Sayfalar

26 Aralık 2016 Pazartesi

Noel, Deli Çolak. Siyah Önlük. Bir Hikaye..

Zaten çok sessizdir bu şehir, dün Noelin başlaması ile birlikte tamamen sessizliğe büründü. Ne raylarda düzenli  tren sesi var ne otobanlarda araba. Hemen hemen bir aydır o koşturmaların o tatlı telaşların sona erdiği gündü dün. Artık şöyle bir geriye yaslanıp "huzurun" başladığı zamandır Noel. 

Beyaz örtülü kocaman yemek masalarında toplanmıştır aileler. Dedeler, büyükanneler, kardeşler, kuzenler, torunlar. Üzerinde isimleri yazılı, süslü çam ağacının altındaki hediyeleri açmışlardır dün saat tam 18.00 de, kilise çanları eşliğinde. Sonra masadaki sohbetler, gülüşmeler çatal bıçak seslerine karışmıştır. Çocuklar mutlu, büyükler mutlu. Kısaca budur Noel ruhu. 

Biz sadece tatilinden yararlanıyoruz Noel'in. Onlar gibi hissedemeden. Bizler yani, yurtdışındaki göçmenler, ne bizim bayramlarınızı, ne buraların bayramlarını yaşayamayanlarız. Bizden sonrakilerede aktaramayanız. Bizim bayram anlayışımız, varsa ülkedeki büyükleri telefonla arayarak, bayramın kutlu olsundan ibarettir. Zaten genelde ya işte ya okulda olduğumuzdan normal bir gündür. Yıllardır bunada alıştık artık. 

Bi kaç gün huzur bulunca bayram gibi geliyor artık. O kadar daraldı ki huzur alanımız. Dünyanın heryerinden olumsuz haberler. Sanki 2016, gider ayak havai fişek gibi patlatıyor olumsuzlukları. Bugünde bir Rus uçağı düşmüş. Kurtulan olmamış. Tarihi Kızılordu korosu ekibide içindeymiş. Kazada olabilir tabi, ama günümüzde artık herşeye şüpheyle baktığım için inanmakta zorluk çekiyorum. Kara bulutlar dolaşıyor Rusların üzerinde!!
Yılın bitmesine bir hafta var, bakalım bu bir haftada daha neler olacak?
Şöyle bir deyimimiz vardı bizim "gün doğmadan neler doğar" pozitif anlamda bir deyimdi. Umut taşırdı içinde. Şimdi öyle değil artık, gün ışığı daha odamıza vurmadan, başka şeyler vuruyor. 

Dünya bir hoşda, ama ülke hepten bir hoş hal aldı. Bizim yukarı köyün bir  delisi vardı, Çolak'tı adı. herkesi korkuturdu. Heheheheeey, diye bağırdı orda burda, elinde bir tüfek. Özelliklede çocukları korkuturdu. Birde kadınları. Ödümüz bokumuza karışırdı onu görünce. Bak o anım aklıma geldi. 

Anlatayım.. 

Hangi akla hizmet bilmem ama, ilkokulu 4. Sınıfa kadar bir kasabada okuduktan sonra 5. Sınıfı köyde okudum. Her gün yukarı köye kar kış demeden, mezarkıkları aşarak patika yollardan üç kız okula yürüyoruz. Tahminim 3 km bir yol. Birde dönüş toplam 6 km. Burda sorun yok, beden eğitimi gibiydi bizim için. Sadece. Mezarlıktan geçerken tırsardık. Ninem, "gorkuyosanız üç gulhü bi elhem okuyun geçerken, İnsan ölüden gorkamıı, ölü nepaaa, yapaasa canlı yapa" derdi. Bazen bize mezarlığa kadar eşlik ederdi. Sonra kendimiz güle oynaya giderdik. İşte yine böyle bir kış gününde, karla kaplı patikalardan, akşama doğru dönüş yolunda ilerlerken bizi gören bu deli bir tepenin başında, yapraksız ağaçların arasında uzaktan heeey, heheheeeeey, diye bağırmaya başladı.  Adamın silüeti ve tüfeğini görüyoruz.  İki köy arasında in cin top attığı yerde. Kimse duymaz ki bağırsak. Hem ağlıyoruz hem koşuyoruz. Kalbim dışarı fırlayacak gibi hissediyorum. Ve kalp atışlarım böğrümü delecek gibi. Ama can tatlı, nasıl koşuyoruz. 11-9-8 yaşlarındayız. 11 olan ben. Ve daha hızlı koşabiliyorum. Biz doğru yolu bıraktık, yan bahçelerden, tarlalardan geçerek yolu bir 7 km uzattık. Bazen tel örgülü bahçe sınınlarını aşıyoruz. Biri diğerine tel örgüleri kaldırıyor siyah önlüğü yırtılmasın diye. O gün ömrümüzün en uzun koşusunu yapmıştık. Bu kızlardan biri Gülay, diğeri Nermin. Nermin küçük olanınımızdı. Ve hep arkada kalıyordu. Abla beni yanlız bırakmayın diye ağlıyordu. Bırakmadım. Bilmiyorum ne kadar sürdü o yol, 45 dakika bile olsa bize 45 gün gibi gelmişti. Yoraz tarafından yani ters bir taraftan  Köyümüze gelince ilk ev Gülayların eviydi. Gülayın babaannesi bizi kan ter ve ağlamaklı görünce, "gız noodu size" diye telaşlandı. Hiç unutmam, evin önüne o kış günü çamaşır asmış, onları topluyordu, ama çamaşırlar kurumamış nasıl astıysa o şekilde buz tutmuştu. Çamaşırlar bile korkunç gelmişti gözüme. Sonra benim ninem geldi o cırgıltıya. Ev hemen komşu ev. Sonra Nerminin babası. Ve bütün köy haberdar oldu bundan. Hemen aynı gün yada ertesi gün, bizim köyün büyükleri iz sürdü. Kardaki ayakkabı izlerinden bunun deli Çolak olduğu anlaşıldı. Ama delidir, be yapsa yeridir misali suç duyurusunda falan bulunulduğunu tahmin etmiyorum. Bu olayın gerisini hatırlamıyorum bile. Sonra bi süre köyün büyükleri tarafından götürülüp getirildik. 

