Sayfalar

30 Ekim 2015 Cuma

Ağaçtan maşa, aptaldan paşa olmaz!

Bahçadakı köpek havlayınca pencereyi açtım, gafamı çıkardım bi gelen giden mi va deye. Baktım, Seybaların Zehraaba ünleyip duru. Köpek bağlımı deye. Bağlı bağlı, buyruuun, dedim. Emme, gene burnundan soluyup duru. Gene bişelere gızmış. Gapıyı açtım, ayağındaki gara lastıkları şööne kenere çıkadı, selemneleyküm, deyerek girdi içeri. Hoş gediniiiz, sefa gediniiiz, dedim. Hoş mu gedim, boş mu gedim, bilmeyon dedi. Hinci yokarda allah vaa, hiç bu gada sinilli göömediydim.. Hebire, "bu günümüzede şükülle osun", derdi. Gıı, Zehraaba noodu? Iyi mininiz? dedim. 
Elleri, dizleri tiril tiril titreyip duru. Gaktığımınan ibrikten su doldurdum bardağa, hele şunu bi için, bi nefes alın hele, dedim. Verdim emme, titremekten parısını döktü, parısını içti, son yudumu içemedi, bardağı iki avcına aldı, diğer eliyle parıldamasını (titremesini) durdurur gibi sıkı sıkı duttu,  ağlamamak uçun sıktığı çenesinde küçük çukurla oluştu, elinin tersiyle gözleni sildi, çenesinde tuttu sağ elini, titremesin deye. Içim gıyıldı unu öne görünce, meraktan ölüvereyazdım. Birez nefes alınca, başladı annadıvemeye.. 

Ezeli ne telezyon varıdı, ne bişey. Bizim adam dutturdu ille telezyon alam deye. Neyimiş, Köyde hekeşin terneti mi varımış ne? Bizim telezyonumuz bile yoğumuş. Sankı telezyon alacak parası varımış gibi. Hem neyleyin ben telezyonu, bunla hep şeytan işleri. Emme gandillede falan mevlit okunuyomuş deye gandırdı beni. Borcunan, harcınan aldık galan.  
Bu televizyon eve gediğinden beri, zatı amcannan aram yoğudu, eyce açıldı. Zatı evde mani ota, boka, öküze, eşeğe küfür eden, bağıran çığıran bi adam varıdı, bu yetmeyomuş gibi televizyonu aça açmaz aynı bizim deli gibi mani bağıran çığıran bi adam va. Benim deli bana yetiyo, dedi, belliki çok dolmuş, hiç susacak gibi değil. Acık soluklandı, gene anadivedi. 

Ikindi namazını gılıyıyodum, amcan gene telozyonu açtı, gene o adam, pek seve onu, "adamla çalıyo emme yapıyo" deyen omuş menemme, bi yellerde duymuş, yoğusam onu söyleyecek akıl yok bunda. Bide cıgara yaktı, ösürmekten dinleyemeyoda, sesini açtıkça açıyo, gulaklada duymayo tabi. Görüp durusun namaz gıldığımı, telezyonu açtığı yetmeyomuş gibi, bide sesini yükseldiyo. Helebak, helebak, bana nispet ede gibi gıı!  Ilk rekâtı bitirdim, selam vedikten sona ocakbaşında duran soba küreğini adığımınan telezyonun camına endirdim. Gapgara odu cam. O adamda yok odu. Amcan beni hiç böne gömediği için, güççük dili gursağına gaçmış gibi galagadı. Çalıyor ama yapıyor ne demek gı? U zaman bende gidin, Eminaların bahçasındakı mısırları çalın, gidip bazarda satıp para gazanın, sonrada o parayınan "Zehraba hayratına" Çeşme yaptırın. Olacak iş mi bu? O Çeşmeden akan su hep haram duru.. Bu Çeşmeden su içen goyunu kuzusu, ineği, dombayı, herkes günaha giribatı. Emme ne gören va, ne duyan.. Herkeş susuzluğunu gideribatı. Bize atalamız derdi ki; "ağaçtan maşa omaz, aptaldan paşa omaz" Bunla hala neyi zorluyo bilmem ben. Maşa yanıbatı, sürekli aynı ağaçtan maşayı veriyola elimize. Eee, yanıp duru, elimizi yakıyo, dutamayoz.. Hiç emeyara bi işe yaradığı yok.. Dutsan dutulmayo, satsan satılmayo. En iyisi atmak bi kenere. Ben ne günle gödüm, cumhuriyetin kurulduğu yılları bilirin, u zamanladada nele gödüm nele, emme, bu gada görmedim. Bu gada rezilini hiç gömedim. Gı helebak, ben bu gıt aklımınan bunnarı görüyon, biliyon bu okumuş etmiş goca goca adamla, gadınla bunu gömeyo mu? Benim  adamı boşve.. Unun aklı odumolası gıt birez. Emme bu memlakatın hepsi mi bem adam gibi gıt akıllı? Dedi.. 

