Sayfalar

30 Ekim 2016 Pazar

Çürüyoruz...

Bi çok şeyin farkındayım. Hep deriz ya, eski bayramlar, eski komşuluklar, eski dostluklar.. Hep bir özlem geçmişe. Hepimiz farkındayız aslında yeni bir çağa girdiğimizin. Eski Alışkanlıklarımızın yok olup gittiğinin. İnsanlığın dışında alışkanlıklarımız, ananelerimiz yok olup giderken "biz nasıl böyle olduk derken" bile değiştiğimizin. Hepimiz birbirimizi suçlarken, aslında o çürümüşlük kokusu hepimizden geliyor. Her şey o kadar yüzeysel yaşanıyor ki? Akıllı telefonlarda biz oyalanırken atı alan Üsküdar'ı geçiyor. Biz yine akıllı telefonlardan kutluyoruz, bayramı, seyranı, ve dahi "şehitleri" artık o kadar alıştık ki. O kadar alıştırıldık ki. Her gün bir kaç Şehit! Güya analar ağlamayacaktı. Her gün ağlıyor ülkemin anaları. Şehit anaları ağlıyor, Cumartesi anaları ağlıyor, kadınlar ağlıyor. Çocuklar ağlıyor. Şort giyen kadın ağlıyor, Kocasından ayrılmak isteyen kadın ağlıyor, tecavüze uğrayan çocuk ağlıyor, her şekilde analar ağlıyor. Güvensizlik almış başını gitmiş. Hiç kimse kimseye güvenmiyor. Kimi Kürtlere güvenmiyor, kimi türklere, kimi sosyal demokratlara güvenmiyor, kimi sosyalistlere, komünistlere kimse inanmıyor demiş bir arkadaşım. Ben daraltıyorum bu çevreyi. Komşumuzla be akrabamızla bile ayrı düşüyoruz artık. 
Böylece hepimiz yalnızlaştık. Yalnızlaştıkça birbirimize sarmaya başladık. Akıllı telefonlar esir aldı çünkü. Artık karşılıklı konuşamıyorsak, karşımızdakine saldırmalıydık. Herkes herkese tanımadığı halde saldırarak mastürbasyon yapıyor. Git sokaklara. Bak en son çare olarak CB bile, sokaklara çıkın dedi 15 Temmuz gecesi. Demek ki neymiş? Özgürlük sokaklardaymış. Gerçi biz çıkarsak tomalar, akrepler kol gezer sokaklarda o başka. 
Sessiz kalmak kabullenmek değil elbet, sadece sosyal platformlardan cumhuriyeti anlatmak günümüzün islami faşizmine anlatmak bana basit geliyor. 
Dini yücelterek diğer bütün değerler yok edildi. "Herşeyin başı eğitim" eğitim diye yayınlanan spotları bile kendi düşüncereri için yaydılar. 
Bilmiyorum, herşeyi meta haline getirildiğimiz bu evrende nasıl yaşayacağımızı? Artık bir insan değil ürün haline geldik. Bakınız tv yarışmalarına. Bu Türkiye'de daha abartılı olsada dünya tv lerinde hep aynı. Rekabet halindeyiz. Yaşamak için birbirimizi öldürebilir haldeyiz. Evet korkunç bir hal aldık, ama farkına varmamak için uğraşıyoruz. Çünkü farkına varırsak kendimizden utanırız. Mutsuzluklarımızda aslında kendimizden gizlediklerimiz. Farkındayız aslında bir çoğumuz. Ve o yüzden mutsuz. Hani kuyruğunu yakalamaya çalışan köpek gibi. Veya dolap beygiri gibi.. 
Velhasıl çürümüş bir toplumuz. Çürümüş  bakterilerden oluşanlar nasıl olur hiç bilmiyorum. 

26 Ekim 2016 Çarşamba

Sonbahar, Pazar, Celile.. Pazar Gününe ait bir yazı..

Buralarda havalar bi öyle bi böyle. Bir gün güneş gözümün içine içine işliyor, diğer gün ise, sisten perde oluyor. Mevsim ne kış, ne yaz, nede bahar. Mevsim sonbahar. Böyle zamanlarda evin sıcaklığını yaz sanan salak sinekler giriyor balkon kapısından. Sesleri yazı hatırlatıyor diye affetmiyorum tabi. Vurdum mu yapıştırıyorum alimallah. Hiç vicdan azabı çekmediğim tek canlılar bunlar, sinekler ve sivrisinekler.

Bugün pazar. Sisli havada balkondan baktım şöyle uzaklara. 30 metre görüşüm uzak olmuştu. Belli belirsiz ağaçları görüyordum. Kışa soyundukları için doğanın onları gizlediğini düşündüm gülümseyerek. Niye utanıyorsunuz ki? dedim içimden. Hep içimdem konuşurum doğa ile. Doğal olmayan şeyler utanç vericidir, düşüncemi yaydım sis aralığından. Ama o bildiğini okudu. Bütün gün sis hiç kalkmadı yaşadığım bu şehirde. Pazar kasveti ile daha ağır gelmedi. Bilakis, doğa gibi bende kozama çekilip pazar bitmesin istedim.

Bizde öyle değil miyiz? Gün gelir üzülür ağlarız, gün gelir coşar güleriz.. Ağlayışımızı saklarızda, gülüşümüzü anlatmak, göstermek, paylaşmak isteriz hep. Ama gülüşümüzü bile çok görürler. Susarız, eğer kendimizi biliyorsak. Biz kendimizi bildikçe onlar daha fazla sustururlar.

Hepimiz bir bedeninin içine sığdırıldığımız kişilikleriz. Kimimiz sığıyoruz bu bedene, kimimiz sığamıyoruz. Biz daha bedenimize sığamazken, biri geliyor üzerimize bir elbise giydiriyor. Bu sefer bedenimin içi başka, dışı başka oluyor. Ya giysim bana dar geliyor yada bol. Oysa ben içimide yaşamak istiyorum, dışımıda. Yaşayamıyorum tabi. Yaşadığım kadarı ile mutlu olmaya çalışıyorum bu sefer.

Küçük şeyler yapıyorum ben mutlu olabilmek için. Üç haftadır evde yoğurt yapıyorum mesela. Bir haftada bir tencere yoğurdu tüketiyoruz. Her öğün yoğurt yiyebilirim. O kadar çok severim. Kocam ve ben yiyoruz sadece. Bizim gençler ezelden beri süt, yoğurt ve peynir yemezler. Oysa beslenmelerine düşkünler. Bugün, peki siz kalsiyumu nerden alıyorsunuz, diye sordum. Su'dan alıyorum dedi Taylan. Sonra benim yaptığım yoğurdu tatmadığı için benim üzüleceğimi düşünmüş olmalı ki, bir kaşık yoğurt aldı, mhhh güzelmiş, dedi. Ama ikinci kaşığı almadı. Bende görmemizlikten geldim. Zorla yenmez hiç bir şey. Zorla ne olmuş ki? 

