Sayfalar

Gezi Notlarim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi Notlarim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2018 Cuma

Fas Gezim - Marakeş

Fez gezimizi sonlandırıp, otobüsle Marakeşe doğru yola koyuluyoruz. Akşam saat 21.30. Sabah saat 6 da orda olur dediler. Otobüsün en arka koltuklarını vermişler bize. Uyuya uyuya gideriz diyoruz. Otobüste yerliden çok turist var. CTM otobüsleri daha konforluymuş görece. Ah diyorum, nerde Türkiye’deki otobüslerin konforu nerde bunlar? Muavin yok, servis yok. En arkada olduğumuz için koltukları arkaya yatıramıyoruz. Ama önümüzdekiler bize doğru gaykılmışlar. Yerimiz daracık, bacaklarımızı nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Yorgunluk paçadan akıyor ama uyuyamıyoruz. Tam uykuya dalacakken saat 2 gibi mola veriyor. Mola yerinde tesis mesis yok. Bi tuvalet var o kadar. İniyoruz, bacak hareketleri falan yapıyoruz, arkadaşımın ayakları balon gibi şişmiş. Yeniden otobüse binip devam ediyoruz. Yine tam dalacakken sabah saat 4.30 da Marakeş terminaline yanaşıyor otobüs. Ee hani saat 6 da varacaktık? Sabahın zikinde Marakeşteyiz. Riad’a sabah 7 de giriş yapacağımızı öğrendiğimiz için bu otobüsü seçmiştik güya. Bi önceki yazımda söylemiştim, buralar böyle, yapacak bi şey yok, sinirlenmiyoruz. Terminalde kafe var, tanış olduğumuz diğer turistlerle o kafede nane çayı ve kahve içerek, bisküvi atıştırarak sabahlıyoruz. Garip bi şekilde hiç yorgun hissetmiyoruz kendimizi. Bazen çok ciddi konular konuşuyoruz, sonra ota boka gülmeye başlıyoruz. Çok gülüyoruz her şeye. Herkes nerden geliyorsunuz diye soruyor. İsviçre’den diyoruz.  Beni göstererek “ama sen İsviçrelilere benzemiyorsun deyince, Türkiyeliyim diyorum. O zaman yüzlerindeki gülümseme dahada büyüyor. Marhabaaaa, diyorlar. Türkiyelileri çok seviyorlar. Erdoğan, Erdoğan diyorlar. Yav, he he diyorum içimden. Bundan sonra her sorana Türkiyeliyiz diyor arkadaşım Antonella:)

Bi önceki yazımda unuttum yazmayı, Fez’deki dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen Karaviyyin camii’ne girerken bize izin vermedilerdi, müslüman değilsiniz diye, biz Türkiye’den geliyoruz, sen nerem diyon bacım, deyince buyur ettiler bizi içeri. İlk kez bi ülkede türkiyeli olmanın faydasını fırsata çevirdik. Diğer bütün “gavur” turistler, hele Çinli ve Japon’lar dışardan izliyordu.

