Sayfalar

27 Ekim 2013 Pazar

Rheinfall - Rheinau gezim..

Rheinfall-Isvicre
Uzun zamandır yapmak ve gitmek istediğim şeylerden bir tanesini dün yaptığım için ağzım kulaklarımda dolaşıyorum:)) Hep bir gelen olursa onunla giderim diyerek ertelemiştim.. Baktım gelen giden yok, yalnızda giderim ben dedim.. Çocuklar çoktandır takılmıyor zaten bizimle, doğadır, göldür, bahardır, çiçektir, böcektir gezilerine.. Şimdi artık bambaşka ilgi alanları var tabi.. 
Cumartesi sabah erkenden kalktım, gezme olunca kalkarım:) hazırlıklarımı yaptım.. Fotoğraf makinamı aldım, herzamanki gibi birde soğuk pembe şarabı buzlara sardım, akşama kadar ılımasın diye, sabah yaptığım böreklerden de sardım bir kaç tane, saat 11 de geldi siyah atlı prensim.. Sonbaharın belkide son güzel günüydü.. 160 km lik bir yolumuz vardı. Züriche kadar otobandan daha sonra ara yollardan gittik.. Sonbahar en güzel yüzünü gösterdi bize. Her yer bir fotoğraf karesi gibi.. İlginç olan başka bir şey ise o gün kaç kez Almanya'ya girdik çıktık sayamadım bile. Rheinau'ya (isviçreye ait) gitmek için isviçreden çıkıp Almanya'ya giriyorsun, sonra tekrar İsviçreye giriyorsun.. Sonra yine isviçrenin o sınır kentlenden birine giderken yine başka bir sınırdan Almanya'ya girip, tekrar isviçreye. İç içe geçmiş yerler.. Şarap yapmak için üzüm bağı tarlaları.. Bodur ve tek sıra halinde, çok güzel görünüyorlar.. Sanki mezro ile ölçerek dikmişler.. O kıvrımlı yollardan giderken ağaçlar dalları ile süslemişler yolları, renga renk.. Yazın hepsi yeşil görünüyor, ama sonbahardaki renkleri farklı farklı hepisinin. Sarı, kırmızı, turuncu, kahve, soluk yeşil.. Bitmesin bu yollar derken birde bakıyorum tarihi Rheinau' ya geliyoruz.. Ren nehrinin oradaki şelalesine (Rheinfall) gitmek istiyordum.   Park yeri bulmak o kadar kolay olmasada şansımız yaver gitti.. Çantamın içini biliyorsunuz, çantamı aldığım gibi ilerliyoruz.. Nispeten küçük olan bir şatonun bahçesinden girip, küçük merdivenlerle aşağıya iniyoruz.. İndikçe Şelalenin daha bolca akan çağlayanı hemen yanıbaşımızdan akıyor. Küçük platformlar yapmışlar, Çağlayan'ın sağına soluna, hatta ortasına doğru.. Hatta tam ortada bir kayalık var, botla oraya götürülüyor insanlar, ve tam şelalenin ortasında, ayaklarınızın altından deli gibi akan Ren nehrinin tam üzerinde o eşsiz manzaraya şahit oluyorsunuz. Gürül gürül akan suyun hem görüntüsü hem sesi doğa karşısında ne kadarda küçük olduğumuzu anlıyorum.
Bol bol fotoğraf çekiyorum.. Sonra bir köşeye çekiliyoruz, çantamdaki şaraptan iki kadeh dolduruyorum. Hiç konuşmadan sadece o nehirin çığlığını dinliyoruz. Daha doğrusu ben dinliyordum, sonra benim sıyah atlı prensim sesli düşündü galiba, anladığım kadarı ile şöyle bir şeyler mırıldınıyordu; burası rte nin elinde olacaktıki, ne barajlar ne santrallar yapardı buralara, salak ya bu İsviçreliler. bok bilmiyor ya bunlar.. Bu herif kadar doğa düşmanı adam görmedim, gibi şeyler söylüyordu galiba.. Hiiiç yorum yapmadım, duymamazlıktan geldim, bu doğa harikası güzelliğin içinde kirli insanları düşünmek bile istemiyordum.. 
Sonra oradan ayrılıp  Rheinau da aynı nehrin üzerinde Klosterinsel e gittik.. En güzel fotoğrafların çekildiği muhteşem yerler.. Dev gibi ağaçların altında oturup, o deli gibi akan nehir burada çıt çıkarmadan aktığı bile belli olmayan sakinlikte kuğuların ve ördeklerin altına halı gibi serilmişti.. Gözlerim çok güzel şeyler görmüştü benim bugün.. 

