çiçek böcek doğa resimleri benim hiç ilgimi çekmiyor, daha çok soyut resimler, yada kadın resimleri yüzü olmasada bedeninin belli olduğu, renklerle oynamak dedim.  Sen bunu yapabilirsin, sana inanıyorum dedi ve gitti. Ertesi gün iş çıkışı Bauhausa gidip, tuval aldım, boyalar aldım, fırça aldım, spatula aldım, yürüyüş ve yemek sonrası başladım resim yapmaya. Ne yaptığımı bilmeden, yapa yapa, renkleri tanıya tanıya bi şeyler çıkıyor ortaya. Yani eskiden yazmayı severdim şimdi resim yapmayı. Yazmayı özlüyorum o başka.. 
Yazmayı özleyip yazamamakta bambaşka. 

Türkçeyi unutuyor muyum acaba? Bak ne diycem blog? Biliyor musun benim burada hiç Türkçe konuşabildiğim bi arkadaşım bile yok? Çok ince düşündüğünde bu aslında büyük eksiklik değil mi? Ha buna ihtiyaç duymadım bu güne kadar, evde konuşabildiğim kadarı ile yetiyor sanıyordum. Hayır, yetmiyor. Evde konuşmakla, arkadaşlarla konuşmak bambaşka. Benim arkadaşlarım İsviçreli, ve hiç Türkiye’li arkadaşım yok. Bu iyi bir şey mi, değil mi hiç bilmedim ama, son zamanlarda çok ihtiyaç duyuyorum buna. Türkçe deyimler kullanmayı, Türkçe atasözleri ile konuşmayı, Türkçe fıkralar anlatmayı, Türkçe şarkılar/türküler dinlemeyi.  Ve sanırım bu yüzdendir ki, üç, dört ayda bir bi hafta sonu Türkiye’deki arkadaşlarımı ziyaret ediyorum. Soranlara kuaföre geldim diyorum ama gerçek bambaşka. 

Geçen Facebook’ta bi paylaşımımın altına, Özlem şöyle yazmış;  „Ne güzel. Ne gizli saklı yeteneklerin varmış. Bence hayatı güzelleştirme işini nasıl böyle başarı ile yaptığın konusunda bir ders vermelisin bize  :)” demiş. 

Ne kadar iddialı motive edici bir yorum, oradan öyle mi görünüyorum, dedim? „vallahi öyle gözüküyor ve yanılmadığımı biliyorum. Sende bu konuda içten gelen bir yetenek var. senin yanındayken ben de öyle hissediyorum üstelik.“ diye cevap verdi. 

Ben eksiklerimle yaşarken biri çıkıyor bana benim farklı bakmam yönünde yorum yapıyor. Demekki dışardan farklı görünüyorum. Bunun farkına varmalıyım sanıyorum. 

Bugün farkına vardığım bir şey oldu. Hani bacağı kesilmiş bi Martin amca vardı. Ona yine yemek götürmeye gittim. Zile bastım ve uzunca bekledim. Kapı açılmadı. Sonra kapıda isminin yazılmadığını gördüm. Dışarıdan baktım bomboştu ev. Belliki taşınmış. Umarım başka bi evrene değil, başka eve taşınmıştır. 

Sonra aklıma bayan Suzi geldi. En son Noelde görüşmüştük. Hemen bayan Suziyi aradım. Seni çok merak ettim, dedi kendimi tanıtır tanıtmaz. Bende seni merak ettim dedim. Ama aradan geçmiş üç ay. Bazen çok kızıyorum kendime. En kısa zamanda Bayan Suziyi ziyaret etmeliyim. 

Böyle işte blog. Yarın 31 Mart. Yerel seçimler var. Ben en son 24 Haziran’dan sonra o seçim heyecanını kaybettim. Hiç heyecanlanmıyorum, hiç umutlanmıyorum, hiç inanmıyorum artık seçimlere. Ne bir haber, ne seçim propagandası, ne başka bi şey. O saatlerde zaten hep yürüyüşlerdeydim. Evet yarın seçim sonuçlarını izleyeceğim, beklentimin üzeri çıkarsa sürpriz olacak, olmazsa zaten beklediğim olacak şaşırmayacağım. Artık böyle.. 

Bu söyleceklerim okura;
Seçimlere güven olmasada, yinede herkes oy kullanmalı. Bu yerel seçimler genel seçimlerden daha önemli gibi sanki. Genel seçimlerde o üste ulaşman zor, ama yerel seçimde sadece kendi bölgeni kimin yöneteceği önemli. Ona ulaşmak daha kolay çünkü. Oy senin sesin demek. O yüzden gidip oy verin lütfen. Bu sizin hakkınız, aynı zamanda göreviniz. 

Hiç bir şey sürekli değil çünkü. Mutlulukta sürekli değil, acıda.. Saltanat keza öyle. Her şeyin bi sonu var. Bu neden bu sefer olmasın? 

4 Mart 2018 Pazar

Bayan Suzi ve Sevgilisi..

(Bayan Suzi’yi tanımıyorsanız eğer şuradan Bayan Suzi ve Üzümleri yazimi okursanız daha anlamlı olabilir. )


Ofisteki orkidelerin çiçeklendiğini görünce düştü aklıma Bayan Suzi. Sonbaharda gittiğimde, “artık kurtulmak istiyorum bütün fazlalıklardan” diyerek bir sürü çiçeksiz orkideyi dizmişti balkonuna. Orkideler yarı solmuş gibiydi.  Atmaya kıyamıyordu. Ben alırım dediğimde çok sevinmişti. Onun sevinciydi aslında beni mutlu eden, yoksa o can çekişen orkideleri iş yerindeki çöp konteynırına atmayı düşünüyordum. Atamadım. Biraz ofiste kalsınlar tamamen solduklarında atarsam üzülmem diye düşünmüştüm.