Neyse, şu an Marakeşteyiz. Sabah aydınlanmaya başlıyor. Bazen çok dinç hissediyoruz kendimizi, bazen bitkin. Sabah 6.30 gibi ayrılıyoruz kafeden, taksi ile 20 Dirham’a anlaşıp Riadımıza yakın bir yere varıyoruz. Burada’da taksi giremiyor Medinaya. Telefondaki map ile buluyoruz yolumuzu. 5 milyonluk şehir uyuyor henüz. Marakeşin rengi pembe. Daha doğrusu somon rengine daha yakın. Yine daracık sokaklar, yine sarı sokak lambaları.. gökyüzü ağarmak üzere. Sürüdüğümüz bavulumuzun teker sesleri bozuyor sessizliği. Riadımızın ziline basıyoruz. Biraz geç açılıyor kapı, esneyerek ve uykulu gözler ovuşturularak. Ama gülen bir yüz var yine. İçeri davet ediyor bizi. Ve yine nane çayı. İçeri alıyor ama odamıza saat 12 de girebileceğiz. Çok güzel bir terası var, bol minderli ve sedirli.
Yayılıyoruz o minderlere. Ama uyku kartlaşmış, uyuyamıyoruz bi türlü. Bütün gece uyuyamayaşımızın garip bi hissi var ama hala dinç hissediyoruz kendimizi. Bari gezelim şehri, sonra bi yerde kahvaltı ederiz, sonra gelir odamıza yerleşiriz, duş alırız, belki bir iki saat uyur, sonra tekrar çıkarız diyoruz. Çıkıyoruz dışarı. Dakika bir, gol bir. Biri bize durup dururken yol tarif ediyor. Nereye gitmek istediğimizi nerden biliyorsun acaba? Neyse bizimde belli bi hedefimiz olmadığı için tarif ettiği yola doğru gidiyoruz. Bizimle gelmiyor, seviniyoruz. Demekki iyi bir insanmış. Para falanda istemiyor diye düşünüyorum. Yürüyoruz öyle. 10 dakika sonra yine karşımıza çıkıyor, motoru ile. Hayır, diyor yanlış gidiyorsunuz. Meğer takip ediyormuş bizi. Allah allah diyorum, yolu tarif ediyor sonrada doğru gidiyorlar mı acaba diye takip ediyor.. baya iyi. Gelin diyor ben götüreyim sizi. Para falan istemiyorum. Arkadaşım Fransızca konuşuyor onunla, nereye gidiyoruz bilmiyorum. Yarım saat yürüdük, git git bitmiyor o neresi ise. Bizi getire getire bir dericiye ve tabakhaneye getiriyor. Anayın amı diyorum, zaten uykusuzum, yorgunum, naletim diyorum, içimden değil dışımdan. Nasıl olsa anlamıyor. Tabakhanede, harabe gibi, bir iki kuru kuyu var, ve işlem dahi yapılmıyor. Keriz gibi hissediyorum kendimizi. Ulan biz zaten dün Fez de en ünlü tabakhaneyi gezmişiz, burası ne? Kuru bi beton yığını. Kaldıkı biz sadece kahvaltı ve medinaya göz atmak istiyorduk. Bizi getiren adam birden yok oluyor. Demekki o derici ile birlikte çalışıyorlar. Oradan bir şeyler alsak komisyonunu kapacak. Kızgın bir şekilde çıkıyoruz dışarıya. Bundan sonra hiç kimseyi dinlemeden, hiç kimseye selam vermeden kendi başımıza yürümeyi tercih ediyoruz. Ki zaten sormadık hiç bir zaman yol, sokak vs. Onlar musallat oluyor. Bizde nazik davranalım falan derken buralara geliyor konu. Hem arkadaşım Fransızcada konuşuyor ya onlarla, kandırılmam herhalde diye düşünüyor galiba. Bak arkadaşım dedim, biz türkiyelilerde bi deyim vardır, “her zikim hıyar diyene, bi tutam tuzla koşma” diye. Bunu Almancaya nasıl çevirdiğimi sormayın, mantığını anlattım. Anladı. 


Sonra Marakeş,'in ünlü büyük meydanı Jemaa el Fna‘ya geliyoruz. Fotoğraflarda gördüğümüz o kalabalık yok. Ama saat daha sabahın 10’u gibi bi şey. Zeytuni adında bi restoranın terasına çıkıyoruz. Harika bir kahvaltı yapıyoruz, taze sıkılmış meyve suları ile. Üzerimize ara ara soğuk su buharı püskürtülüyor. Kahvaltıdan sonra yine bir dinçleşiyorum. Ama çok uzun sürmüyor, gardım yeniden düşüyor. Otelimize, pardon riadımıza gidiyoruz taksi ile, pazarlık her daim. Nereye gidersek gidelim 20 Dirham. Yani iki Frank. Saat 12 yi geçiyor. Odamıza yerleşiyoruz. Duşumuzu alıyoruz ve uyku çöküyor. Sonra bi güzel uyuyoruz, 4 saat kadar. 

