Sayfalar

25 Mayıs 2014 Pazar

Perşembe kadınları İstanbuldaydı..

Istanbula dogru ucuyoruz...
Altı ay önceydi.. Bir Perşembe buluşmamızda bir kaç günlük İstanbul seyehatini konuşmakla kalmadık, hemen otel ve uçak rezarvasyonunu yapmıştık bile. 
16 Mayıs cuma sabahı tren istasyonunda buluştuk.. Geciken tabiki yine bendim.  Tren neredeyse  hareket ekmek üzereyken son adımımı atarak yetiştim desem yeridir. Restoran bölümüne geçtik.. Havaalanının içine kadar giden trenimizde sabah kahvelerimizi Antonella ısmarladı.. Ağzımız kulaklarımızda, İstanbul gezimiz başlamıştı bile.. Rahat rahat uçağımıza bindik.. Keyifli bir yolculukla Istanbula indik. Beyoğlu'ndaki otelimize yerleştik. Otelde çalışan Trabzon'lu Miraç abi çayını öve öve bitiremedi.. Hatta benden iyi çay yapan yoktur diye abarttı.. Söylediği kadar varmış.. Herşeyi ölçülü yaparmış.. Bardağa ne kadar dem girer, ne kadar su girer sadece kendi bilirmiş.. Miraç abi zayıf ve kısa boyuyla, yüzündeki derin çizgileri ile iyi hoş, ama siyaset konuşmamaya karar verdim, yoksa bana çok antipatik gelecekti. Soma olaylarına bakış açısı hoşuma gitmemişti.. Kaza olarak bakıyordu, bu kadar tam tama ne gerek var diyordu.. Tartışmak gereksizdi.. 
Mirac abi'nin çayini içerken..
Ilk akşam bizi heyecanla bekleyen canım arkadaşım Ayça'ya davetliydik.. Istanbulun gece ışıklarına tepeden bakan ve geniş bir ufku olan,
insana enerji veren, o kocaman terasında güzel bir masa hazırlamıştı. Biz şaraplarımızla gitmiştik, ama Rakı içtik, martı sesleri eşliğinde.. Ben zaten biliyordum, ama Elisabeth ve Antonella bayıldı oradaki atmosfere. Onlar bile rakı içti.. Sonra Imza:ben kitabının tanıtımına Ayça gitmişti benim yerime, ve kitabım kendisine teslim edilmişti.. O kitabı verdi o akşam elime.. Çok mutlu oldum.. Elimle yaprakları hızla çevirdim.. Bazı imzalar gördüm.. Masada herkes Almanca bildiği için tercüme edilmeden sohbet akıp gitti. Aynı hızla zamanda tabi... Gecenin bir yarısı otelimize geri döndük.. Zaman kısaydı, ve çok yer gezmek istiyorduk.
Bir kac sayfasinda iki mektubum bulunan kitaba nihayet kavustum:)
Sabah 9.30 gibi Tünel'e yürüdük.. Ayça'da hemen geldi zaten.. Karaköy Namlı' da keyifli, güneşli, denizli, güzel bir kahvaltı yaptık.. Ardından yürüyerek Eminönü, Mısır Çarşısı, kapalı çarşıya geçtik.. Ayçanın sıkı pazarlığı ile 800 liralık deri çantayı 500 e alan Antonella çok mutluydu. Sonra Sultan Ahmet camii, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı'nı gezdik.. O kadar çok yürüdük ki, Elisabeth'in dizi iflas etti.. Topallayarak yürüyordu.. Otele yürümek imkansızdı. Taksi ile otelimize gittik.. Miraç abimiz yine çayı ile bekliyordu bizi. O yorgunlukla o çay daha bir güzel geldi. Sonra İstıklal caddesine yürüyerek Nevizadede yemek yemek istiyorduk. Polislerin arasından geçerek gittik oturduk Keyif restorana. Yine zaman su gibi akıp geçti.. Her konuda konuşabilmek ne kadar güzel.. İsviçreli arkadaşlarım " du hast eine goldige Freundin" (altın değerinde bir arkadaşın var)  dediler.. Dedim herkesin hayatında bir Ayça olmalı:) 