Yine Almanyaya gire çıka, gire çıka dönüş younda evde çay hazır olsada içsek diye düşündüm.. 21.30 gibi evde olacağız. Oğullarımdan birine telefon açtım, çay yapabilirmisin dedim? Anne çay nasıl yapılıyor ki dedi? Dedim kalsın.. O saatlerde eve geldiğimizde  ışıklar sönüktü. çocuklarda evde yoktu.. Çay yapılmıştı, üzerindede bir not "afiyet bal olsun,"  :))
O çay gibi güzel bir çay içmiş miydim? Hatırlamıyorum.. 



Çektiğim fotoğraflardan bir sunum:








  


20 Ekim 2013 Pazar

Kurbağa düğünü..

Şöyle en irisinden bir dişi birde erkek kurbağayı yakaladılar. Yolunmuş tavuk ebatlarında.. Çiçeklerle süslediler.. Kurkuma denilen bir baharatla sıvazladılar.. Dişi kurbağaya yeşil, erkeğine ise beyaz bir örtü ile örtüp, bir tepsinin içinde hindulu bir din adamının karşısına koydular.. Onlara birde isim taktılar.. Nıkahlarını kıydı, onları karı koca ilan etti.. Üzerine pirinçler attılar.. Dans ettiler.. Bütün bu seremoninin ardından yine tepsiyle taşıyarak en yakın bir dereye, nehire yada bir su birinkintisi olan bir yere bıraktılar balayılarını geçirsinler diye.. 

Böyle ilginç gelenekler, inanışlar ritüeller var bu dünyada.. Geçen tv de izlemiştim kısa bir belgeseldi.. Hindistan'da çok eski bir gelenekmiş bu. Kuraklık olduğunda, sıcaktan kavrulduklarında yağmur yağması için kurbağa düğün yapıyorlar.. Yağmur tanrısı için yapılan bir ayin. İnsanlar çaresiz kakınca duaya, tanrılara, allaha kalıyor iş demekki. Bizdede yağmur duası diye bir şey vardır.. 

Büyün bunlara hiç gerek yok.. Kendi tecrübelerimden yola çıkarak buradan o Hindistanlılara ve yağmur yağmasını isteyen bütün gruplara sesleniyorum. Yağmur yağmasını  istiyorsanız camlarınızı silin..  Çok değil bir gün sonra kesin yağar o yağmur. Dün saatlerce cam sildim. Aha bugün yağmur yağdı. Bu ilk değil, bu hep böyle oldu.. Yoksa bende güneş doğsun diye, güneş tanrısı için yılanları mı evlendirsem, ne yapsam??:))


18 Ekim 2013 Cuma

Çok çektim bugün!!!

Güneşli bir sonbahar sabahı, güneş nasılda berrak? İşe gitmeliyim.. Halbuki ne güzel fotoğraflar çekilir.. Ama işe gitmeliyim. Kimse yok benden başka ofiste.. Evet orda olmalıyım. Yoksa? Gitmesem nolur ki? Olmazzz! Tamam işe gidiyorum.. Ama giderken fotoğraf makinamıda alsam mı? Evet evet, alayım, bana belli olmaz.. Akıllı telefonlar çıkalı fotoğraf makinasını çoktandır kullanmadım.. Kesin bataryası bitmiştir.. Şarj aleti şu çekmecede olmalı.. Çantama onuda atayım.. Herşey tamam mı? Aynadaki ben çok çırkinsin.. Makyaj yok tabi.. Hafiften sürüştüreyim bir şeyler.. Eh bi şeye benzedin biraz.. Artık çıkabilirim.. Asansörlemi gitsem, yok yok merdivenden ineyim.. Offff, terliklerle terliklerle çıkmışım yine!!.. İyiki ofise geldiğimde farketmedim. Yol yakınken farketmem iyi oldu.. Arabanın anahtarı nerde? Dün gelirken cebime koymuştum!! Yok.. Allah Allah! Yoksa çantamda mı?  Yok! Tekrar yukarı çıkmalıyım.. He he, aynanın önünde unutmuşum.. Artık çıkabilirim.. Arabada ne kadar kirlenmiş.. Bi ara temizlesem iyi olacak.. Bu ne? Örümcek ağı.. Arabanın içinde, cam kenarında.. Bunuda gördüm ya!! Olsun sen sen arabanın içine değil yola bak.. Dağlar ne güzel görünüyor.. Gurten'e çıksam ne güzel resimler çekilir sabah sabah.. Başlarıda dumanlı dumanlı. Pamuk gibi.. Ben işe gitmeliyim..
Bilgisayarımı açayım. Kahve alayım.. Ama önce fotoğraf makinamı bi açayım. Tahmin ettiğim gibi.. Batarya bitmiş. Prize takarım doladursun.. Şimdi kahvemi içebilirim.. Notlarıma bakayım.. Hmm telefon görüşmeleri var.. Tamam arayım onları, çıksınlar aradan.. Başka ne yapmalıyım? Bütün işleri bitirmiştim hafta başı, belki Bayram vesilesi ile bir gelen olur diye.. Kimse gelmedi.. 
Allah Allah 3 saattir buradayım, hiç telefon gelmiyor.. Yönlendirilmeye alınmış! Süper.. O zaman burada durmama gerek yok. Bataryada dolmuştur.. Evet dolmuş.. 
Nerden başlasam? Zamanı iyi kullanmalıyım.. Güneşi kaçırmamalıyım.. Hatta şu uzun objektifi takayım.. Ooo süper oldu.. Ne saat beş mi oldu? Neden çift görüyorum.. Mutluluk sarhoşu muyum? Yok yok bir hoş görüyorum ben! 3 saattir uzun objektifin camından bakmak mı böyle yaptı beni? Geçer herhalde.. Ama çok mutluyum.. Nasıl çıktılar acaba? Bir an önce eve gidip bakayım.. Bi dakika, araba nerdeydi?? Aman tanrım arabayı unuttum park yerinde!! Geri gitmeliyim.. Bu kadar yolu nasılda farketmeden yürüdüm.. Çok çektim bugün çoook!! Her anlamda..