Dinlenmiş bi şekilde Marakeş’in o ünlü meydani Jemaa el Fna’ya tekrar gidiyoruz.
Akşam güneşi gökyüzündeki bulutları ve meydanı kızıllaştırıyor. Meydanda insanlar çoğaldıkça curcunada çoğalıyor. Yerel giysili adamlar, başlarında fes, ellerinde davul, tamtam da tamtam. Hep aynı ritim. Yılan oynatan adamların ağzında zurna gibi şeyden çıkan o tiz ses. Maymunlarla fotoğraf çektirenler, ellere kına yakan kadınlar, yemek standları, meyve standları, sihirbazlar, tam bir ses, renk ve kolu curcunası. Sağa sola bakarak dikkatlice yürüyoruz. Çünkü biri üzerine yılan atabilir, biri kolunu çekip kına yakabilir, sen istesende istemesende. Sonrada senden para isteyebilir, bunlar hep olağan şeyler orada. Fotoğraf çektiğini görürlerse üstüne yürüyorlar, çekemezsin diye. Parasını verirsen sorun olmuyor. Hepsi yamyam gibi. En güzeli bunları uzaktan izlemek diye, bi restoranın terasına çıkıyoruz. Bir saat kadar izliyoruz. Gece çok daha kalabalıklaşıyor. Ve hiç bitmeyen tamtam. Ancak ezan okunurken susuyor hepsi birden. İşte o an zaman durmuş gibi geliyor. 
Ezan deyince, aklıma geldi. Burada hiç bir yerde güzel ezan okuyanı duymadım. Sanırsın bi öküz böğürüyor. Makam yok, sözler anlaşılmıyor. Sabah ezanı mı, akşam ezanı mı fark yok. Hepsi aynı tonda ve böğürtüde. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Ezan ibadete, namaza çağrıdır, o ezanı duyan ibadetten soğur valla. Minarelerde farklı. Dört köşe. Mimarileri güzel yalnız. 

Sonra ezan bitince yeniden başlıyor curcuna. Bu anlamsız kalabalık ve gürültü sıkıyor bizi. Bir standa yemeğimizi yiyip hemen ayrılıyoruz meydandan. İstiklal caddesine benzeyen bi sokağa giriyoruz. Gayet güzel, modern ve şık mekanlar var bu sokakta. Yerel halkın takılmadığı. Oralarıda gezdikten sonra Riadımıza dönüyoruz akşam 9.30 gibi.  Gündüzden buzdolabına koyduğumuz beyaz şarabı alıp çıkıyoruz terasımıza. Teras öyle güzelki. Bizden başka kimse yok. Ilık esen rüzgar yüzümüzü okşuyor, yıldızlar tepemizde. Telefonlardan müzikler dinliyoruz, geceye damga vuran şarkı ise “what a wonderful world” oluyor. 

Ertesi gün, Atlas dağları eteklerinde bir şelaleye gidiyoruz. Giderken 4 ayrı vadilerden geçiyoruz. İt ürmez, kervan geçmez yerlerde yaşayan insanlara tanık oluyoruz. Argan yağı üretim tesislerinde yöresel giysili kadınlar çalışıyor. Onların üretimlerine şahit oluyoruz. Sonra tekrar yola devam. Otelin bize ayarladığı minibüste sadece biz varız. Bazen türk müzikleri bile çalıyor. Seviyorlar Türk müziğini. Bi restoranda Volkan Konak çalıyordu.

İnce uzun, yüzü güneşten yanmış ve kırışmış,    dağları seven berberi bir abi bize rehberlik etmek için bekliyordu vardığımızda. Bunlar hep fiyata dahilmiş, ekstra para vermemiz gerekmiyormuş. Dere tepe tırmanıyoruz şelaleye doğru. Bazı duraklarda Atlas dağından çıkarılan taşlardan figürler satılıyor. Oradan hediyelik bir kalp alıyorum. 
Şelaleye varıyoruz. Bir nane çayı içip dinleniyoruz. Gün bitiyor ve geri dönüyoruz. Riadımızda güzel bir uykuya dalıyoruz. 