Eğer yaşasaydı, yoğurt mayalamaktan mutlu olduğumu  nineme anlatsaydım eğer, ağzıyla değil burnuyla gülerdi. Benim ninem, evet kıçı ile değil, böyle durumlara burnu ile gülerdi. Burnu ve genzi ile. Birde başını ya sağa ya sola çevirirdi alaycı bir şekilde. Genetik bir şey herhalde, ben ve kardeşlerimde böyle acayip şekilde güleriz bazen. Peki ninem neden gülerdi? Çünkü onun için yoğurt, peynir, tereyağı yapmak günlük yapılması gerekendi. Bunu lafı bile olmazdı. Ama günümüzde öyle mi? Teknoloji çağında yoğurt yapmak mutlu ediyor işte beni. 

Fotoğraf çekmek çok mutlu ediyor birde. Gördüklerimi herkes görsün diye instagrama yöneliyorum. Hergün bir bir fotoğraf yüklemezsem fotoğraflarıma ayıp etmiş gibi hissediyorum. 

Ben çok kitap okuyan biri değilim. Utanarak yazıyorum. Ama hiç okumayan biride değilim. Bir yılda yüz küsür kitap okumam mesela. Bu çok daha azdır. Dolayısı ile kitaplardan söz etmem mesela.. Bir kitap oluyorsam doya doya, hissede hissede okumak isterim. Okurken, kitapta adı geçen insanların, ne hissettikleri, nasıl yaşadıkları, akşam yemeğinde nasıl bir masada oturdukları, ne içtikleri, radyoda ne dinlediklerini hissedebiliyorsam, işte o kitap benim için bir dünya oluyor. Bu hissi "Ela Gözlü Pars Celile" Kitab'ında yaşıyorum. Nazım Hikmet'in bebekliğini, annesini babasını, yaşadığı dönemlerini bu sonbahar günlerinde okumak beni yaşadığım kentin dışına taşıyor. Bitmesin diye ağır ağır okur musunuz sizde bir kitabı? Bitmesin istiyorum. Celile'yi çok sevdim ben. 1902 lerde üstelik. Nazım Hikmet'in bebekliğini okumak hoşuma gidiyor. Nazım Hikmet boşuna Nazım Hikmet olmamış. Yada Tesadüfen olmamış. Bence öyle olması gerekmiş zaten. Etrafında hep, ressamlar, şairler.. Ama azda acılar yaşamamış hani? Işte bugün benim bedenim Bern'deydi ama ruhum Selanik'teydi. Sonra İstanbul'a gitti Celile ile birlikte. En son bilinçsizce yürüdüğüm Beşiktaş, Akaretler yokuşunda, yeniden dolaştığım bugün bu kitapla. Ama bilinçli oldu bu sefer. Akaret ne demek onu öğrendim. Akaret, kiraya verilerek gelir kazanılan ev, dükkan gibi konutlara denirmiş. Ben bir kitap okurken öğrenmeyi seviyorum. Örneğin, Serenad Kitab'ında Struma gemisini öğrenmiştim. Kristal gece yi keza o kitapta öğrendim. Oysa kristal geceyi bilmeyen yokmuş. Ama Struma gemisini bilmeyen çokmuş. 

Sonbahar benimde doğa gibi içime gömülme mevsimim. Güzel bir kitap yakaladım. Mutluyum. Yoğurt mayalar gibi mutluluyum. Beynimi mayalıyorum az mı? Birde kedim olsaydı ayak ucumda horlayarak uyusaydı tam bir sonbahar olurdu. Du bakalım!! :))

22 Ekim 2016 Cumartesi

Ah başıma gelenle...

Ah başıma nele ge'di nelee! Yaşlı gadınım ben. Gafam herşeyi götürmüyo galan. Bi ayağım çukurda, bi gözüm toprağa bakıp duru. Yalınız başıma şu goca evde galıyom, uşakla, torunla hep gırda, bayırda. (gurbette) 
Bazı bazı insan bir ses bir nefes olsun isteyo tabi. İsteyoda, emme bu gadarda değil. 

Akşam namazının farzını gıldım, son iki sünnetine başlayım derken bi cırgıltı goptu dış kapıda. Pencereye gafamı bi uzattım, baktım Samanla Köyünden, Cümbüşlerin İbrem oğlan, garısı deli Selme, çoluk çombalak giribatla gapıdan. Artık Namazın farzını gıldım deye, sünnetini gılmeyiverdim. Seccademi gatladım, yeşil tesbihimide yeleğimin iç cebine godum. Kapıda garşıladım misefirleri. 

Zehraaba, neppatsınız ( nasılsınız, ne yapıyorsunuz) bir ziyaret edem dedik dedi İbrem oğlan. Buyrun, buyrun iyi ettiniz, hoş gediniz, Sefa gediniz, dedim.  Misefir gibi varmı? Misefir ağırlamak pek sevap, böne öğrendik biz. Garı goca, birde beş dene çocuk. Kedi gibi vığır vığır çocuk yapmış bunla. Çocuk yapmakta ne va? Onları büyütmek emek iste. Bunla saldım çayıra mevlan gayıra hesabı. Cocukların beşide birbirinden haşarı. Biri raflara çıkmaya çalışıyor, biri sedir altlarına girmeye çalışıyo, biri kapı golunda sallanıyo, biri burda bişey yok, televizyon bile yok, illede eve gidem deye ağlayo. Gocagaroyın ben, ne olacak evimde? 

Akşam vattı, yimek iste. Misefir bereketiyle gelir hani. Hemen bir ev makanası yaptım, keşli cevizli, bide taze tarna çorbası yaptım naneli. Sufrayı gurmama deli Selme yardım etti güya mıyır mıyır. Bi çatal götürüyo, geliyo tekrar bi gaşık götürüyo. Hele bak! Guru galabalık etme, işini erişli argaçlı yapmaycasan git otur, ayak altında bayrı dolanma, dedim. 

Içinde çorba olan gurşaneyi (küçük tencere) sufradaki mavi el işi örgüsü olan tencere altlığının üstüne godum. Ev makanasının üstüne dökmek üçün gara tavada tereyağı gızartoyodum. Ne güzel gokuyo derken ameden (aniden) gene bir cırgıltı goptu. Birez önce çocukla cincombalak (takla atmak) gurubatlarıdı. Aşam vattı (akşamvakti) bir şey olacak olacak deye garnım sırtıma yapışıp duruyordu, gorktuğum başıma gedi. Cincombalak gurakan sen sufraya çarp, çorbayı dök, bi ayağı tencerenin içinde, ağlayıp duru. Aklımı fıydırayazdım bişey oldu deye. Allahtan üstüne başına gememiş. Gorkudan ağlayomuş. 

Bunla iki elinnen bi çüklerini doğrultamazla. U gada beceriksizle. O çocuk sufraya düşünceye gada siz nepiyordunuz? Garı-goca birbirlerine girdiler. Selme, gollarını göğsünün üzerinde birbirine doladı, soruttu yüzünü, sufraya bile oturmadı. Sufrayı kaldırmaya galmadı, biz gidem dedile. Galktıla gittile. Ben goca sini ev makarnasınıynan galagaldım. Parısını kediye veriyom, parısını kendim yiyom bir haftadır. 