15 Ekim 2013 Salı

Bu mu Bayram???

Bayramlar bu evde güzeldi..
Herkes  çocukluğunun bayramlarını özler.. Nerde o eski bayramlar der, neden biliyor musunuz? Çünkü Bayram  çocuklara güzelde ondan.. 

Bayramdan 1 hafta önceden başlar hazırlıklar.. Temizlik  yapılır.. Bayramlık ciciler alınır, herkesin bir kırmızı ayakkabısı mutlaka  olmuştur.. Ben hatırlamıyorum ama benim olmadı.. Ama kırmızı kınalı ellerim oldu. Arefe gününün telaşı bambaşkadır.. Teknelerde hamur yoğrulur, katmerliler, yufkalar, baklavalar, ekmekler yapılır. 
Son olarakta yatmadan hemen önce gaz lambası eşliğinde ninemin ellerime yaktığı kına.. Bütün parmaklarımın ucuna, ve avucumun içine.. Sonra üzüm yaprağı (salamura) ile özenle sarar üzerinide bez parçaları ile bağlardı.. İşte elleri kullanamayacaksın ya sabaha kadar, artık her yerimin kaşınacağı tutardı:) o gece sabah olmak bilmezdi.. Sabah olduğunda ise biraz daha kalsın, en güzel benim kınam tutsun isterdim:))sabah diğer kızlarla kıyaslayacagiz en kırmızı kimin kınası tutmuş diye.. Ninem ellerimi çözerdi, ve yıkamak için köyün ortasındaki Pınar'a giderdim yıkamaya.. Suda daha güzel görünürdü o kınalı eller.. Ve en güzel benimki tutardı:)) yoksa banamı öyle gelirdi??

Radyoda  Mustafa Kandıralı'nın nefesinden yükselen oyun havaları.. Bayramlaşma, kucaklaşma.. Manevi anlamda güzel bayramlar.. 

Haberlerde izliyorum yıllardır aynı terane.. Barbarca o hayvanların kesilmesi. İlkel şartlarda hayvan taşımalar, kesmeler, trafikte kovalamalar, uzman kasapları beklemeden kendi bıçağıyla açık bulduğu bir arazide kesen, hatta tüpünü birlikte getirip keser kesmez orada pişirip orada yiyen, ne kadar ilkel görüntüler bunlar.. Bu mudur Bayram? Kanlı bayram.. sevmiyorum.. Yazık, kesileceğini bilen hisseden hayvanların kaçışları.. O ellerini  ayaklarını kesen, kıran kendini kasap sanan insanlarada oh olsun. Ben boğa güreşlerinide hiç sevmem.. Boğanın boynuzlarına takılan matadorlarada hiç acımam mesela.. 

Hayvana eziyet edeni sevmiyorum. Kurban bayramının manevi yönünü seviyorum, ama kurban kesilmesin istıyorum.. 

Bu gün köyden bir komşu kızı bir resim eklemiş. Baktım yeğeni ile birlikte poz verirken tam arkasında kalmış bizim ev.. Bende, şöyle bir kenara çekileydinde bizim evin tavanıda olsa göreydim, yazmıştım.. Kıyamam,evin önünden çeker gönderirim demiş ve göndermiş.. Bu resimleri görünce çocukluğumun bayramı benimde aklıma geldi işte.. O ellerime kınalar yakılan ev.. Fotoğrafa baktım uzun uzun.. Kapılar kapalı, perdeler çekili, pencerelerde ışık yok.. Evde kimse yok. Bir garip oldum... 