İşte bu son ziyaretim geldi aklıma o yarı canlı orkidelerin çiçeklendiğini görünce. Aldım telefonu elime, aradım bayan Suziyi. Uzun uzun çaldırdım. Genelde geç çıkar telefona. Yine öyle oldu. Ve genelde adımı bi kaç kez tekrar edince tanır beni. Tanıdığında ise sesine sevinç düşer. “Biliyor musunuz, Bay Anliker’de burada” dedi heyecanla ve ben öyle mi? diyemeden devam etti. “Dişçiye gitti bugün, onu almaya gittim, biliyorsunuz kendi başına hareket edemiyor, dönüşte bir buçuk saat taksi beklememizi söylediler, ama beklemedik toplu taşıma ile geldik çok zor oldu, ama şimdi evdeyiz, somon yapıyorum birlikte yemek yiyeceğiz” dedi. Sizinle cumartesi görüşebiliriz diye ekledi. Cumartesi gelemem, ama müsaitseniz bugün öğleden sonra gelebilirim, birer kadeh şarap içeriz birlikte ve sonra Bay Anlikeri evine götürebilirim diye bir teklifte bulundum. Oda olur tabi, kapıyı açık bırakacağım zile basmadan girin içeri, dedi.

Soğuk ve gri bir hava vardı o gün. İş yerinde hala asılı olan Bay Anlikerin hırkasını ve hala masasında duran iki paket açılmamış purosunu alıp çıktım. Eve vardığımda dış kapı aralıktı. Ama ben yine zile basarak girdim içeri. Mutfaktan sesler geliyordu. “Bayan Suziiii” diye ünleyerek mutfağa yöneldim. Küçük yuvarlak bir masa etrafına oturmuşlar şarap içip, sohbet ediyorlardı. İlk Bay Anliker gördü beni, gülen gözlerini bana dikerek bak bak, kim geldi der gibi “luk a, luk a” dedi. Bayan Suzi ile kucaklaştıktan sonra Bay Anlikerin yanına gittim. Yerinden kalkınmaya yeltendi ama zorlandı. Lütfen oturun dedim. Tokalaştım. Hafif eğilip sizi öpebilir miyim, yakışıklı erkekleri öpmek şans getiriyormuş, dedim. Seve seve dedi gülerek. Kucaklarken ben onu yanağımdan öpen o oldu:) bakın size hırkanızı ve puronuzu getirdim, deyince siz bir meleksiniz, şu anda ihtiyacım olan şey bunlardı, dedi. Masaya bende dahil oldum. Bir şarapta bana verdiler. “Salute” deyip tokuşturduk kadehleri. Bay Anlikerin çok soruları vardı. İşle ilgili iş arkadaşlarımızla ilgili, bazı değişiklikleri öğrendiğinde şaşkınlığını gizleyemedi. Konuştuk ordan burdan, daldan doruktan. 

Yaşlılıktan bedenleri yorgun olsada beyinleri dinçti. Birbirlerine saygılılar, anlayışlılar ve sevgi dolu bakıyorlar. Biri diğerinin hakkında olumlu bir şey söylediğinde teşekkür ediyor, diğerinin gözlerinin içine bakarak. Belki gözlerin feri kaçık artık, ama samimiyet ve o inanç hala yerinde. Birbirlerini eleştirdikleride oluyor. Buna cevap vermek yerine gülümsüyorlar sadece. Acaba bunun sırrı evli değilde hep sevgili olarak yaşadıklarından mıdır? Diye soruyorum kendime içten. Bilemedim.. Ama hayranlığımıda kendimden gizleyemedim. 

Zaman ikindiden akşama geçerken,  “gidelim mi Bay Anliker” dedim. “Gidelim, yoksa karım aranıyor ilanları asmaya başlar” dedi. 
Bu arada karısının Bayan Suzi’den haberi var. Bu durum çok garip gelsede genel anlayışa, ben bu konu hakkında asla yorum yapmam. Bu onların üçünü ilgilendiren bi konu. Ve yıllardır üçü bu şekilde yaşıyor. Ve ben Bay Anlikeri hep bayan Suzi ile tanıdım. Bence Bay Anlikerin eşi de müthiş bir kadın olmalı. Herkes birbirine saygılı ve hayatından memnun. 

Zorla kalktı yerinden Bay Anliker. Kalkınca yürüyebiliyor. Bayan Suzi yardım etti montunu giymesine. Merdivenden inerken elinden tuttu. Bayan Suzi yaşça büyük olsada, Bay Anliker’den daha dinç. Kendi başına yaşayan ve hareket edebilen bir kadın, üstelik iki kedisi ile mutlu bir kadın. 

Bindik arabaya.. Dedim bana yolu tarif edebilir misiniz? Ederim dedi. Geldik eve. Evin dış kapısına gitmek için otuz merdiven basamağı var. Yardım etmemi istermisiniz dedim. Teşekkür ederim, giderim ben, dedi. Hiç ihtimal vermedim. Düz yolda yürümekte koluma giren Bay Anliker, burada neden ben giderim diyordu? Ya yaşlılığını kabul etmeyip bana bir şeyler ispatlamaya çalışıyordu, yada karısının beni görmesini istemiyordu diye düşündüm önce. Tamam bunu anlayabilirdim ama gönlüm razı gelmiyordu onu öyle bırakmaya. Çünkü, yaşlılığın verdiği yorgunluk dışında, öğleden sonra içtiği şarap ve şnapslar az buz değildi. Ben bu yaşta içseydim onları çıkamazdım o merdivenleri. Taktik değiştirdim bu sefer, “sizin gibi centilmen bir erkeğin koluna girip şu merdivenleri çıkmayı hep hayal ettim, lütfen bunu esirgemeyin benden” dedim. “Buyrun, o zaman” dedi. Beş basamak çıkıyor, soluk soluğa kalıyor. Dinlene dinlene 10 dakikada çıktık giriş kapısına. Üç katlı bir evin en üst katında oturduğunu ve asansörün olmadığını öğreniyorum. Ama nefesi yetmiyor bunu anlatırken. Dinleniyoruz giriş kapısındaki verandanın altında. Orta yaşlı güzel bir kadının merdivenlerden çıktığını söylüyorum. Kısık gözlerle bakıp, orta kattaki kiracısı olduğunu tanıyor. Kadın sadece selam verip gülümseyerek giriyor içeri. Merak etmiyor yani ev sahibinin, hiç görmediği, görece genç olan bir kadın ile evin girişinde konuştuğunu gördüğünde. Öyle normal herşey. Yine bırakamıyorum onu bu halde, ben çıkarım desede, bu sefer ben alıyorum ipleri elime. Nasıl çıkıyorsunuz bakacağım diyorum. Söz yardım etmeyeceğimde. Peki, diyor. Çıkalım, hem eşimide tanımış olursunuz. Gayet rahat. Ben yine Türkçe düşündüğüm için dumura uğruyorum. Kendime geliyorum hemen,  benim amacım o değildi sadece evinin kapısına ulaştırmaktı deyip. O anahtarını ararken iyi akşamlar deyip merdivenleri ikişer, üçer atlayarak inerken ne enterasan bir gündü diyorum içimden, yüzümdeki tebessümle.. 