Gı, Zehraba ne deye gücünüzü gurudup
duruyorsunuz, bugün varsanız yarın yoksunuz, zaten bi ayağınız çukurda, size mi düştü bu memleketin gidişatı dedim. Demez olaydım. Anam bi çıkışıvedi bana, bi bağırıvedi, neye uğradığımı şaştım. A gızım dedi, "mayasız yoğurt çalınmaz" yani tutmaz. Bunlar çalmayı yanlış annamış, süte katmaya mayaları yok, boş kaşığı sallıyorlar, oda dutmuyor. Bozulmuş sütü ekşimik yapıyolla. Sonrada bu yaptıkları ile övünüyolla. Zaten onlar yapmasa süt ekşiyecek. Hem ben kendimi düşündüğüm yok, böğün ölecek gibi ibadet ederin, yarın ölecek gibi çalışırın. Ben torunlamın geleceğini düşünübatırın. Onlara neyi emanet edecez? Bak bu pazar gene seçim varımış, bunuda o sevmediğim telezyondan öğrendim. Gene gene ne seçimi bu, desemde, gidecem o mühürlü eyce bi basacam ampülün olmadığı bi yere. Emme bu son osun. Gene bi hökümet guramazlarsa dahada oy gullanman. Bana güvenmeyene ben neye güvenecemşin? dedi. Valla haklı!!
Ne desem bilemedim..??

( Mudurnu şivesi ile yazılmıştır, ve tamamen hayal ürünü, yani atmasyon bir hikâyedir) 


13 Ekim 2015 Salı

Bir Sabah Uyanacaksin ki bir tanem, ben yokum...




"Bir Sabah uyanacaksinki birtanem, ben yokum.."
Buraya aslında şunu yazacaktım, bunu yazacaktım diye başlamak istemiyorum. Evet, hepimiz isteriz güzel şeyleri anlatmayı, yazmayı, yaşamayı. Bu bütün insanların hakkı, sadece benim değil.

10 Ekim, bir Cumartesi sabahı yaşananlar hepimizin malumu. Haftasonu evde genelde radyo dinlerim. Bu ya radyo Voyage olur, yada TRT-türkü, nağme, memleketim olur. Işte o sabah TRT'nin saat başı haberlerinde, Ankara'da bir patlamadan bahsediyordu. Ben uzaktaydım yarım yamalak duyabiliyorum. İşte haberler bitti, TRT Türk'ü spikeri, bu yaşananlardan dolayı ağırlaştırılmış bir program olacak deyince, bir kahve, bir sigara ve telefonumu alıp balkona çıktım. Twitter ve Facebook'taki paylaşımlara baktım. Ankara'dan kartpostal arkadaşımın Facebook taki şu paylaşımı "Yağmurluğuma yapışmış et parçasıyla eve geldim, yeni yeni duymaya başladım. Noolur hastanelere gidin, noolur." Tüylerimi diken diken etti. Sonra Twittere geçtim. Kilometrelerce uzakta olduğum ülkemin acısını buradan hissediyordum. O gün yaptığım işin hiç bir hayrı yoktu. Hiç tanımadığım, hatta sevebileceğime inanmadığım o şehirde, Ankara'da atıyordu yüreğim. Hala orada. Yazılanları, çizilenleri, olanları, yorumları okuyordum. Benim özelliklerimden biride, zamana yaymam, sabırlı olmam. Gerçi bu olayda sabıra gerek yok, her şey açıkça ortada. Türkiye'nin hatta Ankara'nın göbeğinde, "barış" artık gelsin, nolur, lütfen, diyen insanlar. Kimisi çocuğunu alıp gelmiş, kimi karısını. Kimi gelini ile gelmiş, kimi torunu ile. Hepside herşeye rağmen güzel umutlarınıda yanına alarak barışı getirebileceklerine inanarak gelmişler. Ne güzel bir insan topluluğu değil mi? Ne oldu? Suçlusunun kim olduğunu hemen bildiğimiz bir bomba yüzlerce insanın bedenine, binlerce insanın yüreğine düştü.

Orada bende olabilirdim.. (Tesadüfen Kürt, ve Alevi olmadığım halde, sadece insan olarak) Sende.. Orada olmadığım için şanslı mıyım? Bilmiyorum. Ama bu şanslı olma hissi utandırıyor beni. Ve biliyorum ki, böyle giderse hepimiz yasayacağız, artık o kadar yakınımızda ki!

Bir çok yorumlar okuyorum. En çok şu yorum, yada cümle sinirimi bozmaya başladı. " biz hangi ara böyle olduk ??" Bunu hala anlayamayanlara şöyle diyorum. 13 yıldan beri böyle olduk. Ha bazılarımız hep böyleydi, şimdi hepten çoştu. Bunu görmek istemeyen, iyi niyetli olan bizdik. Ama ucundan kenarından dokunuyorduda, biz oralı olmuyorduk. Şimdi artık yanıbaşımızda. 