(Mudurnu şivesi ile atmasyon kısa hikaye denemeleri) 


20 Ekim 2016 Perşembe

Görmemişin Mimi olmuş. Tutmuş pi....


Dört yıldır yazıyorum ben bu Akşam Sefası adlı bloğuma. Ilk blog alemine girdiğimde bazı bloglarda mimlenmişim diye yazılar çıkardı. Bu mim olayı nedir ki? Derdim. Orda burda okuyarak anladım. Ama bu güne kadar hiç mimlenmedim. Ilk kez Ayna Hikayesi mimemiş beni. Yazılarımızdan tanıyoruz birbirimizi, ve samimi geliyoruz birbirimize. Belki bir gün karşılarız biryerlerde. 
Başlayım o zaman ben cevaplara. 

1. NASIL BLOG YAZMAYA BAŞLADINIZ?

Yazmayı hep çok sevdim. Okumaktan daha çok sevdim. Bir yerlere hep yazdım. 89'lardan 99'lı yıllara kadar günlüklerime yazdım. Hala dururlar. Sonra bıraktım. Facebook ta notlarım diye uygulama vardı, sonra oraya yazdım. Yazılarımı okuyan arkadaşlar, dostlar, tanıdıklar sen bu kısa öykülerini yazmalısın dediler. Abartmayın, dedim. O zaman blog yaz dediler. Sorumluluğu büyük, ne yazayım oraya?  Ben sanıyordum ki, herkes beni okuyacak, ciddi olmalıyım, güzel şeyler yazmalıyım, edebi olmalı falan diyerek, bu seferde ben abartmıştım. Amaaan;  Sanki Times dergisine makale yazacaksın, ne kastın kendini be! Dedim, kendi kendime.  Sonuçta kişisel bir blog işte. Yaz gitsin.. 2012 den beri yazıyorum bloğumda, kendi kendime. Ara sıra yazdıklarımı okuyanlar çıkıyor. Bir yorum bırakıyor, yazılarından anlıyorsun fikrini. Yakın fikirlere sahipsek bir arkadaşlık bile gelişebiliyor. Sanal'da  olsa ilerleyebiliyor bazı dostluklar. Örneğin, Macera Kitabim blog yazarı ile bir isviçre gezilerinde tanıştık. Sonra ben İstanbul'a gittiğimde görüştük. Sanaldan öteye gitti mesela. 
Sonra Fermina var, yine blogcular arası kartlaşma etkinliği yapılmıştı. Ve ben Fermina ile eşleşmiştim. Hala yazışırız. Geçen sene Ankara'da yaşanan 10 Ekim  patlamasından sonra biraz sekteye uğradı bizim kartlaşmalar. Benim daha sık yazmam lazımdı. Biliyorum. 
Sonra Van daki çocuklar için ilmek ilmek örme projesi vardı yine blog aleminde. Bere, atkı, eldiven örmüştük. Öremeyenler satın almıştı. İçime çok sinen bir etkinlikti.
Sonra, kadınların yazdığı mektuplardan oluşan üçlü bir kitap çıktı. Bunu yine blog yazarlarından gördüm. "İmza Kızın", "İmza Karın" ve sonucusu olan "İmza Ben" Kitapları çıktı. Son kitapta iki mektubum var. Bunlar güzel şeyler. Iyiki açmışım blog. Binlerce takipçim olmasın zaten. Beni anlayan ve okumak isteyen okusun. Sonuçta kişisel blog. Belki ilerde torunlarımın torunları okur, hakkımda bilgi sahibi olurlar falan. 
Evet, uzattım.. Çok pardon.. Görmemişin bir mimi olmuş, tutmuş pipisini koparmış:))


2. BLOGUNDA DAHA ÖNCE YAZMADIĞIN BİR TARZDA YAZACAK OLSAN BU NE OLURDU?

Ahh, sorma. Bazen keşke anonim bir blog açaydım, bildiklerimi dökeydim dediğim olur. Öyle hikâyelerim var ki; şaşarsın. Valla bak. 
Birde, Mudurnu şivesi ile yazmayı çok seviyorum. Mudurnunulu Fatma Ninenin Günlüğü var, internette falan görebilirsiniz. Yazarı ile tanıştım, Mudurnuda. Onun gibi yöresel hikayeler yazmak isterdim. 

3. BLOGLARDA OKUMAYI EN SEVDİĞİN KONULAR NELERDİR?

Konu ne olursa olsun, samimi ve içten olan yazıları çok severim. Okurken yazanı hissedeyim isterim. Rahat yazan ile kendini kasanı hissederim ben. Kendini kasan benide kasar. 

4. HAYATTA EN ÇOK YAPMAK İSTEDİĞİN 3 ŞEY NEDİR?

Bu soruya nasıl cevap versem ki? Hayallerim mi tüken miş, yoksa hayat olduğu gibi mi güzel?  Ben var olanla yetinip mutlu olmayı severim. Bir şey isterim, "du bakalım" derim. Ve o olur. Hemen olmaz ama bi ara olur. Ve ben bunun farkına varır, "anladım seni hayat, çaaaak" derim. Biraz fazla sabırlıyım. 
Ama yapmak istediklerim var, hani şu İsviçre'nin sembolü olan Matterhorn dağı var, işte oraya gidip o dağı fotoğraflamayı çok istiyorum. Ve oraya giden Dünya'nın en yavaş giden hızlı treni olan "Glacier Express" Treninde masalsı bir yolculuk etmeyi çok istiyorum. Dünya'nın en yavaş hızlı treni cezbediyor beni. Hem yavaş, hem hızlı, vay anasını! 
Matterhorn. Foto internetten.
Iste bunu ben cekmek istiyorum..

Glacier Express, Dünyanin en yavas giden hizli treni
Foto internetten.. 

Spontane gezileri seviyorum. Neresi olursa olsun. Fotoğraf çekebileyim. Bu bir tutku bende. Çok seviyorum fotoğraf çekmeyi. Daha güzel bir objektifim olsun çok isterim mesela. Bu arada instagram adresim @seryal1. Herkese açığım. Isteyen göz atabilir.
Ortam güzel olursa, ve bana keyifli gelirse işte en mutlu olduğum andır, nerede olursam olayım. Bu an'larım daha çok olsun isterim. 
Birde bir gün kedi anası olayım istiyorum. Olacağım biliyorum. O günü bekliyorum. Buralarda yokki sokakta başı boş gezen kediler, yada bakıma muhtaç. Hepsi sahipli. Böyle kendiliğinden gelen bir şey olsun, ben seçmeyim istiyorum. 

Başkada öyle ekzotik yapmak istediğim bir şey yok. Sağlığım yerinde olsun, yeter. 