Sabah kahvaltımızı edip, Marakeşte görülmesi gereken yerlerden biride botanik bahçe “Jardin Mojerelle”. Şehrin göbeğinde yemyeşil ve serin bir yer. Ve hiç bir yerde görmediğim upuzun kaktüsler, bambular vb. 
Parisli bir modacı Yves Saint Laurent 60 lı yıllarda buralara gelince aşık olmuş bahçeye. 80 lı yıllardada satın almış. Öldükten sonra külleri bu bahçeye serpilmiş. Bu gereksiz bilgileride verdikten sonra gezimi anlatmaya devam edebilirim. Bir saat bile sürmüyor oradaki gezimiz. Öğleden sonra başka bir kente gideceğiz. Bu yüzden Marakeşin curcunalı meydanları bi yana, görülmesi gereken tarihi yapıları diğer yana. Mimarileri, seramikleri, kapıları, ahşap oymaları muhteşem. 

Buralarıda gezdikten sonra, birde Marakeş souklarını (Medina çarşısı) keşfe çıkıyoruz. Burası Fez medinasından çok daha büyük. Çok daha gürültülü. Daracık souklarda bisiklet, motor, eşek, at arabası, insan kalabalığı. İlk etapta heyecanlı olsada, sürekli önüne, arkana, sağına, soluna bakarak yürümek yorucu geliyor bi süre bana. Bisiklet, eşek ve at arabası o ambiyansa uygun hadi, ama motorsiklet nedir ya? Bir taksici anlatmıştı, motorsikletler artık giremeyecek diye bi kanun çıkacakmış. Çok yerinde olur. Acayip sinir bozucu. Hepsine tekme atasım geldi. Normal caddelerde trafikte sürün şunu, ne işiniz var souklarda. Ama hoşuma giden başka bir şey vardı. Normal trafikte bir sürü yaşlı ve genç kadın motorsiklet kullanıyordu. Gece gündüz farketmiyor. Bu kadar çok motor kullanan kadın ben İsviçre’de bile görmedim. 

Böyle işte Marakeş anılarım. Pembe şehir. Keşmekeşi çok. Mimari yapısı güzel. Kaybolmaya müsait karışık sokaklar ve biraz yorucu geldi Fez’den sonra. 

Bavulumuzun teker sesleri ile geldiğimiz gibi ayrılıyoruz sevimli riadımızdan bir sahil kenti Essaouira’ya doğru. 

Görüşmek üzere... 

13 Ekim 2016 Perşembe

Tessin Gezim..

Bazen bir değişiklik yapın; bırakın, yüreğiniz önden gitsin, zihniniz onu takip etsin! Böylelikle bakalım hangi güzellikler de sizin peşinize takılacak? Diye bir yazı okumuştum Tessin gezimizden önce.

Bu tür yazılar zaman zaman çıkar önüme, okur geçerim. Keşke öyle olsa derim. Kolaydı sanki? Peki kim belirliyor bunu? Yine biz. Yok, bunu yapmam lazım, yok, şunu yapmam lazım, olmaz, yapamam, diğer ev fertleri ne düşünür, bensiz ne yaparlar, nasıl yaparlar, diye bir sürü şey esir alır beni. Yani yarın başıma bir şey gelse, ölüp giderim iste, o zaman ne yaparlarsa şimdide onu yaparlar, değil mi? Illa ölmem mi gerekiyor? Bu sefer biraz farklı düşündüm. Yüreğim önden gitsin bakalım, dedim. Gitti.. 

Geçen Perşembe buluşmamızda arkadaşım iki günlüğüne "Tessine gidelim mi, hem hava çok güzel olacak, güzergah çok güzel, güzel fotoğraflar çekiyorsun, istediğin yerde,  dur dur bunu çekeceğim de, heryerde dururum" dedi. Ailesinin bir evi var orada, yazlık yada kışlık, her ikiside aslında. Ara sıra gider orada kalır ve dönerler. Isviçre sınırları içersinde ama italya'yanca konuşulan bir kanton Tessin. İtalya'ya sınırına yakın. 