Isiklari sönmüs evin girisi, bugün:(

13 Ekim 2013 Pazar

Internasyonal sohbetler...

son dakika cicegi:))) buralarda saat 13 te kapaniyor dükkanlar cumartesileri:))




















Yine enteresan bir akşamdı.. Bir arkadaşımın davetine katıldım.  Daha doğrusu bir geçmiş doğum günü buluşması. Internasyonal bir katılım oldu.. İsviçre, İtalya, Almanya, Rusya, Türkiye ve Srilanka (Tamil) uluslarının güzel bir akşam yemeğinde buluşması.. Ortak dil Almanca ama biri Almanca bilmiyor İngilizce konuşuluyor, bir başkası İngilizce bilmiyor almancaya çevriliyor, bir diğeri fransızca.. Ama herkes birbirini anlıyor. Çünkü anlamak istiyor.. Çünkü ilginç konular konuşuluyor.. Farklı ulusların farklı kültürleri, yada meslek yaşantılarından örnekler.. Herkes farklı meslek gruplarından.. Tıp doktorundan hostes ve muhasebe ye kadar.. Birbirimizi başka bir yerde görsek bakmaktan öteye gitmez ilişki.. Ama böyle bir ortamda aynı nefesi solumak insanları birbirine yaklaştırıyor, sadece o insanı değil uluslararası olduğu için onun ülkesi hakkında da fikir sahibi oluyorsun.. Herkes kişiliğinin yanı sıra ülkesinide temsil ediyor sanki.. Ama hepimiz önce insan olduğumuzun farkındayız..

Yine uzak Doğu yemekleri vardı bu gece.. Sambol, Vade, Pudu, körili balık, yine başka bir balık sanırım yılan balığı, salata,ve son olarak elmalı tart.. Ve tabiki içecek olarak şarap.. Yemekler çok lezizdi, ama sohbet hepsinden güzeldi.. Hep buna daha çok önem verdim.., güzel atmosfer benim için çok daha önemli..

Bir ara biri çıktı bir 10 frank çıkardı.. Bu sahtemi gerçekmi, dedi.. Gerçekten ayırd edemediğim 10 frangı, bu böyle soruyorsa kesin sahte dedim sivri zekamla.. Neden dedi? Paranın üstündeki adamın gözlüğü yukarda dedim.. Herkes baktı evet gözlük yukarda dedi..  Soruyu soran kişi hepimizi dinledikten sonra bu para gerçek dedi.. Hatta isviçreliler arasında  o 10 frangı baş parmak ve işaret parmağıyla tutup masaya vurduğunda o gözlük aşağıya inmiyorsa gerçek diye bir soğuk espiri varmış.. Bunu yapanda bir Srilankalı:))  yarım asırlık isvıçreliler veya bizim yıllardır burada olupta dikkat etmediğimiz şeyler bunlar. Buna epey bi güldük.. Ama hangimiz paraların üstündeki resimleri inceliyoruzki.. Gereksiz bilgiler bazen gerekli olabiliyor.
iki parmakla masaya vurdugunda düsmeyen gözlük gercekmis:))
Sonra Burkadan açıldı konu.. İsviçrenin bir kantonununda bu yasaklandı. Okula bu şekilde gidemezler devlet dairelerinde çalışamazlar.. Biri dedi bu yanliş, dinlere saygı duyulmalı.. Bir diğeri dedi, yasağın adını yanlış koydular. Burka olunca dine çekiliyor konu.. Asıl sorun ve çıkış noktası yürüyüşlerde maskeli protestoculardı.. Yani yüzü gizlemek yasak... Sonra bir diğeri farklı bir soru sordu? Burka ile sadece gözleri görünen kişiler gümrüklerden nasıl geçiyor? Orada yüzlerini açıyorlar mı? Bunu hiç birimiz bilemedik, ama bence orada bir kadın gümrük polisi tarafından kontrol edildiklerine inanıyorum. Hiç denk gelmedim ama..

Sonra biri diğeri daha insancıl yaklaştı ve dediki, insanın bir güzel özelliği de jestleri ve mimikleri. Konuşurken bunlarıb görmek.. Burkalı bir insanla bu temas nasıl sağlanır? Doğrumu söylüyor, yalannmı? Çok doğru... Oradaki Rus tıpçı Almanca bilmediği için öyle oturuyordu. Ve ben onun kim ve ne olduğunu bilmiyordum. İngilizce konuşmaya başladığında vücut dili, yüzündeki mimikleryle gayet anlaşılıyordu. Ancak o zaman bir fikir sahibi olabildim.