Böyle işte. Ilk mimim bu benim. Ben kimi mimlesem? Aslında bi çok kişi var. Ama cesaret edemiyorum, kim yapmak ister? Mim olayına sıcak bakmayan bir yığın blogger var. Artık onlar doymuş mim'e:)  Oysa birbirini tanımak adına güzel bir şey. İsteyen herkes, ve beni okuyan herkes mimlenmiş hissedebilir. Yapmak isteyen yapar. İstemeyen yapmaz. 

Herkese selam olsun.. 

18 Ekim 2016 Salı

Balık Baştan Kokar..

Sadece Pencereden disariya baktim...
Bazı atasözlerini çok severim ben. Bir cümleye dünyalar sığar. Örneğin; "İmam osurursa, cemaat sıçar" atasözü. 

Bugün bir çok yerde Kürk Mantolu Madonna ile ilgili haberleri gördüm. Hem acı, hem komik, hem düşündürücü, hem her birşey işte. Ne gülebildim, ne ağlayabildim. Bakakaldım. Şaşırmış gibiydim ama şaşırmadım. Bu bir ilk değil çünkü. O kadar alıştım ki ben ülke saçmalıklarına, bu sanki ilkmiş gibi tepki gösterenlere şaşırdım. Ha, tamam tepki göstermek gerekiyor belkide. Belki bu başka cahilliklerin önüne geçilmesi adına. Ama bugüne kadar ne cahilce açıklamalar yapıldı bu ülkeyi yönetenlerin ağızlarından. Gazetecilerinden, sanatçılarından, hukukçularından, siyasetçilerinden, ilahiyatçılarından, valilerinden, televizyonda kendini bir şey sananlardan.. 

Bugünkü bu Kürk Mantolu Madonna olayı, günümüz Türkiye'sinin bire bir benzeri. Değerler birer birer yok edildi, hala edilmeye devam ediyor.  Hele hele sanata ve edebiyata hiç tahammülleri yok. Heykeltıraşların eserlerine ucube dendi, yıkıldı.. Bazı Şehir tiyatroları kapatıldı. Biri çıktı, Shakespeare'in gerçek adı "Şeyh Pir"dir dedi. Sonra, roman, şiir ve film sigara bağımlılığı yapar diye küçümseyen yine bu ülkenin koskoca CB si idi. Ve buna benzer bir sürü şey. Bilinçli ve istikrarlı şekilde yaptılar bunları. Tv ler zaten allahlık. Yahu bir dizi 3 saat sürer mi? Bir kaç yıl önce yanlış hatırlamıyorsam dizi Oyuncuları bu uzun çalışmalar hakkında isyan edip şikayetçi olmuşlardı, ve günümüz hükümeti buna bir el atacaktı sanki diye hatırlıyorum. Evet, el atmış, dizi saatleri dahada uzatılmış. Akşam haberlerinden sonra bir başlıyor, gece yarısına kadar. Kaliteden eser yok. Gündüz evde olmadığım için izleyemiyorum, (iyiki mi desem) ama dahada korkunç şeyler oluyormuş demek ki! Amaç insanları tv lerde basit yayınlarla uyutmak. Dini programlar, basit dedikodu programları, 3 saatlik diziler, yarışma programları.. Cahillik diz boyu. En üstten en alta kadar. Herkes her şeyi biliyor. Muş gibi yapıyor ama. 

Bugün bir çok yerde o videoyu izledim. Hakkaten trajikomik. O programdaki bu talihsiz konuşmaları yapan kadını tanımıyorum, hiç izlendim daha önce. Bu gün bir kaç kez izledim o videoyu. Vücut diline bakıyorum, Sözlerini dinliyorum bir uyumsuzluk var. O kitabi okuduğunu söylüyor ve diyor ki;  "böyle sana anlatabileceğim, altını çizebileceğim" bir şey yok gibi bir şeyler geveliyor. O kitabi okuyan o kitabın konusunu unutmaz. Çünkü insanın içine işleyen bir romandır o. 1943 de Madaonna var mıydı? Diye soruyor birde. Sonra kıvırıyor, günümüz Madonnasına uyarlancaktır, falan diyor. 

Sadece acı acı gülebildim. Hiç bir yerde bununla ilgili yazmadım. Bir sürü yazanlar oldu zaten. 

Ben yine atasözlerine sığındım. "Balık baştan kokar" dedim, "imam osurursa, cemaat sıçar" dedim. Başımı sağa sola salladım falan. 

Insan her şeyi bilemez. Bilmiyorum, okumadım, görmedim, gitmedim, yapmadım, diyebilmek neden bu kadar zor ki! Bizim toplumda herkes her şeyi bilir, ne hikmetse? Biliyormuş gibi yapmak kadar ayıp bir şey yok bence. O yanlış bilgisini bilmeyene aktararak bilgi kirliliği yaratacak. Bilmiyorsan konuşmayacaksın!!! Öğreneceksin. Ve doğru kaynaklardan. Nokta!!!!

Bak sevgili okuyucu ne anlatacağım? Ben severim kendimle alay etmeyi. 

Bilmiyorum kaç yıl oldu? En az bir 8-9 yıl olmuştur bu olayı yaşayalı. Sinoplu bir arkadaşım memleketine gitmişti. Sinop cezaevini geziyormuş. O zamanlar whatsapp yok, SMS le yazışıyoruz. Nasılsın, diye yazmıştım. O da bana, iyiyim, Sinop cezaevini geziyorum "Sabahattin Ali'nin sana selamı var" diye cevap vermişti. Ben, kim olaki bu Sebahattin Ali? dedim kendi kendime. Evli kadınım, tanımadığım bir adam bana niye selam gönderiyor, diye düşündüm o ara. Ama arkadaşımada soramıyorum kim bu Sabahattin, bana niye selam gönderiyor diye:)? Neden sonra eşime döndüm dedim ki; Sabahattin Ali yi tanıyor musun? Şahsen tanımıyorum, ama kim olduğunu biliyorum dedi. Ve anlattı bana. Ben tabi yerlerin dibine mi girsem, buharlaşsam mı o arada her şeye razıydım. Çok utanmıştım. Sonra bunu arkadaşıma anlattım bi ara görüştüğümüzde, gülmekten yarıldı. Ve bana "Kürk Mantolu Madonna" yı hediye etti. Kısmen ince bir kitap, ama içeriği baya kalın. Ve ben her satırını okurken utandım kendimden. Yani bende bilmiyor ve tanımıyordum bundan 8-9 yıl önce Sabahattin Ali'yi. Ama öğrendim. Tanıdım. Ve çok sevdim. 

Bu gün bu muhabbet dönünce sosyal alemlerde, bu anımı hatırladım. Bende bu kıt aklımla gayet güzel tv programı yapabilirim ülkede dedim:) Öyle basit ve sıradanki her şey. Ne kızabiliyorum, ne gülebiliyorum nede üzülebiliyorum!! 