Biz yine otelimize gittik.. Gecenin bir yarısı ergenler gibi, ota boka gülüyorduk.. Hani bir gülme krizi gelirde durdurmazsın ya kendini, ama içi boştur, bi başkasına anlatsan anlayamaz ya, işte öyle bir krize girdik.. Ağızlarda diş fırçası, harflerin belli olmadığı bir konuşma şekli ile, "yayın hava nası olcakki" sorusuna ben elimde telefon, meteo bildirisine bakıyorum, ooo, diyorum 23, 25 hatta 27 olacakmış Bern'de.. Antonella, diş fırçasını ağzından çıkarıyor, şöyle sağa doğru eğilerek, harflere basa basa, "hallo, Bern beni şu anda zerre kadar enterese etmiyor, İstanbul'dan haber ver" diyor.. Ben gülmekten yerlere yatıyorum. Bern'de kar, kış, tipi, tufan olsa umrunda değil. Istanbulda olmaktan müthiş keyif aldılar.. Kıkırdayarak uyuduk yine.. Sabah onlar erken kalkıp aşağıda Miraç abinin kahvesini, çayını içerken en son ben kalkıyor, hazırlanıp aşağıya iniyorum.. Pazar sabahı yine tünel girişinde buluşuyoruz Ayça ile. Taksi ile istikamet Piyer Loti.. Kahvaltı.. Bi anda Cansu beliriyor orada. Kucaklaşıyoruz.. Yine güzel bir kahvaltı.. Acelemiz yok.. Sonra program devam.. Balat'a gidiyoruz.. O güzel sokaklarda başımız yukarlarda evlere hayran kalıyoruz. Bazı evlere Suriyelilerin yerleştiğinide görüyoruz. Bir sürü fotoğraflar çekiyorum.. Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinde soluklanıyoruz biraz. Oradan sonra Çarşamba'ya geçiyoruz. Sanki başka bir dünya.. Bütün kadınlar çarşaflı, erkekler sakallı, şalvarlı.. Kısa kollu giysilerimizi kapatmaya yelteniyoruz.. 
Balat Sokaklari..
Tarihi Fatih sarmacısına yönlendiriyor bizi Ayça.. Şöyle tatlı görünümünde bir somun gibi duruyor.. Zaten tatlıyla aram olmayan ben, ne kadar lezzetli olabilir ki diyorum..  Bir dilim denemek istiyoruz. Ama hepimiz bu lezzete bayılıyoruz.. Hakikaten çok güzel bir tad. Duvarda Vedat Milör'ün fotoğrafı kaliteyi artırır gibi duruyordu.. 
Sarma Tatlisi
Hemen ardından Karaköy'e balık pazarına iniyoruz.. Çok salaş bahçe içinde bir restorana oturuyoruz.. Her türlü balık çeşidini istiyoruz, ve herkes herkesin porsiyonundan yiyebiliyor.. Çokta ekonomik bir yer.. Bizim avrupalılar bayılıyor buraya.. Tekrar gitmek istiyorlar ama bir türlü zaman ayıramıyoruz;) 
Karaköy Balik pazarinda bir lokanta..
Karaköy'den Galata'ya doğru yürüyoruz. Kamondo merdivenlerine hayran oluyorlar bu sefer. Galata'ya geldiğimizde kule için sıraya giriyoruz. Ama maalesef kapandığını öğrenince dibindeki çay bahçesinde yine yorgunluk çayı çok iyi geliyor.. Bi ara Elisabeth tuvalete gidiyor.. Dikkatimi çeken, hiç bir yerde tuvalete yanlız gitmiyor.. Bu güvensizliği aslında beni rahatsız etsede, hiç tanımadığı bir ülkede olmasının tedirginliğini anlayabiliyorum.. Onunla bende gidiyorum.. Telefonumu sürekli wc lere düşürdüğüm için dikkatliyim.. Cebimden çokarıp elimde tutuyorum.. Çıkışta lavabonun önüne koyuyorum.. Sonra biz masamıza gidip, çay içip sohbet ediyoruz.. Aradan zaman geçiyor, biri gelip, telefonunu lavaboda unutan varmı deyince, telefonu hemen tanıyorum, sağ elimi sineme sertçe vurarak, "beeeenn" diye bağırıyorum.. Hemen kardeşim Serpil aklıma geliyor. "Senin kaybettiklerin hep tıpış tııpış arkandan gelir, seni bulur" der.. Bu sefer hak verdim. Masadaki herkes, avrupalılar bile şaşırdı bu olaya.. Bense gurur duydum ülkemin güzel inanlarıyla. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Tabi daha çok telefonumun beni bulmasına:)) 