Daha ne konular ne konular.. Güzeldi çok güzel.. Seni  düşünmeye iten ortamlar. İnsanların dünyasına giriyorsun böyle ortanlarda. Daha yakından tanıyorsun.. Ön yargılar kırılıyor. Sordukları sorularla nasıl düşündüğünü algılıyorsun.. insanları gözlemlemeyi çok seviyorum..  

Derin sohbetler

Pudu, (unlu ve hindistan cevizli karisim)

Vade (Mercimek sogan, ve köri karisimi)

Sambol (Hindistan cevizi acili köri karisimi) evet saat 12ye 5 kala kalktik:)

8 Ekim 2013 Salı

Hiç bir şey göründüğü gibi değil..



Biliyordum zaten yanlış anlaşımların nelere sebep olduğunu.. Bizler nedense hep gözlerimize, kulaklarımıza hissetikerimize inanırız..  Bu aslında çokda yanlış değil.. Çünkü gözlerimiz, kulaklarımız ve duygularımız öyle iletiyor beynimize.. Beyinde zaten tembelleştiği için evet o öyle onayını verdikten sonra allahı gelse inandıramaz onu aslında o görünenin yanlış olduğuna.. Ben gördüğüme mi inanayım sanamı deriz, ve keser atarız. 

Ama hiç bir şey göründüğü gibi değil maalesef. Sadece görmek, duymak, hissetmek yetmiyor.. Bazen biraz zahmet edip anlamak ve kavramak ta gerekiyor.. Zaten insanlar bir şeyleri yada birbirlerini anlasaydı demiyorum bile, en azından anlamaya çalışsaydı birazcık çaba gösterseydi bir çok gereksiz olumsuzlukları, iletişimsizlikleri yaşamıyor olurdu.. Tembeliz, tembelleşmişiz.. Organlarımızda tembelleşmiş.. Gözlerimiz, kulaklarımız, hislerimiz, bedenimiz... Tembelliğe alışmak kolay çünkü.. Ama işin aslı öyle değil.. Yine ninemin bize küçükken söylediği şu söz çukta oturuyor bu konuya.. Derdi ki; üşenci işin çoğunu tutar"  Nasıl yani, üşengeç insan hiç bir şey yapmaz, ninemde bir şey bilmiyor, derdim.. Anlayamazdım.. 
Misal: bulaşık var, ve ben üşeniyorum yıkamaya erteliyorum.. Sonra o bulaşıklar kuruyor, kokuyor vs. Sonra yıkarken kuruyan bulaşığı daha fazla ovuyorum.. Daha fazla enerji ve daha fazla zaman.. Halbuki üşenmeyip zamanında yapsaydım bu kadar uğraşmayacaktım.. İşte burada, üşenci işin çoğunu yapmış oluyor... Ama hiç bir getirisi olmayan gereksiz işler. 

Beyin tembelliğide aynı şey. O zaten öyledir, bu hep böyleydi, gözümle gördüm canım, aaa aa kulaklarım yalan mı söylüyor gibi şeylere inanarak, yargılayarak kolayı seçiyoruz. Biraz daha yakından bakamıyoruz..  Dokunmamıyoruz... Anlamaya çalışmıyoruz.. Bu sefer yanlışlar ve hatalar büyüyüp çözülmesi zor bir hal alan yumak oluyor.. Oysa baştan biraz emek verip anlamaya çalışsaydık o sorun yumagı zaten olmayacaktı.. Olsa bile anlamlı bir sorun olacaktı. 

Bana bu yazıyı yazdıran yukarıdaki fotoğraf oldu. İnstagramdan arkadaşım @zenfree bu fotoğrafı eklediğinde, nasıl yani diye bir tepki verdim.. O ağaç kütüğü havada duruyordu.. Mantığım almıyor ama gözüm gördüğüne inanıyordu işte.. Oysa biraz yakından baksam, anlamaya çalışsam aslında göründüğü gibi olmadığını, duvarın arkasında duran ağaca ait olduğunu göreceğim.. Bunu bana @zenfree anlatıncaya kadar akla karayı seçti:) 

İlginç fotoğraf değilmi? 





5 Ekim 2013 Cumartesi

Günübirlik Milano gezimiz...


Takvim, 8 Nisan Pazarı gösteriyor.