23 Temmuz 2017 Pazar

Ses bir, ki, üç, mesicçusid..

Mevsim yaz, ama bende bir durgunluk, bir yorgunluk, bir solgunluk var gibi. Sabit bir yerde çakılı kaldım. Ne ileri gidebiliyorum ne geri. Hiç bir şey hissetmeden duruyorum öyle. Ne üzgünüm, nede mutlu. Ne gökteyim, ne yerde. Günler yanıbaşımdan geçiyor. Hani garda trenin içindesindir, paralelindeki diğer tren hareket eder, ama sen gidiyormuş gibi olursun, sonra o giden trenin sonu gelir ve sen durduğunu hissedersin ya onun gibi işte.

Böyle zamanlarda bir temizlik yapasım gelir. Evde ne kadar fazlalık varsa atarım. Öylede yaptım.  Oh bir ferahlık, bir sadelik. Ne o öyle çıngıl çakmak, her yerde bir nesne, toz yatağından başka birşey değil. Az, öz, sade..
Bu temizlik her yerde geçerli. Sosyal medyalardada. Bilgi alacağız diye ne çok kirletiyoruz beynimizi. Maşallah herkesin herkese söyleyeceği ne çok sözü var? Sessizce bi kenardan bakayım, anlayayım, işin aslı nedir diyen yok.
Biri ölür, o zaten solcuydu, o zaten laikti, o zaten dinsizdi, o zaten şöyleydi, böyleydi.  Ölmüş, ölmüş.. yani konu kapanmış. Bir sus artık! Birde bunları ciddiye alıp cevap verenler var.
Doğal afetler nerede oluyorsa ona göre yorum yapılır.  Hani biraz modern yerlerde olursa İzmir ve çevresi gibi mesela; Bodrum'da olursa "cinsel sex" yaptığı için Allah cezalandırmıştır. (Biri yazmıştı bunu gerçekten.) Konya'da falan olsa Allah'ın imtihanı olur. Bir çok ülkeler gibi Türkiyede bir deprem bölgesi olduğunun farkında değil, aklıda fikride apışarasında. Her yol oraya çıkıyor. Her ne hikmetse Ensar vakfının vb. olduğu yere Allah uğramıyor.  

Önyargısı yüksek ülke insanları. Tanımak, anlamak, dinlemek, hoşgörü! O'da ne? Oruç tutmuyorsan ateistsin, bayrak asmıyorsan Türk değilsin, Adalet yürüyüşünü destekliyorsan pkk'lisin, 15 Temmuzu tanımıyorsan fetöcüsün, şort, mini etek giymişsen yollusun, (yakında başı açıklara bile bunu diyecekler, aha buraya yazıyom) buna benzer bir sürü şey. Bir başörtüsü sorunu ile girmişlerdi bu yola. Bir kadının başına örttüğü bez ile nerelere geldik? Olayın sadece başörtüsü olmadığını bilen bizler şimdi kederler içindeyiz..

Çevremde bunlar oluyor. Daha çok şeyler oluyorda hepsini yazarsam bu posta ağır gelir. Yerinden kalkamaz. Bide hepimizin bildiği konular bunlar. İşte bu konuların ağırlığı çöktü bana günlerdir. Seyrek takılıyorum her yere. Sessizliğe gömüldüm biraz. Güzel şey sessizlik. Her kafadan bir sesin çıkması, orkestra grubu değilse eğer çok kötü ki; orkestrada bir tane çatlak ses çıkarsa ne kadar kulağa batar? Artık bir ses değil, orkestra tamamen detone.  Kulaklarımı kapatarak çıkıyorum konser salonundan.

Bugün Cumartesi. Üç haftadır ev ahalisinden ikisi,beş gün Rimini, on gün Side, altı gün Prag kıç gezdiriyor. Eeee bennn, diyorum? Sesimi kimse duymuyor.  21 yaşında genç anneyle gezmez tabi.. Eskidendi o günler. Ama çok hoşuma gidiyor kendi başlarına 
seyahat etmeleri. Demekki bunu aşılamışız. Çünkü gezmeyi ve tatili sevmeyenlerde var. Bilmeyenler demiyorum, sevmeyenler!! 

İşte böyle bir Cumartesi gecesi. Akşam bir film izledim. "Çok uzak, fazla yakın" mıydı adı? Böyle bir şeydi. Fena değildi. Sonra Türk sanat müziği gecesi yapmak istedi canım. 
YouTube artık eskisi gibi değil, bir şarkı seçiyorsun ona benzer şarkılar peşpeşe geliyor. Meğer ne çok özlemişim. Şarkılardan fal tutarsın ya bazen, ve bütün şarkılar sana yazılmış gibi olursun. Öyle oldu. TSM adeta meze gibi rakı ve şaraba. Çok eskiden severim TSM yi. Halk müziğinide çok severim ama gündüz. Gece illaki TSM. Bak ne diyor şarkı; "nasibim olsun bir yudum şarap, sunda içelim...  of offfff..  baharı görmeden yaz geldi geçti.."  sonra taksim geçidi oluyor, sende taksimden değil kendinden geçiyorsun. Oturduğun yerden kıç baş sallayarak. Herşeyden bi haber ve uzak. Sanırım böylesi güzel. Kişisel hayat ve sağlık için. Değiştiremeyeceğim hayat için bir şey yapamıyorsam, çırpınmayacağımda artık. Gelsin hayat istediği gibi. Hani benim bir kolyem var, üzerinde "goyarum amina" yazar. İşte öyle. 