Sonra hep birlikte Asmalı Mescide gittik.. Benim arkadaşlarım, Ayçanın arkadaşları, hepsi ya Almanca, ya İngilizce biliyorlar. Benim avrupalı arkadaşlarım kendilerini evinde gibi hissettiler.. Ve her konuda konuşabilmeleri herkesin çok hoşuna gitti. Yine su gibi aktı gece.. Herkes evine, oteline dağıldı..

Pazartesi 19 Mayıs.. Soma dolayısı ile milli Bayram iptal. Buda birilerinin zaten işine gelmiştir. Benim işime gelen tarafı tatil olduğu için Ayça'nın çalışmayacak olmasıydı. Biz yine Pazartesi sabahı Adalara gitmek için Ayça ile Kabataş iskelesinde buluştuk. Hedefimiz Büyükada, Heybeliada, Burgazada idi.. Ama o gün müthiş bir kalabalık vardı.. Büyükadada fayton kuyruğunda beklemek istemedik.. Yine yürüyerek Aya Yorgi manastırına kadar yürümek istedik.. Kan ter içinde tepeye ulaştık.. Güzel bir çam ağacı altında bir yer bulduk.. Yanımızda getirdiğimiz buz gibi şarap hala soğukluğunu koruyordu. Iki saate yakın oturduk orada, o çektiğimiz eziyete değdi. Perşembe kadınları büyükada tepesinde buluşmuşlardı.. Üstelik bu sefer 3 değil, 4 kişiydiler.. Tarifsiz mutluydular.. Neler konuşmadılar ki? Ağaçtan, böcekten, çiçekten, kadından, insandan, dünyadan vs. Ben bi ara "genç bakış" programında Tekin Gürsel'in bir açıklaması aklımda kalmıştı, onu sordum. Öğrencilerden biri "sizde, iktidar olursanız ağaçları kesecekmisiniz"diye soru sormuştu. Tekin Gürsel şöyle bir cevap vermişt, "hayır, sadece kavak ağaçlarını keseceğiz, hiç bir Avrupa ülkesinde yoktur, çevreye zarar verdiği için sadece kavak ağaçlarını keseceğiz" demişti.. Bunu bilmiyordum.. Dikkat ettim hakikaten yoktu.. Kenara doğru açılan kavaklar var ama diğer selvi, uzun kavaklardan hiç görmemiştim. Onu sordum, evet dedi isviçreli arkadaşlarım. Çevreye zararlı bir ağaç. Bir şey daha öğrenmiş oldum. 
Oysa bizim köyde çok var kavak ağacı.. Çokta severim. Hele rüzgarda o yağlı yapacakların çıkardığı ses. Üzüldüm kötü bir ağaç olduğuna.. Yine zaman su gibi aktı oradada..
PE-kadinlari cekirdek kadro..
persembe kadinlari istanbul ayagi 4 kisi olduk:)
Geri dönüşümüzde akşam olmuştu. Taksimi ve gezi parkınıda görmek istiyorlardı. Geçen yıl Haziran ayında Avrupa tv lerinde epeyce yer almıştı.. Haberdar idiler.. Ağacı vs doğayı seven arkadaşlarım gezi parkı protestolarına katılanları alkışladılar. 

Sonra hayatında hiç döner kebap yemeyen Elisabeth döneri tatmak istiyordu.. Ayça bizi hayal kahvesi karşısındaki "melekler dürüm house"a götürdü. Bende Türkiye'de ilk kez dürüm yiyecektim. Hepimizin hoşuna gitti. Orada otururken eşimin tanıdığı tiyatrocu bir arkadaş geldi.. Birlikte yine Nevizadeye gittik. Tanıştik, sohbet etik., Ertesi gün bir oyunlarının olduğunu, gelirsek çok mutlu olacağını söyledi.. Arkadaşlarıma söyledim. Hiç bir şey anlamayız ama gelmek isteriz dediler. Ama tiyatro için giysi getirmediklerini söylediler.. Tiyatrocu arkadaşım istediğiniz kıyafetle gelebilirsiniz dedi. Tiyatroya normal giysi ile gidilir mi hiç diye şaşırdılar önce, alternatif bir tiyatro deyince hoşlarına gitti.. 

