Sayfalar

Bayan Suzi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bayan Suzi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mayıs 2025 Salı

Kör ve Sağır İki Kuzenin Buluşması...

Kasım ayından bu yana bloguma tek satır yazmamışım. Oysa yazacak o kadar çok şey birikti ki… Her seferinde nereden başlasam diye düşündüm durdum. Hayat bazen öyle yoğun, öyle dolu geçiyor ki; yaşarken anlatmaya, hissettiklerimi kelimelere dökmeye fırsat kalmıyor. Ama galiba artık zamanı geldi. Uzun bir sessizliğin ardından, bu satırlarla yeniden buradayım.

Bugün anlatmak istediğim, beni derinden etkileyen bir buluşma. Sessizliğimi bozmama vesile olan o özel günden başlamak istedim: Bayan Suzi ve kuzeni Erika’nın karşılaşmasından...

Aylardır planladığımız Bayan Suzinin kuzenini ziyaret ettik nihayet. Kuzeni Bayan Erika, güzel, donanımlı, temiz havası olan güzel bir dağ eteğindeki bir huzurevinde kalıyor. Baharın gelmesini, havaların biraz ısınmasını bekliyorduk. Ve o gün geldi çattı. Bayan Suzi'nin yardımcısı, saat kaçta çıkılacak, öğle yemeğine ne sipariş verilecek, her şeyi organize etmişti. Benim buradaki katkım, onları araba ile oraya götürmekti. 

O sabah sözleştiğimiz gibi 9.45’te oradaydım. Eve pencerelerden sabah güneşi süzülüyordu. “Bir kahve içebilirim” deyip mutfağa yöneldim. Kahvemi içerken, “Heyecanlı mısın?” diye sordum Bayan Suzi’ye. “Keşke ben gelmeseydim, siz gitseydiniz,” dedi. “Allah Allah, ne münasebet, senin kuzenini tanımam etmem, sensiz niye gideyim?” diye düşünsem de, ağzımdan çıkan başka cümlelerle karşılık verdim. “Sen çok heyecanlandın, ondan öyle diyorsun gibi. Bugün çok güzel bir gün, hadi çıkıyoruz,” dedim ve arabaya yerleştik. Arkaya oturdu, kemerini taktı, yardımcısı da yanına oturdu. Güneşli bir günde dağlara doğru yol aldık. Yaklaşık elli dakika sonra vardık. 

Restoranı, kafesi, lobisi olan lüks bir oteli andıran bir yapısı vardı huzurevinin. Lobideki koltuklara oturduk, Bayan Suzi’nin yardımcısı kuzenini almaya gitti. Neden sonra tekerlekli sandalyeyle getirdi kuzeni Erika’yı. Güler yüzlü, konuşkan, zarif bir kadin. Görme engelli olduğunu söylemişti daha önce Bayan Suzi. Ama kulakları çok iyi duyuyor, beyni zinde. Normal konuşabiliyorsun. Bayan Suzi’yle artık normal konuşmak mümkün değil. Çok ağır duyuyor. Bir de konudan konuya atlıyor. Yani biri kör, biri sağır iki kuzenin buluşmasına tanık olmak bambaşka bir duyguydu. O yaşlı, buruşuk ellerini kavuşturup oturmaları, biri başka bir tarafa, diğeri ona baksa da, birinin sorusuna diğeri farklı cevap verse de, aralarında görünmeyen bir bağ vardı. Hissettiklerini, paylaştıklarını görebiliyordum.

Neyse, tokalaştıktan ve tanıştıktan sonra, “Bir şey içer miyiz?” diye oranın bir çalışanı geldi. Erika çalışanları sesinden tanıyor, çalışanlar da ona çok kibar ve nazik davranıyor. Siparişleri Erika verdi, “Benim davetlimsiniz,” diyerek. Kendileri kırmızı şarap aldı. “Sabahın 11’inde şarap mı?” diye düşünsem de, “Neden olmasın ki,” deyip ben de beyaz şarap söyledim. Yanına tuzlu bir şeyler de getirmesini söyledi Erika. O şarap kadehinin altını parmak uçlarıyla sürekli hissederek kibarca içiyor. Çubuk kraker ve diğer tuzlu atıştırmalıkları da eline biz verdik. Orada bir saat oturduktan sonra, saat 12’de restoran bölümüne geçtik. Günler önce Bayan Suzi’nin yardımcısının sipariş verdiği yemeklerimiz geldi. 