28 Ocak 2017 Cumartesi

Challenge 11 ve 12..Degerli kiyafetim.. degisi


11. Dolabındaki en eski kıyafet. (Anlamı, fotoğrafı)

İki ay önce bütün en eski ve değerli eşyalarımı yakın arkadaşımın kızına sundum, beğendiğini al dedim. Çoğunu aldı, almadığını yardım kuruluşlarına verdim. Bugün dolaba baktım, baktım. En eskisi çocuklarımın sünnetinde giydiğim elbiseyi şaklamışım. Beni anlatmıyor elbise, ama özel bir gün için severek giydiğim elbiseydi. Benim için özel olması, hiç gelinlik giymediğim için çocukların özel gününde beyaz bir elbise giymem olabilir. Bilemiyorum. Geçen yıl elbiseyi özel bir günde yine giymek istediğimde fermuarı patladı:) ama hala atamıyorum. 

Fotoda görülmesede eteklerinde güller var. Ve bana cok yakismisti..
Birde çok daha eski olan, belki yüz yıllık bir çatkı var, ninemin çeyizinden bana yadigar. Hiç kullanmayacağım belki, ama manevi değeri çok ağır. Bende çocuklarıma bırakacağım büyük olasılık. Sadece bir bez parçası değil işte bu. Ninem, annem, ben. Üç kuşağı içinde barındıran, hepsinin eli değmiş bir çatkı.
Çatkı bizim yörelerde bindallının üstüne başa örtülen kırmızı bir başörtüsü, papatya iğne oyalı. Dolabımın en değerlisi.. 

Papatya igne oyali çatki.. Ninemden yadigar..
12. Son 10 yılda hayatında ne değişti?

Saçlarım ağardı desem, değil, onlar hep ağarıktı. "Ak'tı" demek içimden gelmedi.
Yaşıma bir 10 yıl daha eklendi. Hayatın elinde bir fırça olsaydı yüzüme çizgiler atabilirdi, ama genetik yapım buna pek izin vermiyor henüz. Ve galiba menapozada girdim. Fakat farkında değilim. Zaten hiç böyle korkular taşımadım. Hayatın bir evresine daha merhaba dedim.. Almancada bir deyim yada atasözü var, "Alt werden ist nicht für Feiglinge" yani "yaşlanmak korkaklar için değildir" der.
Özel hayatımı altüst eden, aman aman dediğim bir şey değişmedi, şükür.. Genel anlamda, korkularım çoğaldı, endişelerim arttı. Kendim için değil, gelecek, çocuklar, çevre için. 

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Dertleşme saati...

Canım Blog..

Bir Challenge bitince kaldık mı dımdızlak? Yazmayınca ara açılıyor. Hani bakımsız bahçeyi yabancı otlar, açılmayan kapıyı örümcek ağları sarar ya, öyle olmasın istiyorum.

Genelde bu saatlerde "Canım Günaydın" diye başlayan uzunca, ama bazen kısada olsa günlük yazıştığım arkadaşıma mail yazıyor olurdum. Yarın cumartesi. Garip bir şekilde sadece iş günlerinde yazışırız. Sanki sadece iş yerinde okuyor gibi. Yoo, aslında özel mail adresine yazıyorum, istediği zaman okuyabilir ve yazabilir, ama biz böyle alıştık, böyle devam ediyor..

Şubat ayından beri bir İstanbul planım var. Gezme amaçlı değil, diş sağlığım ile alakalı. İmplant yapılması gerekiyor. Buralarda diş sağlığı, sağlık sigortasına girmiyor. Özel sigorta yapılmalı yada masrafları özel ödemeli. Ödenecek gibi olsa, tamam! ama buralarda diş bakımı yapan klinikler o kadar pahalı ki, ya çok sağlam servet,  ya lotto'dan para çıkması, yada kredi çekmen gerekiyor.