Daha dün yada önceki gün, BB açıklama yapıyor yayvan yayvan, başkanlık sistemi savunma adına.. "Bir arabaya iki Şoför olmaz" algıya bak. Yani bir araba var Türkiye'de. E hani hukuk bağımsızdı. Etti iki araba. Ee yasama yürütme vardı hani. Etti üç araba. E üç arabayı bir Şoför nasıl kullanacak? 
Ya bırak ben neye tepki vereceğimi bilemez oldum. 



16 Ekim 2016 Pazar

Asıl Konu Kadındı..

Sigirino köyü
Kadın.. Kadın doğuştan suçludur, diyorlar. Öyle değil. Bunu sadece aşılamış, kodlamışlar bize. İşin kötüsü biz kadınlarada.. 

Bu yukarıdaki paragrafı buldum taslaklarımda. Ya başlayıp bırakmışım, yada bi yerde okuyup not almışım bilmiyorum. Bu akşam instagramda bir fotoğraf paylaştım. O fotoğraf itti beni bu yazıya.

Bir önceki blog yazımda Tessin gezimden bahsetmiştim. Şimdi ise o gezinin detaylarını, inceliklerini, gözümden kaçmayanları yazacağım.

Gittiğimizde köyü gezdirdi arkadaşım. Küçücük köyü gezerken tüm ara yollar yumurta gibi taşlarla döşeli. Arnavut kaldırımı değil daha farklı. Küçük küçük tümsekleri olan. Yani sadece düz ayakkabı ile dolaşalıbilinen. Dikkatimi çeken şey ise o dar yolların arasına düz taşlar döşemişler, kadınlar topuklu ayakkabıları ile yürüyebilsinler diye. Sonuçta köy yeri, topuklu ayakkabı giyilir mi? Ama olur ya, bi gelen giden olur, bir düğün dernek olur, belki giyinip kuşanıp kiliseye gitmek olur, bu ince ve güzel bir düşünce bana göre. 
Sonra yaşlı çiftler gelmişti hani akşama. Erkekleri bir kibar, bir kibar.  Eşinin sandalyesini çekmeler, önce kapıdan onun girmesini sağlamalar, erkeğide kadınıda aynı içecekleri içmeleri, içerken birbirlerinin gözlerine hala sevgi ile bakmaları. Şömineyi sadece bir kibrite bakan, yakmaya hazır odunların üstüne  gazete kağıdını kibritle yakmak için bir sanat eseri gibi hazırlamak, bunları yapanın hep evin erkeğinin yaptığına tanık oldum. Böyle şeyler dikkatimi çeker benim. Öyle vıcık vıcık bir kadın erkek sevgisi değil. Aşkım, aşkitom, gibi basit kelimelerle sevgi kavramı iyice basitleşti zaten. Birbirlerine isimleri ile hitab ediyorlardı mesela. Severim. 

Ha, İsviçreliler hep mi güzel yaşamış. Hiç mi hata yapmamışlar? Yapmışlar elbet. Hiç bir ülke masum değil. Çıplak ayaklı çoçukları var mesela, hatta çok yakın tarihe tekabül ediyor. Bununla ilgili bir film var "Der Verdingbub" diye hatta. Gerçek yaşam öykülerinden. Çok acı. Hala tam olarak yüzleşemiyor isviçre bununla. Tazminatlar ödeniyor o insanlara özür mahiyetinde. Hatta ve hatta İsviçre'de kadınların seçme ve seçilme hakkı 1970 lerde olmuş. Türkiye'de bu 1930 larda. Bu güzel bir şey.. 
Sonuç ne peki? Bugünün Türkiye'sinde kadının değeri nerede? Kadın kahkaha atarak gülmemeli, kadın hamile sokağa çıkmamalı, kadın şort giymemeli, kadın börek yapmasını bilmeli vs. gibi gibi.. Bunları söyleyenler devletin ileri gelenleri üstelik. Yeri gelince kimseye pabuç bırakmazlar ama. Herkes kendisine baksın, oralarda kadına seçme hakkı daha yeni verildi gibi böbürlenmeler falan. Evet bu bir ayıp. Ama ondan sonra nereye ilerlemiş o ülkeler, ve 1930 ların Kadınları nereye gerilemiş? 

Her zamanki gibi"Cennet anaların ayağı altında" diyerek dini kullanarak kadınları evlere hapsetmeye çalışıyorlar. Kadınların doğurganlıklarını kullanarak. En az 3-5 diyerek. Bırakta buna ben karar vereyim. 1 mi 3 mü 5 mi? Ha birde şöyle bir şey yumurtlamıştı, "doğurmayan kadın yarımdır" gibi. Ee bu anlayışa göre madem cennet anaların ayağı altında, anne olamayanlar direk cehennemlik mi? Ya, nasıl insanlar tarafından yönetiliyor bu ülke? Benim aklım şaşıyor hakkaten. Yine açılış merasimleri diyerek gittiği her yerden seçim gibi mitingler yapıyor. Birde şu höykürek konuşması yok mu? Bu gün bir tanıdığımın şu yazısını gördüm. Hep güzel yazar zaten. 

"Aç tavuk düşünde kendini darı anbarında görürmüş"
Türkiye'nin hali de öyle. Hayaller emperyalizm gerçekler sömürge kapitalizmi.
AKP adlı organize yalan makinası mensuplarınca fırıldak siyasetiyle uyuşturulmuş,hasta edilmiş bir kitle mevcut. İşte bu kitle hayali savaşlar kurgulayarak uçuşa geçeceğimizi,dünyaya ayar vereceğimizi sanıyor. Kendilerine aynı dili konuştukları bir figür de bulmuş olan bu kitle ülkeyi uçuruma sürüklediğinin kıdım farkında değil.
Uyandırma servisi özelliği körelen sol da durumu kurtaramıyor.
Musul'du Halep'ti derken Diyarbakır gidiyor. Para babaları için "no problem" o servetlerle dünyanın her ülkesinde 1.sınıf hayat sürerler. Olan yine her zamanki gibi yoksula,garibana olur.
Giren kazığı çıkarmak bir kaç nesili telef eder.
Bu kadar absürt bir dönem şimdiye dek hiç yaşanmadı. Aç tavuk sendromunun varacağı yer "dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktır"  Bulgur torbasını fareler kemirmiş,yolda hepsi döküldü haliyle. Henüz torbayı taşıyanlar farkında değil.
Son söz olarak bir uyandırma zili daha çalalım.
Emperyalizm dediğiniz, bizim ülkenin bir yıllık toplam varlığının sadece bir şirkete ait olduğu düzendir. Adamın yolda giderken donunu çıkarırlar farkına bile varamazsınız. Ayrıca sizin uzunun zaafı çok,emperyalizm zaaflı efeleri çok sever. Tam armut piş ağzıma düş durumudur onlar için zaaflı lider,düşünmeyi unutan halk,milliyetçilik gazıyla içi geçmiş topluluklar....Henüz biraz vakit var ya bu milliyetçilik uykusundan uyanıp zarardan döner bu kitle ya da emp. kerhanesine taze sermaye olur. Gidiş bu yönde. M. A. 

Konuya nerden girdim, nerden çıktım:) kafalar allak bullak olunca, allak bullak yazı çıkıyor tabi. 