Bir arkadaşım, "din ve milliyetçilik bu ülkenin başına bela" demiş. Evet, bu böyle. Kürtleri ve alevileri hiç bir zaman bağrımıza basamadık. Bırak bağra basmayı insan olarak göremedik. Onlar hep ötekiydi, 13 yıldan beri hepten ötekileştirildi. Kimse kimseyi anlamıyor. Bunu en son instagramda yaşadım ben. 
Cizre'de bir kadının "yeter cumhurbaşkanım yeter, Allahaşkına yeter" diyen bir kadının feryadını ta buralardan duyduğum için titredim. Buna gelen yorum: 

Sadece güldüm bu yoruma. Bunu yazan her kimse profilinden tanıdığım kadarı ile, bohem takılan, rahat, biri. Dünya'dan bi haber. Tanımadığım için yorumu beni hiç ırgalamadı. Ama biri daha vardı. Onunla aynı düşündüğüm şeyleri sandığım. Çok okuyan, güzel yazıları olan. Beni ve yazılarımı çok sevdiğini söyleyen. Amerika'da yaşayan bir kadın. Hakkaten hukuğumuz biraz daha ilerlemişti. Adreslerimizi almış, hatta kart bile göndermiştim. Aydın bir kadındı. Bir baktım, sorgusuz sualsiz silmiş beni. Önce üzüldüm, bi kaç gün bekledim ve sonra sordum, neden? diye. Son paylaşımlarında hdp ye sempati duydugun için dedi. Çok okuyan, aydın bir kadının bu yorumu, evet şaşırttı beni. Bundan şunu çıkarttım, en aydını bile anlamak istemiyor bir diğerini. Kaldı diğerleri?   
Akrabalarınla bile ayrı düşebiliyorsun. Iste biz böyle bir hale geldik..

Kim ne derse desin, ırk gözetmeksizin insanları sevmeye devam edeceğim. Irk gözentenleride kendileri ile başbaşa bırakacağım. Bu din ilede aynı şey. Ben insanları ırkları ile, dinleri ile, dilleri ile anlamaya çalışacağım. Sadece insan olduğum için. 

Biraz birbirimizi dinlemeye, anlamaya, ve tanımaya çalışalım, bundan zarar gelmez. Anlamıyorsan bile, koluna dokunarak deki; " ya, iyi güzelde ben seni anlamaya çalışsamda anlayamıyorum" diye başlasak ne olur? Konuşabilme özelliğimizi kullansak insan gibi? Anlamaya çalışmak zaten başlı başına güzel bir adım değil mi? Sonra anlamasanda olur? Bir dinle önce. Dinlemeden nasıl anlayacaksın? 

Ama yok, dinlemeden yargılamayıda öğrendik biz son 13 yıldır. Hep bölüktükte, şimdi hepten bölündük. 
O yüzden tekrar söylüyorum; kimse "biz hangi ara böyle olduk" demesin. Biz hep böyleydik. Şimdi ayuka çıktı. 

4 Ekim 2015 Pazar

Perşembe Kadınları Selimiye'de (2. Bölüm)

Köy kahvesinde ilk kahvatimiz
Sabah ezanından sonra, horoz sesleri ile sabahı ettik. Güneş'in kızıl ışıkları miskin miskin üzerimize vuruyordu. Arabada uyuyanlara doğru göz attım. Araba yerinde yoktu. Meğer, köyün manavından zeytin, peynir, simit vs. almaya gitmişler. Köy kahvesine yerleşmişler, bizi çağırdılar. Kahvaltımızı yaptık güle oynaya. Köyün yaşlı amcalarıda birer birer yerleşiyorlardı sandalyelere pişti ve okey taşlarını dizerek günü akşam etmek için. Daha fazla amcaların masalarını işgal etmeden kalktık. Kalacağımız otelin yada pansiyonun desem daha uygun olur, plajına attık kendimizi. Pansiyon ile denizin arası beş adım ya var ya yok. Sürekli aynı pansiyonu seçmemin asıl nedeni değil, ama nedenlerinden biri. Henüz odamıza yerleşmedik, ama üzerimizi değiştirmemiz için bir oda verdiler. Havlumuzu, terliğimizi ve Güneş kremlerimizi alıp, bavullarımızı mutfağa bıraktıktan sonra o berrak denizle kucaklaştık. İlk gün akşama kadar kâh yüzdük, kâh şenzlogta uzandık. Öğlen bize odamıza yerleşebileceğimiz söylensede, hiiiç oralı olmadık. Sabah doğurduğumuz güneşi akşam batırdığımızda hala plajdaydık. Öyle ya, ne yemek pişirme derdimiz var, nede bir yere yetişme telaşı, canımız ne zaman isterse o zaman kalkacaktık. Öylede yaptık. Her akşam rutin şuydu. Duş, giyin, çık, yemek, sonra çay, sonra rakı yada bira. Selimiye öyle gece hayatı uzun olan bir yer değil. Gece 00.00 gibi nerdeyse kapanıyor heryer. Sakin bir yer yani. Ve tuhaf bi şekilde uykun geliyor erkenden:) belki deniz ve güneş yoruyor insanı. Neredeyse 30 saati aşkın süredir yatak yüzü görmeyen bizler adeta yapıştık yatağa:) daha yastığa başımızı koyarken havada uykuya daldı gözlerimiz. 