Burada yaşayanlar ne yapıyor diyorsunuz? Sistem şöyle, ilkokuldan başlayan mecburi diş kontrolü var her yıl yapılan. Zaten yıllık bakımı çocukluktan beri varsa dişlerde sağlıklı oluyor. Bizim çocukluğumuzda diş fırçalama olayı yoktu, ninem misvak kullanırdı, banada onu öğretmişti. Bir odun parçası ile diş fırçalama yöntemi.. Ne hikmetse değil köydeki bütün yaşlıların, orta yaştaki insanların bile dökülmüş dişleri vardı. Buralarda bakıyorum, yaşlı insanlar hala kendi dişleri ile yaşıyorlar.
İşte benim çocukluğum diş fırçası ve macununun olduğu dönemde geçsede, eğitim, bilinç ve örnek olan biri olmadığı için, sonuç belli. Sonradan öğrendim ben diş sağlığını, önemini. Almanya'da farklı, orada sağlık sigortasına giriyor bakım. O zamanlarda başladım aslında. Buraya geldikten sonrada her yıl  bakımını hep Türkiye'de yaptırdım.
Bir gün Antalya'da Konyaaltı plajında salatanın içinden çıkan bir taş kaplama bir dişimi kırdı.. Sadece salatanın ücretini almamakla kaytardılar. Bende oralı olmadım. Zaman'la sallanmaya başladı diş. Ön dişlerimden biri üstelik. Burada doktora gittim. Zaten doktorun eline düşüverdi dişim. Sonra protez bir diş taktı. Üç ay içinde implant takılacak. Fiyatını söyledi. 5 bin frank bir diş. Ben düşünmek istedim. Çünkü Avrupa yayınlarında sürekli diş klinikleri reklamları dönüyor. Türkiye'liler öğrenmiş Avrupa'da diş sağlığının yüklü bir maliyet olduğunu, hatta reklamları bile, "İsviçre kalitesi ile Türkiye fiyatları" diye dönüyor. Deniz'e düşen yılana sarılıyor.. En son İstanbul'da Dentistanbul kliniğine gitmiştim. Hakkaten güzel, temiz, hijyenik bir klinik. Kontrol yapıldı, dişler temizlendi, implant için iki ay sonra gelin dedi. Fiyat belirlendi. 3000 tl dediler. Burayla kıyaslandığımda evet, daha ucuz. Ucuz kelimesi bana basit gelir hep. Uygun ve hesaplı demek, sanırım daha doğru olur..
Konu konuyu açmadan, dağıtmayayım. İşte bu iki ay oldu artı onbir ay.. İyi dayandı hakkaten, ee, İsviçre kalitesi:)) İsviçre kalitesininde bir sonu var.. Sona geldiğini hissetiyorum artık. Hem kendisi hem komşu dişi sallanıyor. Üstelik sıcağa, soğuğa hassas.. Ara ara ağrıyor. Allahtan kısa sürüyor. Yoksa o ağrı'yla yaşanmaz. Benim şimdiki korkum, bunca beklemek lehime işledi. O kadar uzun bir süre ki, bu sürede içinde doğada bir çok şey oldu.. Yaz geçti, Yapraklar döküldü, kış geçti, yeniden canlandı doğa. Ölenler oldu.. Doğan'lar oldu. Doğacaklar var. Yaşayan herşey değişirken benim dişetim aynı mı kaldı? Elbette kalmadı. Ben böyle beklerken daha büyük hasara yol açtığını düşünüyorum.. Bunu bile isteye yapmadım elbette, yok şunu organize et, yok bunu bekle.. Bunları beklerken, sağlık bir dönem geliyor, ve diyor ki; artık yeter, madem sen sen organize edemiyorsun, o zaman ben müdahale edeceğim. İşte öyle bir dönemdeyim. İnsan plan yaparken, Tanrı gülermiş ya, o misal oldu benim ki. Güzel planlarım vardı. Buradaki işleri ayarlayıp şöyle 1-2 ay Türkiye'de kalmayı planlıyordum. Hem dişim için, hem annem için.. Eşimin annesi bakıma muhtaç. Bu ilkbahar aylarında gitmeyi çok istiyordum, çünkü toprağın en verimli halini bir şeyler ekerek yaşamakta istiyordum. Hatta pazardan civciv alıp beslemek istiyordum. Şöyle renkli olanlarından.. Biride horoz olsun istiyordum. Kırmızı ibiği, siyah tüyleri, kırmızı kanatları ve kuyruğu olsun istiyordum. Sabahları ötsün istiyordum.. Çocukluğumdan kalma bu bildiklerimin, bilemediğim yerlerde anneme danışıp, onuda hayata katmak istiyordum. Bu birazda benim gelecekte yaşamak istediğim yaşama staj gibi bir şey olacaktı. Yani hem bana hem anneme iyi gelecekti. 

Ama yaşadığımız hayat çemberi izin vermedi bir türlü. İçine sarmış sarmalamış dönüyor etrafımızda hulahop gibi. Bizde onu düşürmemek için sallıyoruz bedenimizi.. Düşüyor yeniden çıkıyor, düşüyor hop yeniden çıkıyor, bakalım bu sefer nasıl çıkaracağız onu belimize, ve yeniden o ahenki yakalayacağız? 

Hayatı normalde hiç takmam.. O beni taksın modundayım.. Ne olursa olsun, benden daha önemli değildir. Olmuyor işte her zaman.. Evet, ben önemliyim.. Önemliyim de; Beni önemli kılan diğer yaşam koşullarını nereye koyacağımı bilmiyorum.. Abimin doğum günü bugün. Yarın büyük bir kutlama yapacaklar.. "İsviçre geliyor değil mi" diye mesaj gönderdi. Biz ki, sırf böyle şeyler için buluşan kişileriz. "Hayat "artık" hep bize güzel" der gibi yaşadık.. Burada den den işaretiyle iç içe geçen "artık" kelimesi şurdan gelir; yani sanki hayata olan borcumuzun fazlasını ödemişizde, bize geri ödüyor gibi düşünerek yaşadık hep. Ama, gel gör ki ben/ biz gidemiyoruz.. 650 km yol. Bizim gençlerin sınav haftasıymış.. Eşimin işi başını aşmış. Ben yalnız gitmek istemem.. Dedim ya, hayat bir çemberin içine almış bizi.. Çıkamıyoruz dışına.. 
Bunada, olsun be diyorum, her zaman yaptığım gibi. Hayat bana varana kadar öyle çok kişiye borçlu ki. Ben kimim ki; diyerek çekiliyorum köşeme. İzliyorum, olup bitenleri. 

Dünyaya bakmaya çalışıyorum.. Küçülüyor o zaman dertlerim.. Minicik kalıyor. Gözümü Türkiye'ye çevirdiğimde hepten şaşırıyorum. 

İpte bir cambaz ha oynuyor de oynuyor. Herkes gözünü dikmiş onu izliyor. Sevsede izliyor, sevmesede.. 

13 Ocak 2016 Çarşamba

Normal olsada, olmasada...

Bi kaç gün önce ig de yazmıştım, normal olan şeyler anormal, anormal olan şeyler normal hale geldiğini. Ve eklemiştim, sakın "normal" nedir ki diye felsefik sorular sormayın! diye.. Çünkü bu sorular lüks sorular artık. Mutluluktan sıkılıyorsundur, kelimelerin gücünün  analizini araştırırsın. Artık öyle zamanlar bitti.. 