Var ya, Erika’ya hayran kaldım. O görmeyen gözleriyle öyle kibar yiyip içiyor ki, hiç döküp saçmadan… Kendimden utandım. 

Daha sonra huzurevinin bahçe tarafına geçtik, güneşten yararlanmak için. Biraz Erika’yla sohbet ettim. Kolay bir hayatı olmamış. Kaldığı yere yakın bir dağ restoranı işletmişler zamanında. Sonradan görme yetisini kaybetmiş. Bir kızı varmış, genc yasta hayatına son vermiş. Nedenini, niçinini sormadım. Yeni tanıştığım bir kadına özel sorular sormak bana doğru gelmedi. Onun anlattığı kadarını dinledim. Kızının mezarı huzurevine çok yakın bir yerdeymiş. “Gitmek istersen götürelim,” dedik. Önce “Olur,” dendi, sonra vazgeçildi. Bayan Suzi için de tekerlekli sandalye ayarlayabilirdik orada ama gitmek istemedi. “Siz gidin, ben burada beklerim,” dedi. Erika da “Yok, gitmeyelim o zaman, yeni gittim,” dedi. Belki de kibarlığındandı. 

Öğleden sonra ayrılmadan önce Erika’yı odasına götürürken, “Ben de gelebilir miyim?” dedim. “Tabii ki,” dedi. Asansörle ikinci kata çıktık. Yürüyemiyor ama odasında kimseye ihtiyaç olmadan işlerini halledebiliyormuş. Teşekkür ederek kucaklaştık. Zaten beni gıyabımda tanıyormuş, Bayan Suzi ona benden çok söz etmiş.

Sevdim Bayan Erika’yı. Yolum o taraflara düşerse ziyaret ederim. 

 

Biri duymuyordu, diğeri görmüyordu ama kalpleri birbiriyle fısıldaşıyordu. 

Ne göz gerekiyordu bu anı görmek için, ne de kulak duymak için… 

2 Şubat 2020 Pazar

Bayan Suzi'yi Merak Edenlere...

Bi cesaretle aradım o numarayı yine...

Koskoca yaz geçti, sonbahar geçti, o kokulu üzümlerinden ve elmalarından hiç haberdar etmemişti beni. Noelde bile kart göndermemişti. 15 yıldan beri değişmeyen rutinlerdi bunlar. Kesin bi şey olmuştu Bayan Suzi’ye. 
Aradığım numara çalıyordu. En azından bu iyi bi şey diye düşünüyordum. Açan olmuyordu ama ben inatla çaldırmaya devam ediyordum. Çaresizce kapadım telefonu. Her saat başı aramaya devam ettim. Bayan Suzi’ye bi şey olsa telefon iptal olur diye düşünüyordum. Telefonunun çalması umudumu diri tutuyordu. O gün kaç kez aradım bilmiyorum. Cevap veren olmadı aramalarıma. 

Bugün yeniden aklıma düştü bayan Suzi. Hava soğuk ve yağmurlu. Belki bugün yakalarım umuduyla yeniden aradım o numarayı. Uzun uzun çaldırdım yine. Telefonun diğer ucundaki ses verdi bu sefer. Evet, Bayan Suzi’yi tanırım sesinden ta kendisiydi. Kimsiniz? Diyor. Heyecandan elim ayağıma, dilim damağıma dolaşarak, benim diyorum adımı söyleyerek. Duyamıyor beni. Yüksek sesle yineliyorum biraz önce söylediklerimi. Bu sefer sevinme sırası ona geçiyor beni tanıyınca. Biliyor musun, sana noelde kart gönderdim, dün geri geldi, neden? Diyor. Bilmiyorum, diyorum. Zamanın var mı, gelecek misin, diyor. Evet, gelmek istiyorum, diyorum. Saat kaçta geleceğimi soruyor. Üç gibi gelirim diyorum. Tamam ben zili duymayabilirim, kapı açık olacak girersin, diyor. 