13 Ekim 2016 Perşembe

Tessin Gezim..

Bazen bir değişiklik yapın; bırakın, yüreğiniz önden gitsin, zihniniz onu takip etsin! Böylelikle bakalım hangi güzellikler de sizin peşinize takılacak? Diye bir yazı okumuştum Tessin gezimizden önce.

Bu tür yazılar zaman zaman çıkar önüme, okur geçerim. Keşke öyle olsa derim. Kolaydı sanki? Peki kim belirliyor bunu? Yine biz. Yok, bunu yapmam lazım, yok, şunu yapmam lazım, olmaz, yapamam, diğer ev fertleri ne düşünür, bensiz ne yaparlar, nasıl yaparlar, diye bir sürü şey esir alır beni. Yani yarın başıma bir şey gelse, ölüp giderim iste, o zaman ne yaparlarsa şimdide onu yaparlar, değil mi? Illa ölmem mi gerekiyor? Bu sefer biraz farklı düşündüm. Yüreğim önden gitsin bakalım, dedim. Gitti.. 

Geçen Perşembe buluşmamızda arkadaşım iki günlüğüne "Tessine gidelim mi, hem hava çok güzel olacak, güzergah çok güzel, güzel fotoğraflar çekiyorsun, istediğin yerde,  dur dur bunu çekeceğim de, heryerde dururum" dedi. Ailesinin bir evi var orada, yazlık yada kışlık, her ikiside aslında. Ara sıra gider orada kalır ve dönerler. Isviçre sınırları içersinde ama italya'yanca konuşulan bir kanton Tessin. İtalya'ya sınırına yakın. 

Du bakalım, dedim. Bu benim sihirli sözcüğümdür. Bunu söylersem genelde olur. Baktım oldu:) 

Pazartesi sabah saat 9.00 da aldı beni evden. Iki kadın yolculuğu gibisi yok:) Konuşa konuşa gittiğimiz üçbuçuk dört saatlik yol iki saat gibi geldi. Üstelik yolu uzattık. Gotthard tünelinden değilde, üzerinden geçen gotthard pass denilen yollardan gittik. Hep istediğim bir şeydi bu. Birde Matterhorn Dağı var, ona öylece bakmayı ve fotoğraflamayı çok istediğim. 

Kıvrım kıvrım yollardan tırmandık araba ile. Küçük dağ köylerinden geçtik. Güneşli bir hava, ama dağlara tırmandıkça ısı düşüyordu. Bunu önceden hatırlattı bana arkadaşım, bende kat kat giyindim. Gerektiğinde üzerimden çıkarabilir, gerektiğinde giyinebilirdim. 

Şeytan köprüsünde (Teufelsbtücke) durduk. Arabadan dışarı çıktığımda buz gibi hava okşadı yanağımı. Görüntü muhteşemdi. Asla fotoğraflarıma yansıtamadım. Kocaman kocaman kayalar arasına irili ufaklı köprüler yapmışlar zamanında. Google'den bakarak tarihini yazmak istemiyorum. Daha önce bilmediğim bir şeyi biliyormuş gibi yazarakta sıkmak istemiyorum. Isteyen araştırabilir. Titreye titreye fotoğraflarımı çektim, sonra sıcak bir kahve içerek, ve bir sigara tüttürerek ısıttık içimizi. Sonra yola devam. Ilerledikçe çok daha güzelleşiyordu güzergah. Zirveye ulaştıkça beyazlaşıyordu ortam. Henüz sonbaharı tam olarak tatmadan biz aşağıda, kış mevsimine ulaşmıştık zirvede:) sanki heryere tozşeker yağmıştı. Güneş üzerine vurdukça gözlerimiz kamaşıyordu. Geçtiğimiz yolları fotoğraflamak istiyordum en tepeden. Bir yerde durduk. Ama daha güzel bir yer aramak için ilerledik. Bu sefer artık inişe geçmiştik. Ve o geçtiğimiz yollar geride kalmış, hiç göremiyorduk o geldiğimiz yolları. Ani bir U dönüşü ile geri döndü arkadaşım. Sırf ben fotoğraf çekeyim diye. Kar olduğu için o kıvrım kıvrım yolları o klasik görüntüsü ile yakalayamadım, ama yakalayabildiğim kadarı ve arkadaşımın o tavrı beni çok mutlu etti. 

Güneye doğru yolculuk ettiğimizden, Gotthard dağından veya tünelinden sonrası başka bir iklim, başka bir ülke sanki. Ben sanki İtalya'daydım artık. Isı 18 lere çıktı. Önce Lugano'ya gittik. Bir yerleşimde deniz, göl, nehir, çay, dere vs. geçiyorsa o yerleşke zaten artı güzellikte oluyor. İsviçre'nin denizi yok, fakat heryerinden su fışkırıyor sanki. Her kentinde mutlaka ya gölü ya nehri var. Lugano'ya vardığımızda üzerimdekileri çıkardım. Güneş gözlüklerini taktım. Sıcak bir sonbahar vardı. Lugano piazzada, pardon meydanında bir apero ısmarladı arkadaşım. Artık tamamen ona teslim ettim kendimi, İtalyan olarak ev sahipliğini üstlendi. Fakat gün bir türlü bitmiyordu. Onca yol geldik, onca güzel yerler gördü bu gözler, ama asıl hedefimiz olan arkadaşımın çocukluğunun geçtiği yere hala gitmemiştik. Lugano meydanında oturup bir şeyler içtiğimizde ona dedim ki, bu aynı benim köyüme gider gibi. Bende köyüme giderken, önce Mudurnu'ya giderim, bir konakta oturur bir şeyler içer, daha asıl gideceğim yerin heyecanını yaşarım. Ondada aynı duyguyu hissettim. 

Sonra kalktık, Lugano'nun güzel ve dar sokaklarını gezdik Oraya ait bir tatlı aldı. İşte ben bunuda Mudurnu'da aldığım Saray Helvası'na benzettim. Farklı ülkelerde yetişip, neredeyse aynı gelenekler diye düşündüm. 

Nihayet onların yaşadığı Köye doğru yol aldık. Yollar gittikçe daraldı. 15-20 dakika sonra vardık köy Meydanı'na. Sakallı bir dede yine diğer köy sakini ile konuşurken gördü kızının arabasını. Yüzünde bir gülümseme belirdi, ama dikkatlice diğer oturana yani bana bakıyordu bu kim ki diye? Arabadan indiğimde tanıdı beni. Sürekli davet ediyorlardıda ben gidemiyordum. Köy ortasında beni bekleyen ve kucaklayan amcam gibiydi sanki. Sonra Karısı Heidi çıktı kapı önüne. Benim üçüncü kızım gelmiş diye kucakladı beni. Bu karşılama beni çok duygulandırdı. Böyle karşılanmayı annemden göremezdim, çünkü çok erken gitti. Babam zaten allahlık. Ninem, ve Amcam böyle karşıladı beni hep köyde. Birde kayınvalidem böyle karşılardı beni hep böyle. Ben İsviçre'de Köye gitmiş gibi oldum. Farklılıkları vardı elbet. Ama farklılıkları ile güzeldi. 