Günümüzde yok artık böyle şeyler. Hala yaşıyorsak ancak şükredeceğiz. Bir gün bir yerlerde ölmüyorsak, bir gün daha yaşadık diye yine şükredeceğiz. Bizi buna mahkum etmeye hala devam ediliyor., İsyan etme hakkımız bile yok. Hatta işlemediğimiz bi suçta bile özür diler hale geldik. Bu hakkı elimizden aldılar, demeyeceğim, aldırdık! Klavye başında isyan ede ede yaşamaya mahkumuz. Hepimiz sosyal alemde isyankarız, devrimciyiz. Herkes bir şeyler paylaşıyor. Hadi Twitter, instagram başka bir mecra, Facebook'ta bile en yakınlarınla, akrabalarınla ayrı düşebiliyorsun.  CB bu sosyal platformlara karşıydı ama, tamda onun istediği gibi artık millet, sadece siyasi değil, mezhep ayrığı değil, akraba, kardeş ayrılğı yaşamaya başladı. 

Matematiğin hayatta önemli olduğunu öğrenmiştim, ama en geç öğrendiğim şeyler "Çıkarma" ve "Bölme" idi. En kolayı toplama. Bir bir daha iki, iki iki daha dört, beş beş daha on.. Katmak, yani dahil etmek anlayışıma sığıyordu. Ya çıkarmak? Veya bölmek? Anlayışıma ters bi durumdu belki, o yüzden anlamakta hep zorlandım. Çarpmaya gelince, onu sadece ezberledim. Burada anlamlı buduğum şey şuydu; Sıfır.. Sıfırla neyi çarparsan çarp hep sıfırdı.  Rakamları hep enterasan buldum. Hayat bir matematik demişti en sevdiğim matematik hocam bir derste. O zaman anlamıştım kendimi. Demek ki matematiksel bakıyorum hayata, bölmek ve çıkarmak bana ters geliyor. Ben toplayayım sadece. 

Bölmeyi bem CB den öğrendim.  Okula giderken anlayamamıştım. Çok teşekkür ederim kendisine ama sevmediğim kadar varmış be! Hala sevmiyorum bölmeyi.. Bölüşmeyi seviyorum, yani bayağı kesirleri. Ne güzel şeydir aynı paydada buluşmak, çok farklı olsanda, sonuçta aynı yerdesin ve aynısın. 

Tam anladım derken, başka bir matematikle çıkıyor karşıma. Asla aynı paydada buluşamadığım !!

Cumhurbaşkanı cumhurbaşkanı gibi değil, başbakan başbakan gibi değil. Barış isteyen, çocuklar ölmesin diyen terörist, bunu dinleyen daha bi terörist,  basın çok özgür, ama gazeticiler içerde, bi patlama olur, yayın yasağı anında gelir, özgür medya "Sultanahmet'te bişi oldu diye yayın yapar, "sözde akademisyenler" diye başlar söze, ama onun özde akademisyenlerinin fetvalarını okuduk, duyduk. Sapıklıktan başka bir şey değildi. Olmuyor, ne yaparsam yapayım aynı paydada buluşamıyorum. Ters yani, matematiğe uymuyor. Kimyama uymuyor.. Türkçede zaten anlaşamıyorum. Bu akşam yine bir şeyler söyledi, mezdekileme mi, mandalama mı? Valla anlamadım.. Anlamak için uğraşmadımda. 

Bildiğim tek şey, ölüm bizi bulana kadar yürüyeceğiz bu yolda. 


7 Kasım 2015 Cumartesi

Hayat herkese ak'ta, bize kara midur??

İstinasız hepimiz çok şaşırdık 1 Kasım seçim sonuçlarına. Hepimiz diyorum, çünkü, o yüzde 49 buçuk bile şaşırmış. Yani ilk defa ülkece aynı noktada buluşup, bir şeye çok şaşırdık..
Şaşırmamızın elbette nedenleri vardı. 7 Haziran sonuçlarıydı bizi şaşırtan. Bir umut doğmuştu yine. Yine her zamanki gibi ülke halkı çok sabırlıdır, susar, görmezden gelir, ama nerde nasıl ses vereceğini iyi bilir teorisi yükselmişti. Hiç birimiz düşünemedik tabi, biz bunlarla oyalanırken onların yine oyun peşinde olduğunu. Meğer terörün âlâsını yapıyorlar ve bundan besleniyorlarmış.. Zaten Arena'nın onlara kaldığı zaman, bi ara seçim propagandası yapan d.oğlu bunu bir tv programı'nda bile dile getirmişti. 10 Ekimdeki Ankara olaylarından sonra oy oranlarının arttığını söylüyordu. Bu kadarda dürüstler bu tip konularda. Ama anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az misali.. Biz yine Sivrisinek dinlemiştik.

Diktatör bir baba'nın evinde estirdiği teröre benziyor bu. Kendimden biliyorum. Korkudan şimdilik sesleri çıkmayan çocuklar gibi, bu ülkenin diğer 51 buçuğu.. Bu çocuklar büyüyor elbet. Bunlar ya boyun eğip, kişiliksiz yoluna devam ediyor ezik bi şekilde, yada ses veriyorlar. Diğerlerine göre asi, isyankar olup, kıyameti koparıyorlar. Olsunda zaten. Bunuda yine kendimden biliyorum.  Bulansın ortalık, tekrar durulması için.  Yada bilemiyorum.. Çünkü, bütün bildiklerimide unuttum artık. Böylede allak bullak ettiler ortalığı. Ayırdılar, böldüler, çarptılar, çıkardılar, topladılar.. Matematik bile şaşırdı..

Her şeyin farkında olmama rağmen, bireysel bir şey yapamıyorsam, o zaman beni yine beni mutlu eden şeylerden beslenmeye devam ediyorum. Nedir bunlar? Fotoğraf çekmek mesela. Bu akşam üzeri evde tuz olmadığını farkedip en yakın markete giderken rastladım Boncuğa. Arada bir yine gelsede, eskisi gibi gelmiyor artık bize, artık dışarıdaki hayatı keşfetmiş. Darısı ülkemdeki insanların başına.. Dışardada bi hayat var!!! Hemde bambaşka.. 