Ertesi gün tekne turu yapmaya karar vermiştik. 7 Kişilik bir tekneyi uygun fiyata kiraladık. Biz bizeydik. Güzel bir günü daha geride bırakmıştık. 9 günlük tatilimizin ikinci günü bitmişti bile. Akşam yine aynı rutin, yemek, çay, bira, gece denize girenlerimiz ve sahilde sohbet, yatak. 

3. Gün, madem araba kiraladık, malak gibi yatıp durmayalım güneşin karşısında, Datça'ya gidelim, akşam Güneş'ini Knidos'ta yarım adanın en uç noktasında izleyelim, dedik. Malum Knidos'ta güneş farklı batıyor, ve insanlar sırf güneşin batışını izlemek için akın akın dağa, bayıra tırmanıp, yerlerini alıyorlar. Ama yinede Güneş'i zaptedemiyorlar:) (laf ebeliği yaptım güya)  güneş bildiğini okuyor, müthiş kızıllığı ile batarken büyülüyor insanı. Gerçi ben fotoğraf makinam boynumda her anı fotoğraflamaya çalışırken farkına diğerleri kadar varmış olmayabilirim, ama şimdi fotoğraflara bakınca hala o anları yaşıyorum. 

Işte o gün bu planları uygulamayı düşünürken, akşam saatine kadar başka yerlerde vardı planda. Yolumuz üzerinde olan Turgut şelalesi mesela. Buz gibi suyuna asla girmemiştim daha önce. Ama ne oldu bilmiyorum, galeyana geldim ve atladım buz gibi suya. Kalbim yerinden çıkacak sandım. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, hızlı hızlı hareket ediyordum. Ama çıktığımda bütün hücrelerim tazelenmiş gibi dinç hissediyordum kendimi. Kocaman ağaçlar altında Türk kahvemizi içip güzel  yollardan ilerlerken Kızkumu'nda durup deniz içinde yürüdük, herkesin yaptığı gibi:) Turgut şelalesinde ayağını arı sokan Ayça, buradada yine ayaktan yedi o iğneyi. Ama hiç sesini çıkarmadı. Bu ilgimi çekmişti. Bir iki gün sonra benide sokunca anladım. Hakkaten acıtmıyordu oranın arıları. Ama fena kaşındırıyordu bir kaç dün sonra. 

Biz yine arabamıza binip Datça'ya doğru ilerledik. Bu sefer Eski Datça olacaktı. Her köşesi fotoğraflık olan bu küçük, sevimli dar sokaklarda renkli begonvillerin fışkırdığı yerlerde kendimi kaybettim. Can Yücel Sokağı, kahvesi, evi, rakı bardağındaki son şarabı'nı görmek onunla karşılaşmak gibi heyecanlıydı. Can Yücel Sokağı'nda yürürken 
"Ne harika yer burası! Nereden buldun bu Datça’yı? ‘Elimle koymuş gibi buldum’…Can Yücel…
diye şiirsel gür bir ses duydum. Allah Allah, bu sokakta yürürken bu ses otomatik mi geliyor diye sağa sola baktım, meğer arkamızdan gelen Can Yücel aşığı biriymiş, onum şiirlerini okuyarak gelen. 
Can Yücel'in evi kızı tarafından kullanıldığı için ziyarete kapalı. En doğal hakları tabi. 

Sonra şu hep adı duyulan Palamutbükü'nde  denize girmek istedik. 1 saat girdik denize, apar topar Knidos'a doğru yol aldık. Kimimiz antik kenti gezdi, kimimiz sahilde akşamı bekledi. 
Knidos'tan gün batımı fotoğrafları asagida.

Ertesi gün yine Selimiye'de dinlenme, ve tekne turu, yine dinlenme ve tekne turu derken günler birbirini kovaladı. Ölüdeniz, Demre, Dalyan, Köyceğiz, turları yapmayı hep düşündük ama uygulayamadık. 

Bir gün tekne turunda gölgede yer alamadığımız için, Perşembe kadınlarından ikisini güneş çarptı. Bütün gün çıkamadılar odadan. Mide bulantısı, üşüme, halsizlik. Oysa Eylül ayıydı. Neyse hemen toparladılar. 