Bir şişe beyaz şarap alıp Bayan Suzi’ye doğru yol alıyorum. Evinin önüne geldiğimde iki eliyle sürdüğü tekerlekli yürütgeci rüzgardan bi yere savrulduğunu ve yağan yağmurdan ıslandığını görüyorum.  O görüntü içimi acıtıyor nedense. Kaldırıp evin saçağının altına koyuyorum güzelce. Cebimdeki eski mendil parçaları ile gelişi güzel kuruluyorum metal kısımları paslanmasın diye. 

Merdivenleri çıkıp her zamanki gibi ziline basıyorum önce, sonra kapı koluna asılıyorum. Evet kapı açık. Bayan Susi ben geldim diye ünleyerek giriyorum içeri. Fakat evde kimse yok. Bütün odaları dolaşıyorum. Tam yukarı kata çıkmaya yeltendiğimde Bayan Suziyi görüyorum. O beni seçemiyor. Merdivenlerden aşağıya inmesini bekliyorum. Ağır ağır iniyor. İki dirhem bi çekirdek giyinmiş. Nihayet aşağıya indiğinde yakından beni tanıyabiliyor. Vaktinden önce geldin, saat 3 demiştin değil mi? diyor. Evet, diyorum biraz önce geldim, kusura bakmayın. Yok, diyor önemli değil, yukarı giyinmeye çıkmıştım, yoksa kapıda karşılardım. 

Her zamanki o küçük yuvarlak masaya geçiyoruz mutfakta. Bak diyor, peynir getirtmiştim Simmentaldan. Böyle peyniri bulamazsın buralarda. Ahşap rendesi gibi bir alet çıkarıyor. Peyniri incecik dilimlemek için. Fakat gücü yetmiyor. Ben yardımcı olabilir miyim diyorum. İlk kez gördüğüm bu aletle başlıyorum dilimlemeye. Peynir öyle sert ki, ben bile zorlanıyorum. Tabağa incecik dilimlenmiş peynirlerden birini gizlice atıyorum ağzıma. Damağım bu peyniri tanımıyor. Enfes bir tat bırakıyor. Masayı donatıyoruz birlikte. Bardakları getireyim, diyorum. Ben getiririm, diyor. Bende onunla birlikte gidiyorum. İçimden düşündüklerimi bire bir yaşıyorum. Ne zaman gitsem aynı konuşmalar geçer o dolaptan şarap kadehi alırken. Ben Bay Anliker’in kadehini alayım, sanada babamın kadehi vereyim, diyor. Hayır, bu sefer başka bardak alalım, bunlar kırılacak diye çok korkuyorum, diyorum. Bay Anliker’in kadehine bi süre bakıp, yüzünü bana çevirerek “bay Anliker öldü, biliyor musun? diyor. Biliyorum, geçen yıl anlatmıştınız ya, diyemiyorum. Evet, duydum ve çok üzüldüm, diyorum. Eksikliğini çok hissediyorum, ve onu unutmak için ömrümün çok kısa olduğunuda biliyorum, diyor. Yine sağ eliyle saçını arkaya doğru yatırırken, ama diyor Lory geliyor her Cumartesi, alışverişimi yapıyor, bürokratik işlerimi takip ediyor, o çok akıllı ve çok iyi bir kadın. Zaten bilmeliydim, Bay Anlikerin aptal bir kadınla evlenmeyeceği kadar akıllı bir adam olduğunu, diyor. Bardaklar elimizde mutfağa yürüyoruz. 