Tanıdı ama beni. Peşimden geldi markete kadar. Yol üzerinde oynaştık biraz. Sonbahar yaprakları düşüyordu üstüne ve gocunuyordu bundan. Bir sürü fotoğraflarını çektim yine. Artık uzaktan seviyoruz birbirimizi. Arada bir uğruyor eve.. Gönül alma bâbında.. Anlıyoruz biz onu.. Evet bizim evin dışındada bir hayat var. O boyun eğmedi bizim ona verdiğimiz sosis, kibrit kutusu büyüklüğünde verdiğimiz peynir ve iki kaşık süte. Ona verdiğimiz sevginin hatrına geliyor. Yoksa ona verdiğimiz o bir avuç yiyeceklere kanacak kadar aptal olmadığını göstermişti bize. Kediler ne istediğini çok iyi biliyor ve o yüzden nankör ilan edilip sevilmiyorlar. Ben çok seviyorum kedileri. Ne istediklerini bilen kişilikli hayvanlar.

Ay, yeter icim disim sonbahar oldu, gökten fare yagsa bana yaprak düser a.q
Bugün Zürich'te Volkan Konağın konseri vardı. Çok istedim gitmeyi ama gidemedim. Insan yalnız başına bi konsere gider mi? Ben gitmem. Deniz'e söyledim, akşam üzeri, iki gün önce söyleseydin giderdik, bende seviyorum onu dedi. Başka programı varmış, elbette onun için önemlidir her ne ise o program, Taylan zaten bi kaç gündür bi garip. Yemek masasında duruşu bile yamuk. Belliki bir sorunu var. Konuşmaya çalıştım, ama konuşmak istemedi. Onada anlayış gösterdim. Artık neyse o derdi, sorunu, henüz sıkılmaya hazır bir sivilceye dönüşmemiş. Kendi kendine olgunlaşmasını bekleyeceğim. "Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi" şarkısını çığıracağım geliyor ama, Taylan bu.. Bambaşka şeylerde olabilir. Hayatı ciddiye alan bir genç. Belki uni de sorunları var. Bilemiyorum. Ama çözerim. Çok severim düğüm çözmeyi. Sabır ve sevgi ile gevşer zaten, sonrada gevşeyen o düğümün iplerini çekmek düzeltir. Karışmış bir kolye zinciri gibi. Parmak uçlarında hafifçe ufalayarak gevşemesini sağlamak gibi.

Volkan Konak deyince, belki konserine giderim diyerekten internetten ona ait bilgilere ulaştım. Yeni bir Albüm çıkarmış. "Aleni aleni" şarkısını dinledim bugün ilk kez YouTube tan. Belki bugün 66 kez dinledim. Şarkı sözlerinin içinde şöyle bir nakarat var " ah felek hep inadun banamidur, herkese ak'ta bize karamidur?" Hala dinliyorum bu şarkıyı. Belki 80 olmuştur bu yazıyı yazarken. Hala yukarıdaki yazdığım nakarat dışındaki sözleri ezberleyemedim iyimi..

Seviyorum ben Volkan Konağı. Söyle bir şey söylemişti bi ara, "beni herkes dinlemesin, beni faşistler dinlemesin, beni karısını dövenler dinlemesin, örneğin karısını öldürmüş bir adamın arabasında benim kasetimin, cd'min olması beni çok üzer, demişti. Sonra ben bunu İnternette araştırdım. Varya hani artık böyle bir huyumuz. En son üçüncü kızının olduğu haberi vardı. Ama ne kızlarının ne eşinin, hiç fotoğrafları yok hiç bir yerde. Ne güzel değil mi? Seviyorum böyle sanatçıları. Ama ben oraya gidebilseydim eğer, bir selfie çekelimmi diyecek kadarda cesaretsiz olurdum. Yapamam ben böyle şeyleri. Kendiliğinden gelişirse güzel olur böyle şeyler. Tıpkı geçenlerde Sunay Akın'la olduğu gibi. Yada önceki senelerde Banu Alkanla bi restoranda karşılaştığımız gibi:) ben onlarla değilde onlar benimle fotoğraf çekilmekten mutlu olsunlar istiyorum:)) ha elbette benden farklılar, hepsi güzel insanlar.  ama bende onlardan farklıyım.. Onlar herkes tarafından tanınan bir meslek içinde, ben tanınmayan. Buluştuğumuz payda şu, hepimizin insan olması. Ve bütün insanların yaptığı gibi kuru fasulye yiyip osurabiliyor olmamız. Kuru fasulyesizde oluyor tabiki bu insana dair şeyler..

Başka bu hafta güzel olan bir şey daha vardı. Oda şu; Aşure ayı ya. Ben geçen yıla kadar 30 yıldır Aşure yememiştim. Geçen yıl bir iş arkadaşımın annesi Aşure yapıp göndermişti. Çok mutlu olmuştum. Ve çok lezzetli yapmıştı. Mardinli, hiç tanımadığım bir kadındı. Sonra o Aşure kabını boş göndermek için bir kart yazıp, birde içine küçük bir çikolata koyup geri göndermiştim, kızı aracılığı ile. Ve kızına demiştim ki, sen okuma, bunu annene ilet. Kızı bana demişti ki; zaten ona ben okuyacağım bunu, annen okuma yazma bilmiyor. Dumura uğramıştım tabi.

Bu sene yine göndermiş. O nasıl güzel bir Aşureydi? Tadı, yoğunluğu. Mükemmeldi. Arada bir ağız ucuyla sordum ev ahalisine Aşure yermisiniz diye? Pek duyan olmadı, duyanda şimdi değil, dedi. Hepsini kendim yedim. Çok lezzetliydi. Allah kabul etsin mi denir, bilmiyorum. Ama her neyse o dilek, işte o olsun.. Ben yine ellerine sağlık dedim. Ama tanımıyorum ki o kadını. O zaman Aşure kabının içine badem özlü bir el kremi koydum, o güzel elleri ile seneye bana yine Aşure göndermesi dileğimle birde kart yazdım yine. Bunlar hep hiç tanımadığın insanlarla uzaktan kucaklaşma şeklidir işte. 