Paskalya tatili var.. Cumadan basladı tatil.. Zaten Serpil geleli olmuştu bir 4-5 gün.. Ilk bir kaç gün hava iyiydi aslinda, nasıl olsa daha burdasın, gezeriz düşüncesi ile o ilk bir kaç günü heder ettik.. Sadece Bern'de dolaştık.. Bern sokaklarında dolaşmayı çok sever Serpil:) Havalar günden güne dahada kötüleşmeye başlayınca , telefonlarımıza App storeden indirdiğimiz meteoroloji bilgilerinden, bize en yakin Avrupa ülkelerinin şehirlerine bir bir bakiyoruz. En güzel hava Milanoda, 20 dereceyi gösteriyor.. Buralarda ise 6-9 derece falan.. Hatta kar gösteriyor.. Inanmiyoruz tabi, şaşırdı bu app diye bakıyoruz.. Zaten ben, içten içe bu paskalyada beynimin arka tarafinda bir yerlerde bir Italya yatıyordu, ama dillendirmiyordum.. Bir akşam sohbet ederken ve durup duruken Sydn., Pazar Milanoya gidelimmi demezmi? Ikimizinde ayni seyi düsünüyor olmamiz gözlerimi pörtletti ve sevindirdi..

Evet karar alındı, Pazar Milanoya gidilecek.. Hepimiz heyecanlıyız. Tek şart, sabah 5.00 te kalkilacak.. Cumartesi gecesi erkenden yatıyoruz.. Pazar sabah 5 te herkes ayakta, herkes neşeli, yolluk hazirliyorum bir taraftan, bir taraftan tost kızartıyorum gençlere ve kahvaltı yapmak isteyenlere, diğer taraftan ne giysek endişesi, malum Milano, sakasi yok bu isin:), birde oralar 20 derece ama buralar soğuk.. Neyse uyduruyoruz bir şeyler.. Sydn, hadi hadi diyerek iki ayağımı bir pabuca sokuyor ama her zamanki gibi, en son cikan ben oluyorum yine, Serpilde beni bekliyor.. Sabahin köründe koyuluyoruz Italya yollarina.. Hava karanlık.. Ama giderek ağaran bir hava.. Güne erken başlamanın enerjisi gercekten bir baska.. Ama biz bunu her zaman başaranlardan değiliz malesef:)

Bern-Milano arası tam olarak 358 km. Sabah saat 10.00 da orda olmayı hedefliyoruz.. İstikamet Luzern, Como, Novara, Milano.. Burada bir parantez acayim.. (Novara'da Sydn'in 4-5 yıl önce Türkiye'ye gemi ile giderken tanıştığı bir arkadaşı var, ona haber etmiş, geliyoruz kahvaltıyı hazırla diye. Biz altı kişiyiz.. Onlar karı koca, birde cocukları var. Bizede önceden söyledi, oraya gidip bir kahvaltı yaparız, çok iyi biri dedi.. Yeni evli olduğunu ve bir cocuklarının olduğunu söyleyince, Cumartesi Serpille cocuğuna bir hediye alalım, sap gibi gitmeyelim dedik.. Tahminle cocuğun iki yasında falan olduğunu düşünüyoruz.. Plastik bir oyuncak olmasın, ahşap olmasına özen gösteriyoruz, ayrıca motorik gelişimini destekleyecek oyuncaklar olsun diyoruz.. Serpil ayrı, ben ayrı alıyoruz.) parantezi kapadım.

Güzergah çok güzel.. Karlı daglar ve göller eşliğinde gidiyoruz.. Hatta bir ara lapa lapa karla karşılaştık.. Serpil kışın görmemiş böyle bir kar yağışını.. Nisan ayında karla tanışması onu hem şaşırttı hemde sevinir gibi oldu.. Sonra şu ünlü Gotthard tünelini geçmeye hazırlanıyoruz.. Yarım yamalak bilgilerimle Serpil'i heyecanlandiriyorum.. Dünyanın en uzun tüneli diyorum, 57 km diyorum, git git bitmiyor diyorum.. Bir çok tünelden geçiyoruz. Hatta Serpilin tünel girişinde gözleri ile okuduğu Gotthard tünelini kısa bir sürede çıktığımız için, yok burası degil diyoruz.. Belliki, bize inandigi kadar gözlerine inanmiyor:) Biz o tüneli beklerken kendimizi İtalya sınırında buluyoruz.. Yani çoktan geçmisiz ama haberimiz yok.. Çok gezenmi bilir, çok okuyanmi sorusu tamda burada cevabiyla birlikte devreye giriyor:) .. çok gezen!!