Artık son günümüzde Ayça işteyken bende onları istiklal caddesine götürdüm.. O dükkan senin bu dükkan benim girmedik yer kalmadı. St.Antonius kilisisende ilginç bir şey oldu.. İçeri girdiğimizde ayin anına denkgeldik.. Ayin Türkçe yapılıyordu.. Elisabeth ve Antonella anlıyormuş gibi iki elini önlerinde tutarak gözleri kapalı bir şekilde dinliyorlardı. Ne anlattığını aşağı yukarı biliyoruz dediler.. Orgel eşliğindeki müziği can kuşağı ile dinlediler.. Ayinin sonunda, insanlar sırayla papazın önüne gitti, ekmeğe benzer yuvarlak bir şeyi ağızlarına atıyordular.. Ne yapıyorlar dedim, ekmeği simgeleyen o gofrete benzeyen şeyi paylaşıyorlar herkesle dedi.. Bizde şimdi sıraya girsek bizede verirler mi, dedim. Tabi, herkese deyip, gel sıraya girelim dedi.. Elisabeth önde, ben ortada, arkada Antonella sıraya girdik. Sıra Elisabeth e gelince papaz ona, katolikmisin diye sordu. Evet yanıtını alınca verdi o gofreti.. Yada ekmeği.. Sıra bendeydi. Aynı soruyu bana sordu. Katolik değilim dedim.. Türk müsün dedi, evet dedim.. Veremeyiz dedi.. Tamam dedim.. Antonella'ya hiç sormadan verdi.. Gözünden anladı herhalde katolik olduğunu. Sonra çıkışa doğru giderken, papaz konuşma yapıyordu.. Elisabeth, bak şimdide dua yapılıyor dedi.. Papaz Türkçe konuştuğu için anlayabiliyordum, hayır dedim, dua falan etmiyor, bizim saygısız davrandığımızı söylüyor.. Şöyle diyordu, yabancıların Türkçe konuşma aksanıyla mikrofondan "biiiz bu ayi-ne çok değer veriyoruz, bu ekmeği katoliklerrr, dişinda kimse yiyemez, lütfen başka dinlerrre saygilii olaliimm" 
Bunu onlara tercüme ettim, iyice köpürdüler.. Böyle bir şeyi ne gördük nede duyduk, ilk kez kilisemden ve dinimden utandık, dediler.. Ve bu durumu buradaki bir kilise defterine yazacaklarını söylediler.. Insan ayırmakta neymiş, din ayırmakta neymiş. Onca camiye girip çıktık,bir kenarda katolik olarak namaz kılsaydık hiç bir din görevlisinin bizi uyaracağını düşünmüyoruz dediler.. Hakikaten çok sinirlendiler.. Bütün gün bu konu onları çok meşgul etti.. Yaktığım mumada lanet olsun, bağiş yaptığım parayada dedi Elisabeth.. Ben o kadar takmadım aslında, sadece mikrofondan tekrar etmesi üzdü biraz.. Bizi deşifre eder gibi. Biz eğlence amaçlı yapmadık bunu, ve saygısızca bir şeyde yapmadık.. İşte böyle.. Son günümüz biraz gergin geçti.. Onlar bu duruma, bense başka durumlara biraz gerildik.. 

Akşama Ortaköye gittik.. Kumpirlerimizi yedikten sonra Afife Jale sahnesindeki "Göğe Bakan Adam" oyunlarını izledik.. Oyun sonunda, Sahnede tiyatro yönetmeni, öğrendiğim kadarı ile iki isviçreli kadın izleyicimiz varmiş, ne anladılar bilmiyorum ama bizi çok mutlu ettiler diye alkişladılar.. 
Sonra hep birlikte sahneye davet edildik.. Fotoğraflar falan çekildi. 
Afife Jale Sahnesindeydik:))
Ardından Ortaköy'de Ayça ile son gecemizde boğaza nazır bir yerde final yaptık.. Kucaklaşak, ağlaşarak ayrıldık.. 