17 Eylül, Perşembe günü Perşembe kadınlarının İstanbul şubesi Ayça o akşam dönecekti. Biz geleneksel Perşembe buluşmamızı kaldığımız pansiyonun balkonunda gerçekleştirecektik. Güzel bir masa hazırladım. Kadehleri mutfaktan istedim. Balkondan sarkan fuşya rengi begonvillerden koparıp masayı süsledim. Buzluktan pembe şarabımızı çıkarttım. Hem Perşembe Kadınları rutininin yaşanıyor olmasının heyecanı, hem birazdan yaşanacak olan ayrılığın hüznü vardı. Diğerlerinin midesi kötü olduğu için ben götürüyordum o soğuk şarapları, belki ayrılık o kadar koymaz diye. Tam tersi oldu. Güya güneş gözlüğümü taktım belli olmasın diye, gözlüğün altından akanları elimin tersiyle sildim ama gizleyemedim. 

Artık 6 kişi kalmıştık. Bu sefer Selimiye'nin her akşam yürüdüğümüz 
rotanın aksine bir yoldan yürüdük. Oralar daha elit, kafelerinde canlı jaz müzik olan yerlerdi. Son akşamlarımızı bu taraftan yana kullandık. Rakı içtik. Konuştuk, güldük, tartıştık.. Perşembe kadınlarından E. olanı sürekli laf soktuğu A. ya o akşam biraz daha sertti. Ben sadece gözlemledim. Ama onlara bir kuralı öğretmiştim, eğer rakı içiliyorsa, bunun bir adabı ve kültürünün olduğunu, rakı masasında kavga edilmediğini, positif konular konuşulduğunu vs. Kuralcı olduklarından benimsediler, ve kabul ettiler. Ne zaman konu derinleşse rakı masadındayız, güzel şeyler konuşmalıyız diye düzelttiler kendilerini. Benim tecrübelerim bana bu olayı şimdi kapatsalarda hep yeniden hortlayacağı yönündeydi. 

Dokuzuncu ve son güne geldik artık, gece 3.45 de Dalaman'dan İstanbul'a uçuşumuz var, havada bozuk, yağmur yağdı yağacak, o gün. Hatta kahvaltı yaparken şakır şakır yağmur yağdı. Sonra açılır gibi oldu. Nasıl olsa o gün gideceğimiz için seviniyordum bile yağmura:) Marmaris'e gidiş yolunda "tenekede tavuk" levhalarını gördük ki, bu Tv'lere konu olan tanınmış bir şeymiş. Ama biz tanınmış yerde değilde, tanınmamış olan yerde durmuşuz. Oradada güzeldi ama o tenekedeki, gök gürültüsü, ve kara bulutlar altında yediğimiz tavuk. 

Marmaris'e geldik. Yağmur daha yoğundu orada, bi şekilde akşam ettik, kimimiz kuaförde, kimimiz sokaklarda. E. Getirdiği bavulu nihayet verebilmiş bir mülteciye. Daha doğrusu verdirtmiş benim bir yakınıma. Ben yoktum. Mutludur herhalde. Burada anlatıyordur, Türkiye'deki Mültecilere bir bavul eşya götürdüm diye. 

Son gece Marmaris'ten Dalaman'a gece saat 1 de havataşın seferi olduğunu öğrenince, bizi Havaalanı'na götürecek olan yakınımızı tekrar Selimiye gönderdik. Akşam saat 21.30 gibi Marmaris otogarında saat 01.00 e kadar beklemek istemedim. Marmaris merkezden otogar tam 5 dakika taksi ile. Orada beklemektense marinada daha canlı bir yerde beklemek daha cazip geldi. Ama E. Olan otogarda beklemek istiyordu. Issız, sadece çay ve kahve içilen bir yerde bekleyecekmiş. Dedim ki, hala Türkiye'deyiz, ve Marmaristeyiz, 3 saati daha güzel bir yerde geçireceğimi bile bile neden otogarda bekleyim ki? Biraz bu duruma bozuldu, ama geldi. Marinaya yakın bir yerde oturduk. Zaten son günlerdeki yaşanan gerilim orada iyice ayuka çıktı. E. hızını alamıyor, ağzıma ne gelirse söylüyordu. A. Ile fena kapıştılar. Ben sadece dinliyor, müdahale etmem gerektiğinde ediyordum. A. Kendini savunmaya geçtiğinde E. Hiç bir şekilde dinlemiyor sürekli sözünü kesiyordu. A. Ağlıyor ve kendini ifade edemeyişinin ezikliğini yaşıyordu. Aslında kendinden emin, ayakları yere basan bir kadındır. Çokta zekidir. E. Olan çığrından çıkmış gibiydi o gece. Taa 15 yıl öncesine gitti, o zamanlardan zoruna giden şeyleri anlattı. Ama unuttuğu bir şey vardı. O günlere bende tanıktım. Müdahelede bulundum. Kabul etmedi, hala E.yi suçlamaya devam etti. E.yi tanıyamaz oldum o gece. O anlayışlı, o sevecen E. gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti. 
Zaten zaman zaman bunun alarmını veriyordu. Bu Gözlemlerim beni, onun başka bir ülkede olma korkusunu yaşadığına itti. Başka bir sürü olay var beni bu düşünceye iten. 