Şöyle ki, Arkadaşımın ailesine o akşam Komşuları gelecekmiş. Mesela bizde biri geldiğinde özellikle hoşgeldine gidilir. Ama onlar bizim geleceğimizden habersiz sözleşmişler, akşam saat 6 da gelecekler. Köydede yaşasalar nede olsa Avrupa. Habersiz gelinmez. Biz eve gider gitmez arkadaşım aldı beni çevreyi gezdirdi. Evlerinin hemen ardında bir orman ve kocaman bir dere var. Sanki bizim Dımışkı, Kaş'ın arkası veya Kavakpınarı gibi. Hep böyle özdeşleştirdim ben. Sonra köyü gezdik. O bazı insanları tanıyor ve konuşuyor. Öyle mutlu. Aynı ben köyümde mutlu ve rahat olduğum gibi. Onu öyle güzel anladım ki. 

Hava kararmaya yüz tutunca eve döndük. Babası askılı pantolonu ve uçlu sigarası ile bizi bekliyordu kapı önündeki bağın altında. Oturdum onunla bir sigara yaktım. Antonella eve girip annesine yardım etti akşam gelecek koşuları için. Babası, iyiki geldiniz, evimizi şenlendirdiniz dedi. Bu arada Komşuları geldi. Tanıştık. Normalde İtalyanca konuşuyorlar. Ama Almanca'da biliyor bir çoğu. Eve geçtik. Evin babası şömineyi yaktı. Geceleri soğuk. Güzel bir masa kuruldu. Şaraplar farklı bir bardaktan içiliyor. Daha doğrusu kase gibi bir şey. Adı "tazzin" miş. Tas gibi geldi bana:) belki ben herşeyi bir şeye benzetmeye çalıştığımdandır. 

50 yılı aşkın arkadaşlıkları varmış. Bunu nasıl başardınız dedim. Sonra düşündüm bizim Köydeki insanlar belki daha uzun yıllardır komşu, arkadaş, dost. Var mı başka seçenekleri? Köyler işte bu yüzden güzel. 

Neyse, ben zaten yaşlı insanlarla sohbeti muhabbeti hep sevdim. Sanırım onlarda gençlerle sohbete hasret kalmış. E onlara göre gencim:) anam anam anam. Güya bir saatliğine gelmişlerdi. Kaldılar 4 saat. Şarapların biri geliyor öbürü gidiyordu. Ama hiç kimse banamısın demiyor. Su gibi şarap içiyorduk. Saygılarından hiç bir şey kaybetmediler. Sonra kendi üretimleri Grappa'lar çıktı. Hadi içelim. E içelim. Içtik. Güzel bir geceydi. Çok güzeldi. Komşuları giderken, yarın sabah saat 10 da kahve ve Grappa içmeye davet ettiler bizi. Hani eski komşuluklar gibi, biz size geldik eğlendik, sizde bize gelin der gibi. Söz verdik. Onlar gittikten sonra biz evde içmeye devam ettik. Ve hatta olmazsa olmaz köy dedikodularını yaptık:) 

Benim kafa hafiften dönmeye başlayınca yatmaya gittim. Giderken bir hal geldi başıma:) alt kata inen merdivenler biraz farklı. Bana onca dikkat et dediler. Bu yaşlı insanlar inip çıkıyor diye basite aldım herhalde. Son iki merdivene gelince yuvarlandım. Ahşap olunca yukardan duydular düşme  sesimi;) yukardan bi bağrış koptu. Ama ben hemen yukarı kalktım, "alles ok" diye seslendim. 
Bir süre sonra yattık. Sabah 10 a beş kala uyandık. Arkadaşımın anne ve babası saat 10 da o komşularına gitmişlerdi. Biz sonradan gittik artık. Güzel bir kahve yaptı evin Hanımı bize. Sunum 1950 ler gibi. Fincanlar müthiş. Ev dekorasyonu keza öyle. Evin yaşlı ve güzel adamı, ikide birde Grappa içermeyiz diyor? Hayır, diyorum bu gün değil, ama başka bir zaman mutlaka. Zaman sonra proseko (şampanya) Açıyor. Herkes içiyor, bende hayır diyemiyorum. Sabahın 10 unda şampanya içiyorum. Üstelik bu insanlar köyün ileri gelenleri, ve aşırı Katolik. Örneğin Köyde iki kilise var, biri onarımda, ama çanlarının çalması görevi bu komşularda. Dinlerinide yaşıyorlar, hayatlarınıda. Nasıl dinç, ve bakımlı insanlar. Ve misafirperver. 

Sonra eve geldik. Arkadaşımın babası Risotto yaptı. Tipik İtalyan yemeği. Mantarlı falan. Öncesinde beyaz şarapla kadeh tokuştuduk. Benim artık iyce nevrim ve midem döndü alkolden. Bu kadar akol bana fazla geldi. Başım, midem isyan ediyordu. Biz böyle geri dönüş yoluna çıktık. Bazen kendimi iyi hissediyordum, bazen çok kötü. Benim bu durumumu gören arkadaşım, o zaman o virajlı dağ yollarından gitmeyelim, tünelden gidelim dedi. Tünelden de gitsem midem allak bullak oldu. Allahtan kendimi kontrol edebilen biriyim. Bazen kusmamı kontrol edebilirim. Çok kötüydüm arabada. Elimde bir poşet bekliyorum. Ama ona rağmen dayanmaya çalışıyorum. Ilk mola yerinde durdu. Ben tuvalete gidip parmakladım Boğazımı. Sonra bir cocakola ve krakerlerle rahatlattım midemi. Yaslı gittim, şen geldim diyemeyeceğim. Şen gidip, yaslı döndümde diyemiyeceğim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Demekki onlar benden daha iyi içebiliyor. Sınırı bilmek lazım. 

Şimdi geride kalan o iki güne baktığımda güzel şeyler hatırlıyorum. 

Bunlarda foograflar..

Iste o Tazzinlerle icilen saraplar..


Sadece masada oturanlar degil nmasa üstünde tavana yakin olan toplukta özel üretim:)

Lugano meydaninda birer apero..


Seytan Käprüsü (Teufelsbrücke)
O tepedeki minik köprüyü gürüyor musunuz?

Bir isvicre köyü.. 


Kivrim kivrim yollar dedim ya...

Hala o kivrim kivrim yollar..


Arkadasimin anne ve babasi le karsilasmasi..

Köyde gezme..