Ben hala şu şarkıyı dinliyorum bu akşam. Bu şarkıya nasıl coşmuştur Zürich bu akşam. Ama ben Berndeyim. 




23 Kasım 2014 Pazar

Pıtırak mı? Sarmaşık mı?


Ne güzeldir Sarmasik gibi olmak..
Pıtırağı bilirmisiniz? Istenmeyen dikenli bir ot'un meyvaları veya tohumları. Dikenimsi.. Ele batar, hem acıtır, hem acıtmaz arası birşey. Aslında koparıp atması o kadarda zor değildir, ama zaman gerekir.. Oturup tek tek ayıklaman gerekir. Bu pıtırak denilen sevimsiz ot, işlenmeyen topraklarda çok çabuk türer. En çokta koyunlara yapışır bu pıtırak.. O kırkılan koyunların yünlerinde ayıkla ayıkla bitmez.. 

Almanya'ya geldiğimde Türk sınıfı vardı. Önce almancayı orada öğrenip Alman sınıfına geçiyorduk.. Şimdi yok öyle bir şey. Neyse orada Türkçe öğretmenim vardı. O'nun şu sözü hiç aklımdan çıkmaz.."Doğada olan şeyleri kendi hayatınızla özdeşleştirin, doğa çok şey öğretir, çok ders verir görebilirseniz" demişti. Örneğin bir arıyı, bir karıncayı düşünün ve ne kadar benzeşiyorsunuz" demişti. Benim kulağımda hala küpedir. Ve bana hep ışık tutar onun bu sözleri. 

Pıtırak, geldi bu akşam aklıma. Bilirsiniz zaman zaman ben hep geçmişime giderim. Çocukluğumdan bilirim pıtırağı.. Paçalarıma yapışır, batardı.. Ninem, kapının önünde eve gelmeden, oturur, "İşe yara bişe osa bu gada omaz, şuna bak nerdeyse götüme gada çıkacak baksana bi" diye hem söylenir, hem ayıklardı tek tek..

Düşündümde, Türkiye tam bir pıtırak tarlasına dönmüş.. İçinde dolaştıkça hertarafına batan, yapışan bir pıtırak tarlasına. Nerde yetişiyordu bu pıtıraklar. İşlenmeyen yerde, hızla çoğalan.. Bunlardan öncekilerinde suçu var. Demekki, hepimizin suçu var.. Biraz fazla nadasa bırakmışız bu tarlayı...Nasıl kurtuluruz bu pıtıraklardan? Önce  paçalarımızdakileri tek tek ayıklayacağız, sonrada o toprağı işleyeceğiz.. Yada üstümüzdekileri çıkarıp, ve o tarlayı çifte sürüp bütün dikenleri alaşağı edeceğiz.. Zor bir süreç evet.. Ama başka çıkarı yok.. Yada pıtırak tarlasında yaşayacağız.. 

Birde o pıtırakların arasında, yada taşların veya kayalıkların arasında baş kaldıran güzel çiçekler vardır. Onları görmek ve korumak gerekir.. Etrafındaki pıtırakları kopararak.. Bu çiçeklerin adı, Ermenek'teki Recep amca, ve Ayşe ana, ayazda ölen Ayaz bebek, Van'da Muharrem bebeğin cesedini taşıyan baba, gezideki Ethem, Mehmet, Abdullah, İrfan, Medeni, Ahmet, ve Berkin.. Daha ne çiçekler var, hergün bir yenisini koparılan. Bunlar hafızalarda kalan taze çiçekler.. 

Yaşamak istiyorsak pıtırak gibi değil, sarmaşık gibi olmalıyız.. Beton duvarları bile saran bu sarmaşıklar gibi.. Hoşgörülü, saygılı, sevgili, renkli, espirili, dayanıklı, sabırlı, tutkulu, inançlı. 


28 Haziran 2014 Cumartesi

Hayat işte.. Kâh öyle, kâh böyle.. Ama güzel..


hayat güzelkiii...
Bir uçurum kenarındayım. Yürüyorum.  Emin adımlarla yürümeyi severim aslında.. Ama bazen olmuyor. Ayağımın altından kayıyor toprak.. Yavaş yavaş kayıyor.. Bir kaç dala uzanıyorum..  Tutunarak biraz daha zaman kazanıyorum. Yol giderek inceliyor.. Iyice zorlanıyorum.. Düşmek üzereyim.. Bir dal koptu kopacak.. Aşağıya bakıyorum baya derin.. Öldürmez ama süründürür.. Çevrede ne bulursam elimi atıyorum.. Onlar birer birer koptukça bir diğerine tutunuyorum.. Artık tutacak ne dal kalıyor nede güç.. Parmak uçlarım sıyrıldı sıyrılacak.. Son saniyelerim.. Ve tutunamıyorumda zaten.. Düşüyorum.. Tam düşerken güçlü bir dalın arasında kalıyorum.. Hafif sıyrıklar oluşuyor sadece.. O yukarda güvenle tutunduğum dalların kökleri tutuyor beni.. Sonra zaten kalabalıklaşıyorlar.. Çıkıyorum düzlüğe.. Koşarcasına mutlu oluyorum.. Uçarcasına mutlu oluyorum.. Yaşarcasına mutlu oluyorum.. 

Yaşamın düz bir çizgide olmadığını sadece teoride değil, pratiktede var olduğunu görüyorum.. Ve yaşamın böyle bir şey olduğunu düşünüyorum.. Engelleri aşınca güzel yaşam.. Hele hele bu engelleri aşmanı sağlayan, yoldaki taşları ayıklayan dostların varsa.. Seninle birlikte üzülüp, seninle birlikte seviniyorsa.. 

"Dostlar sokak lambası gibidir, yolu kısaltmazlar ama aydınlatırlar" diye bir cümle okumuştum yıllar önce.. Kime ait bimiyorum ama kulağımda küpe gibi taşırım hep..