Benim kızgınlığım şu, yanında bir bavul getir, sadece Suriyeli mülteciler için, ama kaldığın otelin merdivenlerini beğenme, küçücük bir selimiye plajında 1,5 saat yanlız kaldığın için A.yı itin götüne sok, son olarakta Bern'e gelirken trende "iyiki bankomatlarda dolandırılmadık' diye bir cümle kullan. O ne demek, dediğimde geçiştirdi. Bu bana biraz koydu açıkçası. Onun gözünde Türkiye demek ki çok farklı. Evet, idda etmiyorum Türkiye çok dört dörtlük güvenilir bir ülke olduğunu. Ama, bu kadarı bana fazla geldi. Sevmiyorum ben başka bir ülkeye gidildiğinde kendi yaşadağın ülke ile kıyaslamayı. Gitme o zaman. Kal kendi ülkende. Her yer aynı olacaksa o zaman başka bir yere gitmemin ne anlamı var? 
Bir olay anlatmak istiyorum sadece. Bir gün tekne turundayız, bu E.nın plastikten küçük bir deniz yastığı rüzgârdan denize uçtu. Bunu gören tekne sahibi geri dönüp o kıytırık yastığını kurtardı ve kendisine teslim etti. O olayı burada yaşaması mümkün mü? Belki kendi düşerse geriye bakarlar, o da belki. Bunun farkına vardı aslında, o gün mutluluktan uçuyordu. Isviçreli arkadaşlarına whatsapptan bu durumu anlata anlata bitiremedi. E o zaman, o ülkenin bankalarından şüphen niye? Kişi değil, banka bu! Hakkaten sinirlendim. Başka bir sürü olaylar oldu, direk benimle ilgili olmayan ama sinirlerimi bozan. 
Döndüğümüzden beri iki Perşembe geçti. E. Ile henüz görüşemedik. Ya gececi olduğunu söylüyor, ya işinin uzun sürdüğünü. Öyle olsun. Ben zaten bu ara görüşmeyi istemiyorum bile. Elbette 18 yıllık arkadaşlığı heba edemeyiz, Perşembe kadınlarına yakışır bir görüşme, konuşma olur. Yaşadıklarımın beni başka bir noktaya götürdüğü bir gerçekte var. Buradan öğrendiğim şu: bir daha E. ile tatil yok! En azından Türkiye'yi yasakladım ona:) 

Allahtan bu kırgınlıkların sebebi ülkemle alakalı değil, yoksa çok güzel tatil yaptık, bir kez daha hayran kaldılar denizine, havasına, güneşine, dağına, taşına, insanlarına. 
Bi güzel yönüde, hep heyecan yaşadık, hiç sıkılmadık:) sıkılacağımız zaman birbirlerine sarıyorlardı:) hoop bir aksiyon daha.. 

Ota boka gülerek geldiğimiz uçak yolculuğu, dönüşte derin bir sessizliğe bıraktı kendini. Zaten E. Ye ayrı bir koltuk verilmişti. Kader öyle olması için çaba sarfetmişti sanki:)  böyle işte nazar değmişti Perşembe kadınlarına.. Bi kurşun mu döktürtsem, ne yapsam?:))
Su Balesi Gösterimiz:
Manastir Koyunda biz
Manastir Koyu
teknede öglen yemegi 
Eski Datca sokaklaro
Eski Datca Sokaklari
Eski Datca Sokaklari
Knidosta 
Knidosta Piri Reis
Knidosta Murat ve Mila
Knidosta Murat ve Mila

3 Ekim 2015 Cumartesi

Perşembe Kadınları Selimiyede 1. Bölüm

Persembe kadinlarinin Selimiye balkonundan..

Hiç bu kadar sık Türkiye'ye gittiğim olmamıştı. Iki ayda üç sefer. Üçüde ayrı ayrı güzeldi. İlki rutin yaz tatilimizdi. Bir önceki yazılarda anlatmıştım, gezdiğim, gördüğüm yerleri. Ikinci gidişim bir düğün için oldu. Önce kararsız kalmıştım. Gelin olacak kızımız çok özel bir davetiye göndermişti. Bizi o düğününde görmeyi çok ama çok istiyordu. O özel gününde bizde orada olmayı, ilerki yıllarda bakılacak aile fotoğraflardan eksik kalmayı istemedim. Çocuklarımızın kuzenlerinin ilk düğünüydü üstelik. Iyiki gittik. Öyle güzel olduki. Gelin herşeyi planlı programlı, çok eski gelenekleri araştırarak hazırlanmıştı. Ege'li kızımız, Balkan gelini olduğu için Ege ve Balkan müzikleri, renkleri, folkloru birbirine karışmış, herkes için unutulmaz bir düğün olmuştu. Aslında başlı başına yazmaya değer bir düğün. Belki yazarım bi ara.  