Sizide bilgilendireyim; Gotthard tüneli dünyanın 2. Uzun tüneli imiş, 17 km.. 57 km lik tren yolu tüneli yapım aşamasında.. 2018 de bitmesi planlanıyor., o zaman dünyanın 1. Uzun tren yolu tüneli olacakmış.. Sınıra geldiğimizde son benzinlik ve hediyelik eşyalar satan bir yere uğruyoruz.. Diyoruzki; hiç tanımadığımız bir eve kalabalık gidiyoruz, sadece cocuğa oyuncak aldık, şurdan bir İsvicre çikolatası alalım.. Birde Serpil sepet icinde minik inek figürleri beğeniyor, tuzluk ve biberlik olarak.. Onuda aliyoruz.. Artık İtalya sınırını aşiyoruz.. Hava güzel.. İki saat önceki kardan eser kalmamis... Dört mevsimi aşarak geliyoruz.. Ve artık mevsim yaz oluyor.. Mimari yapısı Türkiyeye benziyor.. Kırmızı kiremitli evleri, bağları bağçeleri ile. Saat 10.30 gibi Novara'da oluyoruz.. Evi bulmakta biraz zorlaninca evin adamı bizi olduğumuz caddeden alıyor.. Eve varıyoruz, merdivenlerden yukarı çıkıyoruz, kapıda bizi güler yüzlü, güzel, turbanli genç bir kadın karşılıyor.. Bu kadar kalabalık oldugumuzu tahmin etmemiştir herhalde.. Merdivenlerde arkamız kesilmeyen bir insan kalabaligi.. İki odalı küçük bir evleri var, ve masaları 4 kişilik.. Sığamayacağızı anlayan evin hanımı yere kuruyor sofra bezini.. Hazırladığı seyleri diziyor sofra bezinin üstüne.. Sagolsun sabah erken kalkıp, bir sürü seyler hazırlamış.. Pohacalar daha sicakti.. Diğer hamur isleri, üstü naneli yoğurtlar.. Kizartmalar.. Bir sürü seyler vardı.. Urfalıymiş evin hanımı.. Serpil, "ben Milano'ya geldim sanıyordum ama ben geldim Harran'a diye bir espri yapiyor, ama aramızda tabi:)

Kahvaltıdan sonra, kahve faslına geçildi. Bu arada cocukları çiçek çıkarmış, biraz mızmız hastalık nedeniyle.. Birazda şımarık.. O kadar kalabalığı görünce ne yapacagını bilmeyen yaramaz bir cocuk halini aliyor.. Hediyeler masanın üstünde duruyor.. Açılmadı, bakılmadı bile.. Sonra cocuğu oyalamak adına hediyeleri veriyoruz. Cocuk yırtarak acıyor. Sonra onunla oturup oynamaya çalışıyoruz.. Renkli meyvalar var tahtadan, onları ipe dizmek, yada torbanın icinde hangi nesne var, dokunarak tanıma gibi seyler.. Önce oynuyordu sanki, sonra aldı aldı attı o nesneleri saga sola.. Bizim kafalara falan.. Özenle seçtiğimiz hediyeleri kafamıza yiyeceğimiz aklımıza gelmemişti tabi.. Kaldırdım oyuncakları, tekrar masaya koydum.. Baktım orda daha açılmayan hediyeler var, dedim bunlar buraya fazla, çaresine baktık tabi:)) siz siz olun size gelen hediyeleri hemen açın ve bakın.. Bazıları yok olabilir:)))

Sonra Milano'ya gitmek için çıktık yola, abartısiz aşağıda evin hanımını 45 dakika bekledik.. Belkide 1 saat.. Onlar bizimle ayıp olmasın diye geldiler, bizde ayıp olmasın diye sesimizi çıkaramadık artık birlikte gittik.. Oysa cocukları hasta idi, gelmeselerdide kırılmazdık.. Hatta memnun olurduk:)

Milano'ya vardık, şehrin tam göbeğinde park yeride bulabildik.. Yürüme mesafesinde 5 dakika sonra o beyaz mermerden yapılmış, görkemli ve ünlü "milano duomo" katedralinin önündeki meydana ulaştık.. İnsalar ve güvercinler meydanın müdavimleri.. İstinasiz herkesin elinde bir fotograf makinası, yada cep telefonları ile resim çekenler.. Masmavi gökyüzü, bembeyaz ihtişamlı kocaman bir kilise, 135 sivri kuleleri, ( üşenmedim saydım:-) yok yok, googlenin yalancisiyim) minik minik birsürü figürleri ile gercekten çok güzel., kartpostallarda bile hep o kilise.. Meydanın hemen solunda "piazza duomo" galerisi var.. Dünyanın ilk alışveriş merkezi imiş.. Biz sadece gezdik.. Ne aldık, nede verdik. Yerler mermer ve mozaik işlemeli.. Bir yerde bir kalabalık gördük.. Bir mozaiğin etrafını sarmışlar, yaklaştigimizda mozaik bir boğa ve üzerinde dönen insanlar.. Bizimle birlikte gelen kadın bildigi kadarı ile bize anlattığı şuydu; erkek cocuk isteyen, yada cocuk isteyen yada bir dileği olan üzerinde dönerse dileğin gerçekleşeceğine dair bir inanış varmış.. Küçük - büyük, genç- yaşlı, kadın-erkek, herkes dönüyor.. Tabi bizde döndük sırayla.. Genelde herkes gitmeden önce araştırma yapar, bilinçli gider.. Biz geldikten sonra yaptik araştırmamızı, nerelere gitmişiz, bi bakalim bakalım misali:) O boğa figürü ünlüymüş evet, ama usulü varmış.. Sırf cocuk isteyenler, erkekler ayak topukları ile boğanın malum bir yerinde döner, kadınlar ise ya üzerine oturur yada dokunurmuş.. Biz hepimiz ve herkes deli gibi döndük üzerinde.. Ha, biz niye döndük onuda bilmiyorum.. Oraya kadar gidip, dönmemek olmaz dedik herhalde:)..