Şarapları ben dolduruyorum. Bay Anlikere ve hayata tokuşturuyoruz kadehleri. Mhhh, bu şarap çok güzelmiş, diyor. Seviniyorum. Okumaya çalışıyor şişenin üstünde yazılanı. Ama seçemiyor. Okuyamamak çok zor biliyor musun? Diyor. Zor olmaz mı? Hele hele çok okuyan bir insan için çok zor olmalı. Maillerimi bile okuyamıyorum diyor. Tam bu arada bana gönderdiği Noel kartı düşüyor aklına, aniden yerinden kalkıp, elinde bir zarfla geri dönüyor. “Bunun nesi yanlış, söyler misin? Neden geri geldi bu? Diye elime tutuşturuyor. Adresleri karıştırmış olduğunu görüyorum. Bunu onu kırmadan nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Her şey doğru aslında diyorum, sadece şirket adresine göndermişsiniz, fakat şirket adı yok, benim adım var sadece o yüzden diyorum. Şuraya büyük harflerle doğru adresi yazar mısın, diyor. Yazıyorum. Ama diyorum, kart yinede bana ulaştı, bunu evde okuyacağım, diyorum. Hayır, şimdi aç lütfen, diyor. Peki deyip gelişi güzel açmaya çalışıyorum zarfı. Bekle, diyor zarf açacağım var. Bi kaç tane getiriyor. Hepsinin anısını anlatıyor. Evinde ne varsa hepsi ile bi yaşanmışlığı var. Öyle güzel ki. Belkide onu hala ayakta tutan şeyler bunlar diye düşünüyorum. Hatta bi tanesinin tutacak yeri kırılmış, bunu tamir ettirmeliyim, diyor. Şu mesela; Parlementoda çalıştığım dönemlerden, ne çok politikacı, sanatçı kişilerin mektuplarını açtı bu zarf açacağı, diyor. O zarf açacağı ile bende benim zarfımı açıyorum. Berneroberland da dağlık bi bölgede çekilmiş eski bir fotoğraftan kartpostal. Dağların arasında kocaman bir dağ evi. Bak, diyor ben burada doğdum ve çocukluğumun geçtiği yer. Kartın üzerine yazmadım, belki sende bi başkasına gönderirsin diye, diyor. İçine koyduğu kağıda yazdıklarını okuyorum. 

Ne kadar çok anlatacağı şeyler var. Zaten hep o konuşuyor ben dinliyorum. Ben bi şey söylediğimde duyamıyor, duymadığı için anlamıyor, anlamış gibi yapıp bambaşka bi konu ile cevaplıyor. O yüzden zaten bende onu dinlemeyi yeğliyorum. 
İyi geliyor bana Bayan Suzi ile görüşmek, onu dinlemek. Onun bu yaşında bile hayata bağlılığı, yaşam enerjisi, bilgisi ve kültürü. Beni kendime getiriyor. 


Böylece iki saati geride bırakıyoruz. Ben artık gideyim diyorum. Size bi şey soracağım diyor. Bazen sen diyor, bazen siz diyor. Oysa senli benli olmuştuk geçen yıllarda. Önemli değil, bende bazen sen bazen siz diye hitap ediyorum. Buyrun, sizi dinliyorum, diyorum. 
Ben dizimden ameliyat olmayı düşünüyorum, sanırım bir hafta içinde yeniden evde olurum, bu süre içersinde kedilerime bakabilir misin? Diyor. Tabiki bakarım, hiç endişeniz olmasın, diyorum. Nasıl rahatlıyor o anda, gülerek kadehini ağzına götürüyor. Çok teşekkür ederim, bu konuda sana güveneceğimi biliyordum, diyor. Onun bu mutluluğu benide mutlu ediyor. O zaman sana bi anahtar temin etmeliyim, diye elini başına götürüyor. Anahtarın biri Lory’de, biri spitexden gelen bakıcıda, biride bende diye sesli düşünürken, benimkini sana veririm o zaman, diyor. Beni arayın, hemen gelirim, diyorum. Ben artık numaraları görmüyorum ve telefon edemiyorum, diyor. Ev telefonuna bakıyorum. 4 kişinin telefon numarası kocaman harflerle bi tuşa kaydedilmiş. Sadece onları arayabiliyor. Numaramı tekrar istiyor. Şuraya kocaman numaralarla yaz, onuda şu telefona kaydedelim, diyor. Yazıp veriyorum. Bi tuşla kaydetmeyi bilsem ben yapacağım ama beceremiyorum. Kızıyorum kendime. Bunu yakın zamanda bi şekilde halletmeliyim. 