Du bakalım, dedim. Bu benim sihirli sözcüğümdür. Bunu söylersem genelde olur. Baktım oldu:) 

Pazartesi sabah saat 9.00 da aldı beni evden. Iki kadın yolculuğu gibisi yok:) Konuşa konuşa gittiğimiz üçbuçuk dört saatlik yol iki saat gibi geldi. Üstelik yolu uzattık. Gotthard tünelinden değilde, üzerinden geçen gotthard pass denilen yollardan gittik. Hep istediğim bir şeydi bu. Birde Matterhorn Dağı var, ona öylece bakmayı ve fotoğraflamayı çok istediğim. 

Kıvrım kıvrım yollardan tırmandık araba ile. Küçük dağ köylerinden geçtik. Güneşli bir hava, ama dağlara tırmandıkça ısı düşüyordu. Bunu önceden hatırlattı bana arkadaşım, bende kat kat giyindim. Gerektiğinde üzerimden çıkarabilir, gerektiğinde giyinebilirdim. 

Şeytan köprüsünde (Teufelsbtücke) durduk. Arabadan dışarı çıktığımda buz gibi hava okşadı yanağımı. Görüntü muhteşemdi. Asla fotoğraflarıma yansıtamadım. Kocaman kocaman kayalar arasına irili ufaklı köprüler yapmışlar zamanında. Google'den bakarak tarihini yazmak istemiyorum. Daha önce bilmediğim bir şeyi biliyormuş gibi yazarakta sıkmak istemiyorum. Isteyen araştırabilir. Titreye titreye fotoğraflarımı çektim, sonra sıcak bir kahve içerek, ve bir sigara tüttürerek ısıttık içimizi. Sonra yola devam. Ilerledikçe çok daha güzelleşiyordu güzergah. Zirveye ulaştıkça beyazlaşıyordu ortam. Henüz sonbaharı tam olarak tatmadan biz aşağıda, kış mevsimine ulaşmıştık zirvede:) sanki heryere tozşeker yağmıştı. Güneş üzerine vurdukça gözlerimiz kamaşıyordu. Geçtiğimiz yolları fotoğraflamak istiyordum en tepeden. Bir yerde durduk. Ama daha güzel bir yer aramak için ilerledik. Bu sefer artık inişe geçmiştik. Ve o geçtiğimiz yollar geride kalmış, hiç göremiyorduk o geldiğimiz yolları. Ani bir U dönüşü ile geri döndü arkadaşım. Sırf ben fotoğraf çekeyim diye. Kar olduğu için o kıvrım kıvrım yolları o klasik görüntüsü ile yakalayamadım, ama yakalayabildiğim kadarı ve arkadaşımın o tavrı beni çok mutlu etti. 

Güneye doğru yolculuk ettiğimizden, Gotthard dağından veya tünelinden sonrası başka bir iklim, başka bir ülke sanki. Ben sanki İtalya'daydım artık. Isı 18 lere çıktı. Önce Lugano'ya gittik. Bir yerleşimde deniz, göl, nehir, çay, dere vs. geçiyorsa o yerleşke zaten artı güzellikte oluyor. İsviçre'nin denizi yok, fakat heryerinden su fışkırıyor sanki. Her kentinde mutlaka ya gölü ya nehri var. Lugano'ya vardığımızda üzerimdekileri çıkardım. Güneş gözlüklerini taktım. Sıcak bir sonbahar vardı. Lugano piazzada, pardon meydanında bir apero ısmarladı arkadaşım. Artık tamamen ona teslim ettim kendimi, İtalyan olarak ev sahipliğini üstlendi. Fakat gün bir türlü bitmiyordu. Onca yol geldik, onca güzel yerler gördü bu gözler, ama asıl hedefimiz olan arkadaşımın çocukluğunun geçtiği yere hala gitmemiştik. Lugano meydanında oturup bir şeyler içtiğimizde ona dedim ki, bu aynı benim köyüme gider gibi. Bende köyüme giderken, önce Mudurnu'ya giderim, bir konakta oturur bir şeyler içer, daha asıl gideceğim yerin heyecanını yaşarım. Ondada aynı duyguyu hissettim. 