Sonraaa malum ağzımız kurudu.. Bir yerlere oturup bir şeyler içmek, bence en keyifli anlardan biri.. Yine aynı meydanda o görkemli kiliseye karşı bir yerde 9 kişilik yer bulmak büyük şanstı.. Biralarimizi yudumlamak, kafenin wireless sifresini alip resimler eklemek, konuşmak, gülmek güzel... Sonra yine keşife devam, heryerde tarihi güzellikler, ne tarafa gidersen git mutlaka görülmesi gereken bir şey var.. Adliye sarayı, müzeler, Leonardo da Vinci heykelleri, kuleler, gladyatörlerin savaş arenaları, havuzlar, vs. Güzeldi, sevdim Milano'yu.. Tarihi bir yapısı var.. 3-4 saatte gezilebilecek bir yer.. Ama uzatilabilirde.. Aksam 6.00, artık geri dönme vakti.. Arkadaşlarımızla vedalaştik, teşekkür edip ayrıldık.. Aksam 22.00 de evde olmayı planlanliyorduk ama, gelirken bir türlü farkina varamadigimiz Gotthard tüneli, dönüste sizmiziniz beni farketmeyen dercesine, önünde 1 saat kuyrukta kaldık.. 1 saat gecikmeyle saat 23.00 te evde idik.. Çok yorgunduk.. Bir günde neler neler yasamıştık.. Güzeldi.. Her şeyiyle çok güzeldi.. Yine olsa yine yaparım dediğim..

İşte böyleydi bizim Milano gezimiz.. daha fazlası var, ama eksiği yok:))
Milano, 8 Nisan 2012

Dosyalarimda duran bu yazimi eklemek istedim.. Dosyalarda duracagina Blogumda dursun..

2 Ekim 2013 Çarşamba

Farklı bir doğum günü bugün..

Eğer yaşasaydın bugün yetmişbir yaşında olacaktın.. Koskoca Yet-miş-birr.

Eğer yaşasaydın bugün önce torunların arayacaktı seni., sonrada sıra gelirse biz konuşacaktık..

Eğer yaşasaydın bugün, belki, nasılsından  sonra şu doktora gittin mi, şu tahlilleri yaptırdın mı diye diye konuşuyor oacaktım..

Bugün yaşasaydın eğer, belki, buraya ne zaman geliyorsun diye sitem ediyor olacaktım..

Bugün yaşasaydın eğer, belki doğum gününe gelemedim diye üzülüyor olacaktım.. 

Bugün yaşasaydın eğer, belkide doğum gününü kutluyor olacaktık.. Torunlarından biri, belkide sana aldığımız krem yeni elbisenin üstüne çikolatalı pastayı dökecekti..  Belkide birimiz orada olamayacaktı ve sen üzülecektin. 

Bugün yaşasaydın eğer, belkide  yıllardır yemediğim o mısır ekmeğini yapacaktın, ve heyecandan fırında unutup yakacaktın... 

Bugün yaşasaydın eğer, biz habire balkona sigara içmeye gittiğimiz için kızacaktın.. Yine aldı o lülüğü ağzına diyerek.. ( lülük=sigara, anne dil kurumu)

Bugün yaşasaydın eğer, hadi bize gidiyoruz,diyecekti birimiz, diğeri olurmu bize gidiyoruz, bir diğerimiz burdan bir yere gidemez diyecekti.. Sen bir birimize  bakacaktın bir diğerimize, ve her zamanki gibi sessiz ve arada kalacaktın..  

İyiki yaşamıyorsun mu diyeyim şimdi? Ne diyeyim?? Hayır, keşke olsaydın da bunları yaşasaydık diyorum.. 

Ama sen yetmişbir yaşında değilsin.. Sen otuzsekiz yaşındasın.. Ve hep öyle kalacaksın.. Genç, güzel, sevimli..