Tam kalkmaya yeltendiğimde, dur, birlikte bi kahve içelim, bu şekilde araba kullanma, ehliyetini kaybetmeni istemem, diyor. Oysa bi şişe şarap daha yarıya bile gelmemiş. İki küçücük kadeh içtik. Peki, diyorum. İkimize kahve yaparken ben, o dolaptan dün sipariş ettiği tatlıları çıkartıyor. Bunu en güzel şu fırın yapıyor biliyorsun değil mi? diyor. Evet biliyorum, bunlar enfes, diyorum. Aslında bilmiyorum. Ne zaman gitsem hep aynı tatlı. Hakkaten güzel tatlılar, ama görsem almayacağım şeyler. Bundan böyle nerede görsem o tatlıları, bayan Suzi olacaklar. 

Bayan Suziyi tanımak isteyenler için ilgili diğer yazılar:

Bayan Suzi ve Üzümleri
Bayan Suzi ve Sevgilisi
Bayan Suzi Düşmüs
Bayan Suzi Ve O Gül

24 Aralık 2018 Pazartesi

Bayan Suzi‘de Noel Yemeği


Noel masasi
İki hafta önce bayan Suzi’yi ziyaret etmiştim. O zaman bana “23 Aralık Pazar akşamı Bayan Anliker gelecek, Noel yemeği yapacağız birlikte sende gelmek ister misin” diye sormuştu. Tabiki gelirim demiştim. Çünkü bayan Anliker’i merak ediyordum, eşinin 65 yıllık sevgilisi ile nasıl arkadaş olmuştu? 
Bay Anlikerin ölümünden sonra sık sık bir araya gelip, birlikte ağlayıp birlikte gülüyoruz demişti Bayan Suzi . 

Yağmurlu bi Pazar bugün. Ütü yaparken telefonum çaldı. Arayan Bayan Suziydi. Geliyor musun bugün diye yeniden hatırlattı. Unutmadım evet geleceğim dedim. Saat 17 de evine vardığımda kapısını yine aralık bırakmıştı. Her zamanki gibi yine zile basıp içeri girdim. Ev mis gibi yemek kokuyordu. Pencereleri açmışlardı havalansın diye. Bayan Suziyi kucakladım, sonra mutfakta önünde önlükle yaptığı yemeği karıştıran Bayan Anlikeri gördüm. Görece daha gençti. O beni, ben onu gıyabımızda tanıyorduk. İyi akşamlar bayan Anliker, diyerek tokalaştım. Ben Lory, ismimle hitap edebilirsiniz dedi. Bende de ön adımı söyleyip, tanıştığıma çok memnun oldum, dedim. Seni daha önce bir kez görmüştüm, uzun saçların vardı, ama şimdi sokakta görsem tanımazdım, gittikçe gençleşmişsin, nasıl yapıyorsun bunu diyerek iltifat etti. Evet, hatırlamıştım, yıllar önceydi, bay Anliker’i evine bıraktığımda kapıda ayak üstü konuşmuştuk. Ama bende görsem tanımazdım. Güzel kadın. Dinç ve bakımlı. Sessiz ve temiz çalışıyor mutfakta. Eli ayağı her şeye yakışıyor. 

Elim boş gitmeyeyim diye bir şişe kırmızı şarap götürmüştüm. Suzi Portekiz şarabını çok severmiş. Ben Fransız şarabı götürmüştüm. Sana bir şey getirme demedim mi ben, dedi. 
Ama bu akşam Bay ve Bayan Anlikerin mahzeninden Portekiz şarabı içeceğiz dedi. Bay Anliker yoktu artık, ama onun aldığı şarabı karısı Lory, sevgilisi Suzi, ve iş arkadaşı ben, Bay Anlikere kaldırıyorduk meylerimizi. Onun canına değercesine. 

Izinlerini alarak cektim fotografi
Yemek öncesi birer kadeh mutfakta içtik. Sonra yemeğe geçiş. Masayı kurayım mı dediğimde, masa hazır dedi Lory. Özenle hazırlamışlar masayı. Tarihi gümüş çatal, kaşık bıçak yerlerini almıştı. Servis tabakları keza öyle. Birde ünlü ressam tablolarında gördüğümüz vazodaki çiçekler, bu sefer canlıydı. 