Sonra kalktık, Lugano'nun güzel ve dar sokaklarını gezdik Oraya ait bir tatlı aldı. İşte ben bunuda Mudurnu'da aldığım Saray Helvası'na benzettim. Farklı ülkelerde yetişip, neredeyse aynı gelenekler diye düşündüm. 

Nihayet onların yaşadığı Köye doğru yol aldık. Yollar gittikçe daraldı. 15-20 dakika sonra vardık köy Meydanı'na. Sakallı bir dede yine diğer köy sakini ile konuşurken gördü kızının arabasını. Yüzünde bir gülümseme belirdi, ama dikkatlice diğer oturana yani bana bakıyordu bu kim ki diye? Arabadan indiğimde tanıdı beni. Sürekli davet ediyorlardıda ben gidemiyordum. Köy ortasında beni bekleyen ve kucaklayan amcam gibiydi sanki. Sonra Karısı Heidi çıktı kapı önüne. Benim üçüncü kızım gelmiş diye kucakladı beni. Bu karşılama beni çok duygulandırdı. Böyle karşılanmayı annemden göremezdim, çünkü çok erken gitti. Babam zaten allahlık. Ninem, ve Amcam böyle karşıladı beni hep köyde. Birde kayınvalidem böyle karşılardı beni hep böyle. Ben İsviçre'de Köye gitmiş gibi oldum. Farklılıkları vardı elbet. Ama farklılıkları ile güzeldi. 

Şöyle ki, Arkadaşımın ailesine o akşam Komşuları gelecekmiş. Mesela bizde biri geldiğinde özellikle hoşgeldine gidilir. Ama onlar bizim geleceğimizden habersiz sözleşmişler, akşam saat 6 da gelecekler. Köydede yaşasalar nede olsa Avrupa. Habersiz gelinmez. Biz eve gider gitmez arkadaşım aldı beni çevreyi gezdirdi. Evlerinin hemen ardında bir orman ve kocaman bir dere var. Sanki bizim Dımışkı, Kaş'ın arkası veya Kavakpınarı gibi. Hep böyle özdeşleştirdim ben. Sonra köyü gezdik. O bazı insanları tanıyor ve konuşuyor. Öyle mutlu. Aynı ben köyümde mutlu ve rahat olduğum gibi. Onu öyle güzel anladım ki. 

Hava kararmaya yüz tutunca eve döndük. Babası askılı pantolonu ve uçlu sigarası ile bizi bekliyordu kapı önündeki bağın altında. Oturdum onunla bir sigara yaktım. Antonella eve girip annesine yardım etti akşam gelecek koşuları için. Babası, iyiki geldiniz, evimizi şenlendirdiniz dedi. Bu arada Komşuları geldi. Tanıştık. Normalde İtalyanca konuşuyorlar. Ama Almanca'da biliyor bir çoğu. Eve geçtik. Evin babası şömineyi yaktı. Geceleri soğuk. Güzel bir masa kuruldu. Şaraplar farklı bir bardaktan içiliyor. Daha doğrusu kase gibi bir şey. Adı "tazzin" miş. Tas gibi geldi bana:) belki ben herşeyi bir şeye benzetmeye çalıştığımdandır. 

50 yılı aşkın arkadaşlıkları varmış. Bunu nasıl başardınız dedim. Sonra düşündüm bizim Köydeki insanlar belki daha uzun yıllardır komşu, arkadaş, dost. Var mı başka seçenekleri? Köyler işte bu yüzden güzel. 