O gece sabaha kadar oturduk otelimizin önünde, diğer yabancı otel konukları ile.. Kilisede yaşadıklarını bir kez daha anlattılar orada..  Diğer dinlerden olan herkes şaşırdı bul olaya.. Ama hepside hem otelden, hem Istanbuldan, hem insanlarından, hem havasından, hem denizinden, hem martılarından, hem simidinden olağan üstü bir övgüyle bahsediyorlardı. "Biraz insanlık öğrenin lan" dedim tabi içimden:) Sevindim tabi bende, çok fazla böbürlenmeden. 

Uçağımıza binip Zürih'e gelmiştik bile.. Trende yine restoran kısmında final yaptık. Buz gibi bira içerek.. İstanbul diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Herkese tavsiye edeceğiz, ama St. Antonius kilisesinin yanından bile geçmeyin diyeceğiz dediler:)  Doyamadılar.. Daha Anadolu yakasına hiç geçmediler.. Yine gitmek istiyorlar.. Bundan böyle THY ile yolculuk yapacaklarınıda eklediler. Antonella swissair de hosteslik yapmış biri olarak çok sevdi Türk hava yollarını. 
Böyle geçti bizim 5 günlük tatilimiz.. Bi dahaki tatil planını trende yapmaya başladılar. Dedim, bi dakka, bi dakka, şımarmayın, tadında bırakın:))

Buradan bir kez daha Ayça'ya bütün zamanını ve yüreğini bize ayırdığı için çok çok çok teşekkür ediyorum.

Istanbul çok güzelsin..

11 Mayıs 2014 Pazar

Bizim başımızada geldi..

Sıkıntılı bir hafta bir hafta idi. Aklımıza bile gelmeyen başımıza gelince afalladık, sinirlendik, üzüldük, gerildik, olamaz dedik, olmamalı dedik.. 

Deniz eve geldiğinde, "olamaz anne .. Anne neden? Neden benim başıma geldi" diye bir elini yumruk yapıp diğer elinin avucuna hızlı hızlı vuruyordu.. Ne oldu oğlum, sakin ol, anlat, herşeyin bir çözümü vardır diyorum ama, "yok anne, yok yok, yok" diyor başka bir şey demiyor.. O sinirli haliyle anlattı, ve bende anlamaya çalıştım.. 

Mart ayında girdikleri İngilizce sınavları kaybolmuş.. Allah Allah dedim içimden. Hemde burada, İsviçrede? Ama inanmaya devam ediyorum. Büyük ve son sınavdı, artık İngilizce dersimizde yok iki aydır, tekrar girmek istemiyorum, ayrıca başka önemli sınavlarım var, diye bir sürü nedenler saydı. Ertesi gün gazetede çıktı haber. Hakikaten ciddi bir olaymış.. "Bern'li öğrencilerin sınavları kayıp" diye bir başlık..  BZ gazete haberi

İngiltere Cambridge Enstitüsü'ne DHL ile gönderilen sınavların bazılarının ulaşmadığı, ve kaybolduğu yazıyor.. Bern ve çevre okullardan 111 kişinin sınav kağıtları kayıp.. Bunlardan 24 öğrenci Deniz'in Okulu'dan ve biri bizim Deniz.. Başka gazetede başka bir şey yazıyor. Kimi öğrenciler burnundan soluyor, kimi iyi oldu, zaten çok kötü geçmişti diyor.. Deniz burnundan soluyanlardan.  Kimi neden İngiltere'ye gönderildi, İsviçre'de yokmu yetkili bir enstitü diyor.. Kimi, sınavlar neden hafızalanmadı diyor.. Kafam allak bullak oldu..  Belli ki, Deniz'de  çaresiz ve yardım istiyor.. Bu duruma maruz kalan diğer veliler ne yaptılar veya ne yapacaklar bilmiyorum ama biz senin yanındayız dedik, bu senin suçun değil, hakkını arayacağız.. Bir hukukçuya danışacağız, bir sürü şeyler yapacağız.. Çünkü biz haklıyız. Ama, her zamanki sakin halimi koruyarak, "öfkeyle kalkan, zararla oturur" mantığını güderek, adım adım gidelim, dedim. Önce okul rektöründen randevu alalım, birinci ağızdan işin doğrusunu bir öğrenelim, bizde sıkıntılarımızı anlatalım, konuşalım. E-posta ile randevu istedik.. Hemen ertesi güne davet etti bizi.. Eşim haksızlık karşısında hiç bir şeyi gözü görmez, hakkını sonuna kadar savunan bir kişiliğe sahip olduğu için yolda giderken kendisini uyarıyorum. Biz haklı durumdayız, önce dinleyelim.. Tamam, diyor. Deniz'de yanımızda, 1 saati aşkın
bir süre toplantı yapıyoruz. Randevu talebimize hemen cevap verdiği için teşekkür ederek başlıyorum konuşmaya.. Malum konu için buradayız, Deniz olayı anlattı, daha sonra basından öğrendik, Deniz'in motivasyonu sıfır, burada sorumlu olan kim, okul mu, DHL mi yoksa Cambridge enstitüsü mü? Kim bu olayı üstlenecek? Ve en önemlisi Deniz'in  moralini kim düzeltecek.. Sınav tekrarını kesinlikle istemiyor, diyorum. 