Yemek Bay Anliker tarifimiymiş. “Fleischsuppe” et çorbası dedikleri şey. Daha önce hiç yemedim. Ama öyle bir şey ki; hem çorba hem ana yemek. İçinde et var, havuç, lahana, pırasa, soğan, kereviz var. Önce suyunu içiyorsunuz çorba yerine, sonra et, yanında ki sebzelerle ana yemek oluyor. Hem eti güzel pişmiş, hem sebzeler erimemiş. Çok sevdim. Tatlı olarak meyve salatası yapmış Suzi. Ağır ağır, sindire sindire konuşa konuşa yedik yemeklerimizi.

Ben bi punduna getirip Lory’ye  merak ettiğim soruları sormak istiyorum. Yani nasıl oluyorda, kocasının sevgilisi ile arkadaş olabiliyor😀? Dimi ama? 

Loryyyy, dedim gülümseyerek, sen daha öncede geliyor muydun buraya? Hayır, dedi. Bay Anlikerin ölümünden sonra gelip gidiyorum. Çünkü çok değer veriyordu Suzi’ye, en son kaza geçirdiğini öğrendiğinde çok üzülmüştü, zaten yıllardır tanışıyorlar, en son ben getirip götürüyordum buraya bile, dedi. Baksana haline, iyi göremiyor, duyamıyor, ve kimsesi yok. Acıyorum dedi. Güzel bi insan olduğunu düşünüyorum Lory’nin. Gençliğinde belki farklı düşünmüş olabilir hiç görüşmediğine göre, ama bu saatten sonra arkadaş olayım bari, en azından ortak bi noktamız var, ikimizde aynı adamı sevdiğimize göre mi düşünüyor? Bilemedim? Çokta inciğini cinciğini soramadım.  Velhasıl enterasan bi akşamdı. Böyle şeyler ancak filmlerde olur diyebileceğim bi film karesi gibiydi bu akşam yaşadıklarım. 

Masayı kaldırdık, hemen bulaşıkları yıkadım, Lory geldi arkamdan, oda kurulayıp yerleştirdi. Tekrar masaya döndük. Bi espresso içermiyiz dedi Suzi. Valla hiç uyku problemleri yok herhalde bu yaşta bile. Uykun kaçmaz mı dedim? Yoo, dedi! Kaçarsa kalkar bi kadeh şarap içerim sonra yine yatarım dedi cool bi şekilde. İçtik kahvelerimizi minik çikolatalı pastayla. Bulaşıklar kalsın, ben onları sonra yıkarım, güzel bi akşamdı benim için, yarın Noel, ama ben bu akşamdan kutlamış gibi oldum teşekkür ediyorum ikinizede, dedi. Ben asıl ikisine teşekkür ettim. Bu arada bulaşıkların yıkandığının farkına varmamıştı. Lory ile göz göze gelip sadece göz kırptık birbirimize. 

Saat 20.30 gibi ben kalktım. Lory oradaydı. Araba ile mi buradasın dedim. Hayır otobüsle geldim, çünkü şarap içeceğimi biliyordum, dedi. Bende biliyordum ama arabayla geldim, dedim.. Güldü:) işte disiplin farkımız bu dercesine. 

Vedalaşıp çıktım. Gece karanlıkta sokak lambalarına baktığımda yağmur iyice bastırmıştı. Arabaya geldiğimde çantamı bu sefer gerçekten mutfakta unuttuğumu farkettim. Geri geldim. Zile bastım önce, sonra kapı kolunu bastırarak içeri girdim. Kapı açıktı. Lory beni gördü. Çantamı unutmuşum, dedim. Güldü. Suzi beni farketmedi bile mutfakta arkası dönük beni anlatıyordu Lory’ye. Bi süre kendimi dinledim. Hoşuma gitti duyduklarım. Lory bana baktı, ben Lory’ye. Kapyı kilitleyin arkamdan deyip çıkıp gittim. 