Neyse, ben zaten yaşlı insanlarla sohbeti muhabbeti hep sevdim. Sanırım onlarda gençlerle sohbete hasret kalmış. E onlara göre gencim:) anam anam anam. Güya bir saatliğine gelmişlerdi. Kaldılar 4 saat. Şarapların biri geliyor öbürü gidiyordu. Ama hiç kimse banamısın demiyor. Su gibi şarap içiyorduk. Saygılarından hiç bir şey kaybetmediler. Sonra kendi üretimleri Grappa'lar çıktı. Hadi içelim. E içelim. Içtik. Güzel bir geceydi. Çok güzeldi. Komşuları giderken, yarın sabah saat 10 da kahve ve Grappa içmeye davet ettiler bizi. Hani eski komşuluklar gibi, biz size geldik eğlendik, sizde bize gelin der gibi. Söz verdik. Onlar gittikten sonra biz evde içmeye devam ettik. Ve hatta olmazsa olmaz köy dedikodularını yaptık:) 

Benim kafa hafiften dönmeye başlayınca yatmaya gittim. Giderken bir hal geldi başıma:) alt kata inen merdivenler biraz farklı. Bana onca dikkat et dediler. Bu yaşlı insanlar inip çıkıyor diye basite aldım herhalde. Son iki merdivene gelince yuvarlandım. Ahşap olunca yukardan duydular düşme  sesimi;) yukardan bi bağrış koptu. Ama ben hemen yukarı kalktım, "alles ok" diye seslendim. 
Bir süre sonra yattık. Sabah 10 a beş kala uyandık. Arkadaşımın anne ve babası saat 10 da o komşularına gitmişlerdi. Biz sonradan gittik artık. Güzel bir kahve yaptı evin Hanımı bize. Sunum 1950 ler gibi. Fincanlar müthiş. Ev dekorasyonu keza öyle. Evin yaşlı ve güzel adamı, ikide birde Grappa içermeyiz diyor? Hayır, diyorum bu gün değil, ama başka bir zaman mutlaka. Zaman sonra proseko (şampanya) Açıyor. Herkes içiyor, bende hayır diyemiyorum. Sabahın 10 unda şampanya içiyorum. Üstelik bu insanlar köyün ileri gelenleri, ve aşırı Katolik. Örneğin Köyde iki kilise var, biri onarımda, ama çanlarının çalması görevi bu komşularda. Dinlerinide yaşıyorlar, hayatlarınıda. Nasıl dinç, ve bakımlı insanlar. Ve misafirperver. 

Sonra eve geldik. Arkadaşımın babası Risotto yaptı. Tipik İtalyan yemeği. Mantarlı falan. Öncesinde beyaz şarapla kadeh tokuştuduk. Benim artık iyce nevrim ve midem döndü alkolden. Bu kadar akol bana fazla geldi. Başım, midem isyan ediyordu. Biz böyle geri dönüş yoluna çıktık. Bazen kendimi iyi hissediyordum, bazen çok kötü. Benim bu durumumu gören arkadaşım, o zaman o virajlı dağ yollarından gitmeyelim, tünelden gidelim dedi. Tünelden de gitsem midem allak bullak oldu. Allahtan kendimi kontrol edebilen biriyim. Bazen kusmamı kontrol edebilirim. Çok kötüydüm arabada. Elimde bir poşet bekliyorum. Ama ona rağmen dayanmaya çalışıyorum. Ilk mola yerinde durdu. Ben tuvalete gidip parmakladım Boğazımı. Sonra bir cocakola ve krakerlerle rahatlattım midemi. Yaslı gittim, şen geldim diyemeyeceğim. Şen gidip, yaslı döndümde diyemiyeceğim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Demekki onlar benden daha iyi içebiliyor. Sınırı bilmek lazım. 

Şimdi geride kalan o iki güne baktığımda güzel şeyler hatırlıyorum. 

Bunlarda foograflar..

Iste o Tazzinlerle icilen saraplar..


Sadece masada oturanlar degil nmasa üstünde tavana yakin olan toplukta özel üretim:)

Lugano meydaninda birer apero..


Seytan Käprüsü (Teufelsbrücke)
O tepedeki minik köprüyü gürüyor musunuz?

Bir isvicre köyü.. 


Kivrim kivrim yollar dedim ya...

Hala o kivrim kivrim yollar..


Arkadasimin anne ve babasi le karsilasmasi..

Köyde gezme..

Koyde gezme..
Iste böyle basladi zaten her sey:))