
Bi önceki yazımda unuttum yazmayı, Fez’deki dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen Karaviyyin camii’ne girerken bize izin vermedilerdi, müslüman değilsiniz diye, biz Türkiye’den geliyoruz, sen nerem diyon bacım, deyince buyur ettiler bizi içeri. İlk kez bi ülkede türkiyeli olmanın faydasını fırsata çevirdik. Diğer bütün “gavur” turistler, hele Çinli ve Japon’lar dışardan izliyordu.
Neyse, şu an Marakeşteyiz. Sabah aydınlanmaya başlıyor. Bazen çok dinç hissediyoruz kendimizi, bazen bitkin. Sabah 6.30 gibi ayrılıyoruz kafeden, taksi ile 20 Dirham’a anlaşıp Riadımıza yakın bir yere varıyoruz. Burada’da taksi giremiyor Medinaya. Telefondaki map ile buluyoruz yolumuzu. 5 milyonluk şehir uyuyor henüz. Marakeşin rengi pembe. Daha doğrusu somon rengine daha yakın. Yine daracık sokaklar, yine sarı sokak lambaları.. gökyüzü ağarmak üzere. Sürüdüğümüz bavulumuzun teker sesleri bozuyor sessizliği. Riadımızın ziline basıyoruz. Biraz geç açılıyor kapı, esneyerek ve uykulu gözler ovuşturularak. Ama gülen bir yüz var yine. İçeri davet ediyor bizi. Ve yine nane çayı. İçeri alıyor ama odamıza saat 12 de girebileceğiz. Çok güzel bir terası var, bol minderli ve sedirli.
Yayılıyoruz o minderlere. Ama uyku kartlaşmış, uyuyamıyoruz bi türlü. Bütün gece uyuyamayaşımızın garip bi hissi var ama hala dinç hissediyoruz kendimizi. Bari gezelim şehri, sonra bi yerde kahvaltı ederiz, sonra gelir odamıza yerleşiriz, duş alırız, belki bir iki saat uyur, sonra tekrar çıkarız diyoruz. Çıkıyoruz dışarı. Dakika bir, gol bir. Biri bize durup dururken yol tarif ediyor. Nereye gitmek istediğimizi nerden biliyorsun acaba? Neyse bizimde belli bi hedefimiz olmadığı için tarif ettiği yola doğru gidiyoruz. Bizimle gelmiyor, seviniyoruz. Demekki iyi bir insanmış. Para falanda istemiyor diye düşünüyorum. Yürüyoruz öyle. 10 dakika sonra yine karşımıza çıkıyor, motoru ile. Hayır, diyor yanlış gidiyorsunuz. Meğer takip ediyormuş bizi. Allah allah diyorum, yolu tarif ediyor sonrada doğru gidiyorlar mı acaba diye takip ediyor.. baya iyi. Gelin diyor ben götüreyim sizi. Para falan istemiyorum. Arkadaşım Fransızca konuşuyor onunla, nereye gidiyoruz bilmiyorum. Yarım saat yürüdük, git git bitmiyor o neresi ise. Bizi getire getire bir dericiye ve tabakhaneye getiriyor. Anayın amı diyorum, zaten uykusuzum, yorgunum, naletim diyorum, içimden değil dışımdan. Nasıl olsa anlamıyor. Tabakhanede, harabe gibi, bir iki kuru kuyu var, ve işlem dahi yapılmıyor. Keriz gibi hissediyorum kendimizi. Ulan biz zaten dün Fez de en ünlü tabakhaneyi gezmişiz, burası ne? Kuru bi beton yığını. Kaldıkı biz sadece kahvaltı ve medinaya göz atmak istiyorduk. Bizi getiren adam birden yok oluyor. Demekki o derici ile birlikte çalışıyorlar. Oradan bir şeyler alsak komisyonunu kapacak. Kızgın bir şekilde çıkıyoruz dışarıya. Bundan sonra hiç kimseyi dinlemeden, hiç kimseye selam vermeden kendi başımıza yürümeyi tercih ediyoruz. Ki zaten sormadık hiç bir zaman yol, sokak vs. Onlar musallat oluyor. Bizde nazik davranalım falan derken buralara geliyor konu. Hem arkadaşım Fransızcada konuşuyor ya onlarla, kandırılmam herhalde diye düşünüyor galiba. Bak arkadaşım dedim, biz türkiyelilerde bi deyim vardır, “her zikim hıyar diyene, bi tutam tuzla koşma” diye. Bunu Almancaya nasıl çevirdiğimi sormayın, mantığını anlattım. Anladı.
Sonra Marakeş,'in ünlü büyük meydanı Jemaa el Fna‘ya geliyoruz. Fotoğraflarda gördüğümüz o kalabalık yok. Ama saat daha sabahın 10’u gibi bi şey. Zeytuni adında bi restoranın terasına çıkıyoruz. Harika bir kahvaltı yapıyoruz, taze sıkılmış meyve suları ile. Üzerimize ara ara soğuk su buharı püskürtülüyor. Kahvaltıdan sonra yine bir dinçleşiyorum. Ama çok uzun sürmüyor, gardım yeniden düşüyor. Otelimize, pardon riadımıza gidiyoruz taksi ile, pazarlık her daim. Nereye gidersek gidelim 20 Dirham. Yani iki Frank. Saat 12 yi geçiyor. Odamıza yerleşiyoruz. Duşumuzu alıyoruz ve uyku çöküyor. Sonra bi güzel uyuyoruz, 4 saat kadar.