Koyde gezme..
Iste böyle basladi zaten her sey:))

2 Ekim 2016 Pazar

1 Ekim'e Bu Kadar Şey Sığar mı?


Bugünlerde bir gariplik bir tuhaflık var. Bendedir herhalde bu tuhaflık diye geçiştiriyorum. Her zaman yaptığımız konuşmalar, espiriler gün geliyor fazla gelebiliyor insana. Böyle zamanlarda uzak durmayı, kalkan ediniyorum. Olabilir, diyorum. Insan denilen şey çok kompleks bi olgu. Bizi yöneten kendimiz olamıyoruz ki çoğu zaman.  Zihnimiz şöyle yap diyor, yüreğimiz böyle yap diyor, hormonlarımız yok o öyle değil diyor, zikrimiz bok yeme otur, diyor. Karşımızdaki insanda aynı duygular içinde ise al sana bir anlaşmazlık. O der, sen başlattın, bu der, sen başlattın. İki "sen" olmaz. İki veya daha çok kişi olunca "biz" olur. Bunu anlamayınca hala ben, sen dersek olmuyor. İşte böyle durumlarda susar ve uzaklaşırım. Belki sorun bendedir. Belki ben yanlış anlıyorum. Olamaz mı? Olur tabiki. Herkes böyle düşünse keşke, derim hep. Bi yandanda herkes böyle düşünse, ortalık güllük gülistanlık olur, ortada sorun kalmaz ve çok sıkıcı olurdu diye düşünürüm. Dedim ya karışığız. Kendimizi bile anlamıyoruz, kaldı diğeri? 

Hep bir güç gösterisi.. Ben senden daha güçlüyüm. Fizik olarak güçlüyüm, beyin olarak güçlüyüm, maddi olarak güçlüyüm, erkek olarak güçlüyüm, başkan olarak güçlüyüm, CB olarak güçlüyüm, ülke olarak güçlüyüm, devlet olarak güçlüyüm, hepimizde bir güç gösterisi. Sanırım bu normal bir şey. Çünkü taaaaaaa ana rahmine ulaşmaya çalışırken bile bir rekabet halinde değil miyiz? Güçlü ve hızlı olan kazanır!  Konu kapanmıştır!:)

Bambaşka bir konuya geçeceğim. Güzel bir konuya. Yani hem güzel, hem buruk. Japonlar'ın hem acı hem tatlı sosu gibi bir şey. 

Eskilerden kalma bi alışkanlığım var. Bu Avrupa'ya geldikten sonra her yıl olamadı. Bazen oldu. Hatta çok seyrek oldu. Oda şu. Takvim. Saatli Maarif takvimi. Bi keresinde kız kardeşim getirmişti ülkeden. Bir kezde ben almıştım. Artık çok teknolojik olduk ya, onunda aplikasyonu var. Sanal işte. Gerçeğini tutar mı? Takvim yapraklarının kokusu yok bi kere, yaprakları koparırken cırt sesi yok. Elinde tutamıyorsun o yaprağı.

Eskiden, akşam saatlerinde, gaz lambasını yaktıktan sonra, yine aynı duvarda asılan takvimden bir yaprak koparırdım ve nineme okurdum, ilkokuldayım, heceleyerek okuyorum, ilk heceyi okumaya çalışırken ninem diğer heceyi tamamlardı. Günün yemeği, tarihte olanlar, o gün doğanlar için bir erkek bir kız ismi önerisi, ertesi günü beklemek, ve yine koparmak. Sabrı öğrendik belki. Ertesi günü bekleyerek. Yeni bir şey öğreneceğim diye sevinmeyi. Basit şeylerden mutlu olmayı. Temmuz ayını beklemeyi mesela. Temmuz ayında gelirlerdi çünkü eski Almanya'ya giden misafir işçiler. Yani annem, babam ve hiç görmediğim kardeşim. 

Hakkaten eskiden Türkiyeli göçmenlere  "Gastarbeiter" misafir işçi denirdi. Şimdilerde kalktı bu kelime. Sanırım sosyal demokrat partili biri, "misafir gelir ve gider, artık 40 yılı aştı ve artık onlarda bizden oldu, burada hayatları geçti, çocukları buralı oldu, Göçmen demeliyiz" gibi bir şeyler söylemişti diye hatırlıyorum. Sözleri bire bir doğru olmayabilir, işte buna yakın bir şeydi. Elçiye zeval olmaz. Hakkaten yıllardır duymuyorum artık bu "Gastarbeiter" kelimesini. Bak işte yine lafın birini koyup öbürüne gittim. Ben başka bir şey anlatacaktım. 

İşte bugün 1 Ekim olduğunu gördüm. Annemin doğum günü. Onu düşündüm bugün sık sık. Annem yaşarken doğum gününü kutladım mı hiç, diye düşündüm. Hayır hatırlamıyorum. Değil ben, acaba herhangi biri doğum gününü kutlamış mıydı? Onuda sanmıyorum. Günümüzde bunu düşününce çok garip geliyor. Ama 36 yıl önce, 36 yaşında bu Dünya'dan göç eden bir Kadından bahsediyorum. Hiç yaşanmamış bir olayıda hatırlamak zor oluyor. 

Fakat öyle bir gün yada gece göç etti ki, unut unutabilirsen. Yılbaşı gecesi. O nedenle Doğum gününü hatırlamadığım zamanlar olurda, ölüm gününü hiç unutmam. Ki, unutmak istemiyorum. Ha, o akşam karaları bağlayıp oturmuyorumda. Hayatın devam ettiğinin bilincindeyim. Doğum gibi ölümde çok doğal bir şey. Biri tatlı biri acı. Alışıyorsun. Herkes için eşit. Eşitliği seviyorsan, ölümüde anlıyorsun. 

İşte benim annem artık toprak oldu. Toprakana oldu. Sanki yeryüzündeki beni/bizi elleri üstünde tutan gibi. Benim garip hallerimden biride, bir şeyleri bir şeylere benzetirim. Gökyüzünde bir bulut görürüm mesela, bir şekile sokarım. Ay'a bakarım hakkaten bir dedeye benzetirim. Belkide bu beynime böyle işlendiği için olabilir. Bu herkeste olabilir. Ama dolunayda görüyorum ben o gülen dedeyi hala kardeşim!  Yukarıdaki fotoğrafı çekerken tamda buydu. Aslında bu fotoğrafı bugün çekmedim, oluyor bir kaç ay. Ama çekerken düşündüğüm şey şuydu. Bir kızıl yaprak, toprak üstünde. Kadın dudağı gibi. Gülüyor gibi sanki. Üzerine iki papatya koydum. Annem oldu. 

Yaşarken kutlayamadım ama, şimdi şöyle doya doya "iyiki doğdun, iyiki bizi doğurdun, sağlıklı nice nice yıllara hep birlikte" demek isterdim. Cümle oturmuyor.  O zaman sadece, "iyiki doğdun, iyiki bizi doğurdun" diyorum. Ah benim güzel annem. Anneler güzeldir. Hemde çok güzeldir. 

Birde aklıma ne geldi bak!  Annem ölünce babam bi kaç yıl sonra evlenmişti. Gariptir onunda doğum günü 1 Ekim di. Oda göç etti. Öz anne gibi olmasada emeği vardır üzerimizde. Onunda doğum günü kutlu olsun. 

Her ikisinede varsa öte dünya diye bir şey rahat etsinler. Işıklarda uyusunlar.