Hemen üç hafta sonrasında taaa ilkbahardan rezervasyonunu yaptığımız Perşembe kadınlarının tatili vardı planda.
Bundan birbuçuk yıl önce beş günlük bir İstanbul gezisi yapmıştık birlikte. Ülkeye ve İstanbul'a hayran kaldılar. Döndüğümüzde karar aldık, tatil kasası yaptık, her Perşembe buluşmalarımızda tatil kasasına 10 ar Frank yatırarak, her yıl bir hafta başka bir Ülkeye gidecektik. Fakat Türkiye'yi o kadar çok sevdiler ki, bu sene yine tercihleri o ülkeden yana oldu. Bu sefer deniz tatili olacaktı, ve seçimi bana bıraktılar. Ülkenin bir çok yerini gezdim, ama Marmaris-Selimiye bir ayrı benim için. Oranın denizi gibi bir deniz sanki hiç bir yerde yok gibi. Metrelerce derinliğini görebildiğin, tertemiz, mavinin her tonunun mevcut olduğu, ne çok soğuk, ne çok sıcak, tam kıvamında bir denizi var oraların. O Yüzden yine orayı seçtim. Seveceklerinden çokta emindim. Benim üçüncü gidişim olacaktı. Internetten gösterdim, tamam dediler. Heyecanla ilkbahardan beri uçacağımız günü, 11 Eylül'ü bekliyorlardı. Daha çok A. Hergün internetten gideceği yerlere bakarak, geçireceği tatilin hayalini kurarak yaşıyordu.

11 Eylül geldi çattı. Sabah, Bern gar'ında buluştuk. Trenle Havaalanı'na gideceğiz. Tabi ben uyuyakaldım, A. telefon ederek kaldırdı beni. Gittiğimde onlar buluşma yerinde bekliyorlardı. Üçümüzde küçük bir bavul var, ama E. küçük bavul dışında birde büyük bavul almıştı yanına. "Hayırdır? Temelli mi gidiyorsun" dediğimde, aynı soruyu A. dan'da duyduğu için sanki biraz sinirliydi. Açıklamasını yaptı tekrar banada. Meğer orada Suriyeli mülteciler görürse onlara verecekmiş. Tamam, güzel, anlaşılır. A. Olan demiş ki, buradan oraya taşıman gerekmiyor, buradada var mülteciler onlara verebilirsin. Tamam, o'da doğru. Birde bana anlatınca, dedim ki, anlayışın güzel, ama bizim gideceğimiz rotada göremeyebilirsin, burada'da verebilirdin deyince, birini bulurum elbet dedi. Tamam dedim, sen bilirsin.

Uçağa bindik bir öğlen vakti, İstanbul aktarmalı Dalaman uçuşuşumuz 15 saat sürsede hazırız buna. E. Farkında mısınız, 11 Eylül'de uçuyoruz, dedi. Evet, dedik farkındayız A. ve ben. Korkarak yaşayamayız. E. nin Dünya meseleleri ile ilgili konularda biraz ürkek davrandığı dikkatimi çekmişti. Sadece bireysel yardımlarda bulunup vicdanını rahatlatıyor, nedenleri hakkında hiç kafa yormuyor, diye düşündüm.

Uçakta çok manyakça şeylerle gülüp, güzel bir yolculuk yaptık. Hani biri anlatsa, "bunlara mı güldünüz, çok salaksınız," diyebileceğim şeyler. Ama oluyor işte bazen böyle şeyler. Istanbul'da 6 saatlik bir bekleme süremiz vardı.  Dedim, bu saati burada bekleyerek geçirmeyelim, Yeşilköy veya Florya'ya gidelim. Tamam, dediler. Yeşilköy'e gittik. Çok güzel zaman geçirdik, akşam Dalaman uçağına yetişmek için tekrar döndük. Biraz fazla erken dönmüşüz, o da yine onların kültüründe olan dakik ve zamanından önce hareket etme anlayışı yüzünden. 
 Fakat bu Türkiye'de geçerli olmadığını anlatamadım onlara. Neyse biz saat 23 gibi Dalaman'a vardık. Bizden 1 saat sonra İstanbuldan gelecek uçakta, diğer yakınlarımız vardı, ve onları beklemeye koyulduk. Dalaman havalimanı yani Dışhatlar kısmı, çok güzel. Dışarı çıkıp, çam ağaçları altında kafe var. Ama kafedeki fiyatlar havalimanı fiyatı. Bir küçük şişe bira 25 lira. Anasının dini, dedik, almadık tabi. Birer küçük su aldık, sanırım fiyatı 5 lira falandı. Biz çantamızdan çıkardığımız şarabı içtik. Sabahın 8 inden beri yolculuk halindeyiz, gece 23 olmuş, biz hala Selimiye yolculuğuna hazır dimdik ayakta ve çok mutluyuz. Çamların altında çekirge sesi eşliğinde. Bir saat sonra diğer yakınlarımız geldi, büyük, güzel bir araç kiralamışlar, 7 kişi Selimiye'ye doğru virajlı karanlık yollarda ilerledik. Gece 3.30 gibi Selimiye'ye vardık. İn cin top atıyor, içimden "getire getire buraya mı getirdin bizi" diye düşünüyorlar mı acaba diye geçirdim. Bizim otele girişimiz 12 Eylül, biz 11 Eylül gecesi gelmişiz ve bir şekilde sabahlamamız gerekiyor. Bunu bildiğimiz için, THY den üstümüzü örtmek için aldığımız örtüleri yanımıza aldık. Dönüşte bırakırız niyeti ile. 