4 Mart 2018 Pazar

Bayan Suzi ve Sevgilisi..

(Bayan Suzi’yi tanımıyorsanız eğer şuradan Bayan Suzi ve Üzümleri yazimi okursanız daha anlamlı olabilir. )


Ofisteki orkidelerin çiçeklendiğini görünce düştü aklıma Bayan Suzi. Sonbaharda gittiğimde, “artık kurtulmak istiyorum bütün fazlalıklardan” diyerek bir sürü çiçeksiz orkideyi dizmişti balkonuna. Orkideler yarı solmuş gibiydi.  Atmaya kıyamıyordu. Ben alırım dediğimde çok sevinmişti. Onun sevinciydi aslında beni mutlu eden, yoksa o can çekişen orkideleri iş yerindeki çöp konteynırına atmayı düşünüyordum. Atamadım. Biraz ofiste kalsınlar tamamen solduklarında atarsam üzülmem diye düşünmüştüm.

İşte bu son ziyaretim geldi aklıma o yarı canlı orkidelerin çiçeklendiğini görünce. Aldım telefonu elime, aradım bayan Suziyi. Uzun uzun çaldırdım. Genelde geç çıkar telefona. Yine öyle oldu. Ve genelde adımı bi kaç kez tekrar edince tanır beni. Tanıdığında ise sesine sevinç düşer. “Biliyor musunuz, Bay Anliker’de burada” dedi heyecanla ve ben öyle mi? diyemeden devam etti. “Dişçiye gitti bugün, onu almaya gittim, biliyorsunuz kendi başına hareket edemiyor, dönüşte bir buçuk saat taksi beklememizi söylediler, ama beklemedik toplu taşıma ile geldik çok zor oldu, ama şimdi evdeyiz, somon yapıyorum birlikte yemek yiyeceğiz” dedi. Sizinle cumartesi görüşebiliriz diye ekledi. Cumartesi gelemem, ama müsaitseniz bugün öğleden sonra gelebilirim, birer kadeh şarap içeriz birlikte ve sonra Bay Anlikeri evine götürebilirim diye bir teklifte bulundum. Oda olur tabi, kapıyı açık bırakacağım zile basmadan girin içeri, dedi.

Soğuk ve gri bir hava vardı o gün. İş yerinde hala asılı olan Bay Anlikerin hırkasını ve hala masasında duran iki paket açılmamış purosunu alıp çıktım. Eve vardığımda dış kapı aralıktı. Ama ben yine zile basarak girdim içeri. Mutfaktan sesler geliyordu. “Bayan Suziiii” diye ünleyerek mutfağa yöneldim. Küçük yuvarlak bir masa etrafına oturmuşlar şarap içip, sohbet ediyorlardı. İlk Bay Anliker gördü beni, gülen gözlerini bana dikerek bak bak, kim geldi der gibi “luk a, luk a” dedi. Bayan Suzi ile kucaklaştıktan sonra Bay Anlikerin yanına gittim. Yerinden kalkınmaya yeltendi ama zorlandı. Lütfen oturun dedim. Tokalaştım. Hafif eğilip sizi öpebilir miyim, yakışıklı erkekleri öpmek şans getiriyormuş, dedim. Seve seve dedi gülerek. Kucaklarken ben onu yanağımdan öpen o oldu:) bakın size hırkanızı ve puronuzu getirdim, deyince siz bir meleksiniz, şu anda ihtiyacım olan şey bunlardı, dedi. Masaya bende dahil oldum. Bir şarapta bana verdiler. “Salute” deyip tokuşturduk kadehleri. Bay Anlikerin çok soruları vardı. İşle ilgili iş arkadaşlarımızla ilgili, bazı değişiklikleri öğrendiğinde şaşkınlığını gizleyemedi. Konuştuk ordan burdan, daldan doruktan. 