Dinlenmiş bi şekilde Marakeş’in o ünlü meydani Jemaa el Fna’ya tekrar gidiyoruz.
Akşam güneşi gökyüzündeki bulutları ve meydanı kızıllaştırıyor. Meydanda insanlar çoğaldıkça curcunada çoğalıyor. Yerel giysili adamlar, başlarında fes, ellerinde davul, tamtam da tamtam. Hep aynı ritim. Yılan oynatan adamların ağzında zurna gibi şeyden çıkan o tiz ses. Maymunlarla fotoğraf çektirenler, ellere kına yakan kadınlar, yemek standları, meyve standları, sihirbazlar, tam bir ses, renk ve kolu curcunası. Sağa sola bakarak dikkatlice yürüyoruz. Çünkü biri üzerine yılan atabilir, biri kolunu çekip kına yakabilir, sen istesende istemesende. Sonrada senden para isteyebilir, bunlar hep olağan şeyler orada. Fotoğraf çektiğini görürlerse üstüne yürüyorlar, çekemezsin diye. Parasını verirsen sorun olmuyor. Hepsi yamyam gibi. En güzeli bunları uzaktan izlemek diye, bi restoranın terasına çıkıyoruz. Bir saat kadar izliyoruz. Gece çok daha kalabalıklaşıyor. Ve hiç bitmeyen tamtam. Ancak ezan okunurken susuyor hepsi birden. İşte o an zaman durmuş gibi geliyor.
Ezan deyince, aklıma geldi. Burada hiç bir yerde güzel ezan okuyanı duymadım. Sanırsın bi öküz böğürüyor. Makam yok, sözler anlaşılmıyor. Sabah ezanı mı, akşam ezanı mı fark yok. Hepsi aynı tonda ve böğürtüde. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Ezan ibadete, namaza çağrıdır, o ezanı duyan ibadetten soğur valla. Minarelerde farklı. Dört köşe. Mimarileri güzel yalnız.
Ertesi gün, Atlas dağları eteklerinde bir şelaleye gidiyoruz. Giderken 4 ayrı vadilerden geçiyoruz. İt ürmez, kervan geçmez yerlerde yaşayan insanlara tanık oluyoruz. Argan yağı üretim tesislerinde yöresel giysili kadınlar çalışıyor. Onların üretimlerine şahit oluyoruz. Sonra tekrar yola devam. Otelin bize ayarladığı minibüste sadece biz varız. Bazen türk müzikleri bile çalıyor. Seviyorlar Türk müziğini. Bi restoranda Volkan Konak çalıyordu.
İnce uzun, yüzü güneşten yanmış ve kırışmış, dağları seven berberi bir abi bize rehberlik etmek için bekliyordu vardığımızda. Bunlar hep fiyata dahilmiş, ekstra para vermemiz gerekmiyormuş. Dere tepe tırmanıyoruz şelaleye doğru. Bazı duraklarda Atlas dağından çıkarılan taşlardan figürler satılıyor. Oradan hediyelik bir kalp alıyorum.
Şelaleye varıyoruz. Bir nane çayı içip dinleniyoruz. Gün bitiyor ve geri dönüyoruz. Riadımızda güzel bir uykuya dalıyoruz.

Sabah kahvaltımızı edip, Marakeşte görülmesi gereken yerlerden biride botanik bahçe “Jardin Mojerelle”. Şehrin göbeğinde yemyeşil ve serin bir yer. Ve hiç bir yerde görmediğim upuzun kaktüsler, bambular vb.

Buralarıda gezdikten sonra, birde Marakeş souklarını (Medina çarşısı) keşfe çıkıyoruz. Burası Fez medinasından çok daha büyük. Çok daha gürültülü. Daracık souklarda bisiklet, motor, eşek, at arabası, insan kalabalığı. İlk etapta heyecanlı olsada, sürekli önüne, arkana, sağına, soluna bakarak yürümek yorucu geliyor bi süre bana. Bisiklet, eşek ve at arabası o ambiyansa uygun hadi, ama motorsiklet nedir ya? Bir taksici anlatmıştı, motorsikletler artık giremeyecek diye bi kanun çıkacakmış. Çok yerinde olur. Acayip sinir bozucu. Hepsine tekme atasım geldi. Normal caddelerde trafikte sürün şunu, ne işiniz var souklarda. Ama hoşuma giden başka bir şey vardı. Normal trafikte bir sürü yaşlı ve genç kadın motorsiklet kullanıyordu. Gece gündüz farketmiyor. Bu kadar çok motor kullanan kadın ben İsviçre’de bile görmedim.
Böyle işte Marakeş anılarım. Pembe şehir. Keşmekeşi çok. Mimari yapısı güzel. Kaybolmaya müsait karışık sokaklar ve biraz yorucu geldi Fez’den sonra.
Bavulumuzun teker sesleri ile geldiğimiz gibi ayrılıyoruz sevimli riadımızdan bir sahil kenti Essaouira’ya doğru.
Görüşmek üzere...