Selimiye girişine park ettik. Biz Perşembe Kadınları, o örtüleri alıp sahildeki şenzloglara, pufuduk minderler üzerine uzandık. Diğerleri arabada kaldı.  Yarım ay tepemizde, denize vuran karşı otelin ışıkları ve köpek sesleri vardı. E. uzanır uzanmaz horlamaya başlamıştı. Ben ve A. Uyuyamıyorduk. Belki heyecandan, belkide biraz serin olduğundan. Ama uzanmak bile yetiyordu bize. O havayı, o sessizliği sessizce kıyıya vuran denizin sesi, ve uzaktan gelen köpek sesleri her zaman duyduğumuz sesler değildi. İkimizde o a'nı soluduk, dinledik ve hissettik hiç konuşmadan. Sabah aydınlanmadan ezan okunmaya başladı. Türkiye'de olduğumu hissettiren başka bir duygudur bu benim için, Isviçreli Arkadaşlarım için kesin çok daha farklıdır. Sabah ezanını ben çok severim. Hüzzam Makamında bir Hüzünlü bir şarkı gibi gelir bana. Yine hiç ses çıkarmadan dinledik. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu, ve güneş tam karşımızda duran dağın ardından ağarmaya başladı. Güneş'in doğuşuna tanık olacaktık. Tam 24 saatir uykusuzduk ama yorgunluktan eser yoktu ikimizde. Üçüncümüz E. hala horlayarak uyuyordu. Biz E. ile birlikte Sabah 7.30 da kalacağımız otele doğru yürüdük. Malum artık çişimizde gelmişti. Otel sahibini zaten 3 yıldır tanıdığım için doğru mutfağa gittik. Derdimizi anlattım, dedim sahilde sabahladık, bize bir kahve verin. Keşke arasaydınız, sizin oda Öğlen boşalacak ama, siz kalacağınız bir oda verebildik. İşte Selimiye'nin bu turist avcısı, olmayan güzel insanlarını, insanlığını seviyorum. O Yüzdendir son dört yıldır oraya gidişim. Ama bu yıl artık Selimiye'yide kaybediyoruz kaygım oluştu. Küçücük Selimiye'yede iki Migros, bir Carrefour SA açılmış. Küçük esnaf zor durumda. Önce direndim, fiyat farkı olsada biralarımızı küçük marketten aldım. Ama sanırım sahibi değişmiş, her gittiğimde farklı bir fiyat alınca, 7 lira istediği bir birayı Migros'tan 4.25 bulunca kapitalizme yenik düştüm. Kapitalizm böyle bir şey işte, hiç bir şeye zorlamaz seni, ama ipe ipe gidersin. Kendine ihtiyaç duydurur, zorlamasada almak zorunda kalırsın. Hele teknolojide kaçınılmaz bir durumdur. Tabiki bunların farkına bir kez daha Selimiye köyünde vardım. Fakat tatildeydim. Bunların çelişkisini yaşayacağım yer değildi. Üstelik yaşasam ne olacak? Kendiliğinden gelen kominizim, sosyalizim, kapitalizim, emperyalizm'e ne kadar kafa tutabilirim. Bunun farkında olan hepimiz yeniğiz bu sisteme. Kapitalizm hepimizi esir almiş durumda. Kolaylık sağlarken, esir alıyor. Bu böyle. Kitaplarımızı bile onların ürettiği kindle de okuyouz. I-phonlarımız. I-Mac lerimiz, I- bilmem nelerimiz? Yeniğiz açıkcası. 

Ama benim yazacaklarım Perşembe kadınlarının Selimiye tatiliydi. 
Eh, oda bi sonraki yazıya kalsın. Saat gecenin bi yarısını geçmiş durumda, ve uzayacağa benziyor. Uzun yazıları pek kimse sevmiyor kanısındayım. Zira bunu söyleyenler oldu. O Yüzden burda bir Virgül koyup, sonra devam edeyim. Çok ilginç şeyler oldu.. Perşembe kadınlarına nasıl nazar değdi?