Yaşlılıktan bedenleri yorgun olsada beyinleri dinçti. Birbirlerine saygılılar, anlayışlılar ve sevgi dolu bakıyorlar. Biri diğerinin hakkında olumlu bir şey söylediğinde teşekkür ediyor, diğerinin gözlerinin içine bakarak. Belki gözlerin feri kaçık artık, ama samimiyet ve o inanç hala yerinde. Birbirlerini eleştirdikleride oluyor. Buna cevap vermek yerine gülümsüyorlar sadece. Acaba bunun sırrı evli değilde hep sevgili olarak yaşadıklarından mıdır? Diye soruyorum kendime içten. Bilemedim.. Ama hayranlığımıda kendimden gizleyemedim. 

Zaman ikindiden akşama geçerken,  “gidelim mi Bay Anliker” dedim. “Gidelim, yoksa karım aranıyor ilanları asmaya başlar” dedi. 
Bu arada karısının Bayan Suzi’den haberi var. Bu durum çok garip gelsede genel anlayışa, ben bu konu hakkında asla yorum yapmam. Bu onların üçünü ilgilendiren bi konu. Ve yıllardır üçü bu şekilde yaşıyor. Ve ben Bay Anlikeri hep bayan Suzi ile tanıdım. Bence Bay Anlikerin eşi de müthiş bir kadın olmalı. Herkes birbirine saygılı ve hayatından memnun. 

Zorla kalktı yerinden Bay Anliker. Kalkınca yürüyebiliyor. Bayan Suzi yardım etti montunu giymesine. Merdivenden inerken elinden tuttu. Bayan Suzi yaşça büyük olsada, Bay Anliker’den daha dinç. Kendi başına yaşayan ve hareket edebilen bir kadın, üstelik iki kedisi ile mutlu bir kadın. 

Bindik arabaya.. Dedim bana yolu tarif edebilir misiniz? Ederim dedi. Geldik eve. Evin dış kapısına gitmek için otuz merdiven basamağı var. Yardım etmemi istermisiniz dedim. Teşekkür ederim, giderim ben, dedi. Hiç ihtimal vermedim. Düz yolda yürümekte koluma giren Bay Anliker, burada neden ben giderim diyordu? Ya yaşlılığını kabul etmeyip bana bir şeyler ispatlamaya çalışıyordu, yada karısının beni görmesini istemiyordu diye düşündüm önce. Tamam bunu anlayabilirdim ama gönlüm razı gelmiyordu onu öyle bırakmaya. Çünkü, yaşlılığın verdiği yorgunluk dışında, öğleden sonra içtiği şarap ve şnapslar az buz değildi. Ben bu yaşta içseydim onları çıkamazdım o merdivenleri. Taktik değiştirdim bu sefer, “sizin gibi centilmen bir erkeğin koluna girip şu merdivenleri çıkmayı hep hayal ettim, lütfen bunu esirgemeyin benden” dedim. “Buyrun, o zaman” dedi. Beş basamak çıkıyor, soluk soluğa kalıyor. Dinlene dinlene 10 dakikada çıktık giriş kapısına. Üç katlı bir evin en üst katında oturduğunu ve asansörün olmadığını öğreniyorum. Ama nefesi yetmiyor bunu anlatırken. Dinleniyoruz giriş kapısındaki verandanın altında. Orta yaşlı güzel bir kadının merdivenlerden çıktığını söylüyorum. Kısık gözlerle bakıp, orta kattaki kiracısı olduğunu tanıyor. Kadın sadece selam verip gülümseyerek giriyor içeri. Merak etmiyor yani ev sahibinin, hiç görmediği, görece genç olan bir kadın ile evin girişinde konuştuğunu gördüğünde. Öyle normal herşey. Yine bırakamıyorum onu bu halde, ben çıkarım desede, bu sefer ben alıyorum ipleri elime. Nasıl çıkıyorsunuz bakacağım diyorum. Söz yardım etmeyeceğimde. Peki, diyor. Çıkalım, hem eşimide tanımış olursunuz. Gayet rahat. Ben yine Türkçe düşündüğüm için dumura uğruyorum. Kendime geliyorum hemen,  benim amacım o değildi sadece evinin kapısına ulaştırmaktı deyip. O anahtarını ararken iyi akşamlar deyip merdivenleri ikişer, üçer atlayarak inerken ne enterasan bir gündü diyorum içimden, yüzümdeki tebessümle..