Bizi can kulağı ile dinliyor, ve başlıyor durumu anlatmaya.. 

Sizi çok iyi anlıyorum, sorununuzu derinden hissediyorum diye söze başladı.. Bu sınav okul dışında yapılan "Business english" Cambridge sertifikasi ile tanındığı için sınav soruları o enstitü hazırlıyor ve sınav sonuçları orada (İngiltere) değerlendiriliyor. Biz sadece aracıyız, öğrencileri toplu bir şekilde bu sınav için kaydediyoruz.. Ücretli bir sınav. Ve bu sınavlar zaten bizim okulda yapılmıyor.. Biz her sınavı kayıt altına alıyoruz. Bu sınavı ve tarihi İngilteredeki o enstitü belirliyor. Bizim okuldan 24, diğer okullardan 87 öğrencinin sınav kağıtları DHL tarafından hiç ulaşmamış zaten Ingiltereye. Okulumuzun sorumluluğu olmadığı halde, öğrencilerin kaygıları benimde kaygılarım oldu, ve bi olaydan sonra İngilteredeki o enstitü ile görüşmelerim oldu.. Bu öğrencilerin sizden haklı talepleri olacaktır, buna hazırlıklı olun, ve bu öğrenciler için ücretsiz sınav tekrarını, ve nerede ise aynı soruların olmasını, ve çok bekletmeden sınav sonuçlarının açıklanmasını, hatta ilk sınavın ücretinin %20 sinin iadesini istedik, artı okulumuzda hocaların sırf bu sınava yönelik ek ders vererek öğrencileri motive ediyoruz dedi.. 
Bu olayı duyduğumuzda bizde çok üzüldük, sinirlendik dedi. Istisna bir durum, ama olay olmuş artık, en iyi nasıl çözebiliriz ona baktık dedi.. Zaman çok kısıtlı, çocuklarımızın geleceği için bu sertifikaya ihtiyacı var, bunuda en iyi bu şekilde çözebiliriz, dedi.. Ben ikna oldum. Okulun sorumluluğunda olan bir durum değil.. Benim için asıl önemli olan Deniz'in ikna olmasıydı.  Oda rahatladı.. Bu sınavı tekrarlamaktan başka seçeneği olmadığını gördü.. Ayrıca hocaları ek ders vererek bu sınava hazırlamalarıda moralini biraz düzeltti.. 

17 Mayıs tekrarı olacak.. Her şerde bir hayır vardır, diyerek belkide çok daha güzel bir sonuç alırız, diye umuyorum.. 

Böyle durumlar ilk anda sıkıcı olsada, konuşarak, anlayarak, anlaşarak aşılacak şeyler.. Hele çok daha geniş bakıldığında olaylar küçülür ya. Öyle yaparım hep. Nijerya'da kaçırılan 200 ün üstünde kız çocukları var, ve hala bulunamayan.. Ve daha niceleri.. Gündemi takip eden herkes biliyor, çocuklarla ilgili daha nice kötü olayları. Böyle geniş bakıncada nasıl küçülüyor olaylar değil mi?