Bu hikayeme benzetiyorum bu ülkenin halini. Tek fark, bütün köylü, mahalle, kasaba, şehirler, ülke birlikte değil artık. Bi çoğu deli Çolağın yanında. Bir çoğu korku içinde. 
Ve evet nine, haklıydın. Ölüler bir şey yapmıyormuş. Artık ölülerden değil canlılardan korkuyorum.. 

15 Aralık 2016 Perşembe

Ürya.. Rüya Yani..

Foto alinti
Merhaba Sevgili Günlüğüm.“Nasılsın Fatma Nine?” deme. Çünkü benim durumlar hep aynı. Memleketin anayasası denişir, kurumların T.C ile başlayan levhaları denişir, bir zamanlar can ciğer guzu sarması olanların söylemleri  denişir,  benim durumum  asla denişmez. Sanki yer çekimi kanunu.
Dün gece bir ürya gördüm; ne saçmalığı anlatılacak gibi, ne korkunçluğu. O kadar etkisinde kaldım ki, sabahtan beri tirildeyip duruyom. Şimdi ben üryam da hasdalanıyom. Ama öyle gelip geçici bi hasdalık değil. Yani öteki dünyaya gidip gidip geri geliyom.  Öldüm, ölecem; o gadar hasdayım. Zaten hemen bilincimi gaybeletmişim. Derin uykuya dalmışım, dokdurla buna “ koma” diyorlarmış. Komada ne gadar galdım bilmiyom tabi. Bi uyandım, herkes başımda. Ama insanların hepsi denişik. Büyük torunla güçcük toruna benzeyen iki oğlan çocuğu var ama, bunlar büyük benim torunlardan. Oğlanlarım da bi denişik. Birinin  saçları aycık ağarmış, öteki şişmanlamış. Allah Allah, n’oldu bunlara diyom.

Meğer sevgili günlüğüm, ben beş yıl komada galmışım. Çocuklar bu arada aycık büyümüşler, oğlanlarım da yaşlanmışla. Hepsi boynuma sarıldıla, komadan çıkdım deye, mayişlerine 35 zam gelmiş gibi sevindile. “ Çocuklar ablama telefon edin de, iyileştiğimi haber verin.” diyom. Olmazmış. Telefonlara kısıtlama gelmiş. Öyle ölüm, sel, deprem olmadıktan sonra kimse kimseye telefon edemezmiş. İyi o zaman dedim, torunların biri evine gider, ablama haber verir. O da olmazmış. Hava gararmışmış. Gece sokağa çıkmak yasakmış. Hele hele saçak altına falan basarsa insan, çarpılırmış Allah gorusun. Bak şu başımıza gelene.

Ufak toruna döndüm, gene internette oyun oynayıp oynamadığını sordum. Boynunu büktü. Meğer internet  yasaklanmış. Demek ki internet kafeye gidiyo diye düşündüm. Dururlar mı, oraları da kapatmışla. Neden kapattılar diye sordum; iktidarın aleyhinde tivıt atmasınla diyeymiş.
Bi de hararetim var ki sevgili günlüğüm, sorma gitsin.” Bi meyve suyu verin de içim,” dedim. Artık meyve suyu satılmıyormuş. Fabrikalarda meyve suları bismillahsız gutulanıyomuş. Haram gıdaymış. Onun uçun meyve suyu üretmi yasaklanmış. Meyve suyunu kendimiz  sıkacakmışız. Fatihayla sıkmak şartıyla tabi. Su bari içeyim diyecem, gorkumdan diyemiyom. Yaradana sığınıp, “Bi bardak su bari verin.” diyom. “Olur ama, önce abdest alman ilâzım.” diyorla. Allah’ın verdiği su, öyle ha deyince içilmezmiş.
Bi gız torunum vardı gelinlik yaşta; o hiç görünmüyo. Çağırın şı gızı diyom, olmaz diyorla. Bulunduğumuz odada amcaları var diye, namahrem diye gelemezmiş. Kız – erkek bir arada olur muymuş. Ayol siz ne zaman böyle örümcek kafalı oldunuz diyom, cevap vermiyorla. Bi de bana sus diye işaret ediyorla. Meğer her evde dinleme cihazı varmış sevgili günlüğüm. Eğer  hükümet aleyhine gülden ağır iki lâf edersen, garagolda  alıyormuşsun soluğu. Ay ben ne diye komadan çıktım, niye ölmedim diye başladım dövünmeye.

Televizyonu açdıla, “Uluşa Sesleniş” programında başbakan konuşuyo. Konuş bakalım konuş, konuş bakalım konuş. Bitip tükenecek gibi değil. “Gapatın şunu, başga yeri açın.” diyom. Acı acı  gülüyorla. Yetmiş beş ganalın hepsi ortak yayın yapıyomuş. Ve bu program, izleyemeyenler için  tekrar tekrar verilirmiş. “Ne bu rezalet!” diye söylenince; “Gızma bubanne.” diyo torun. “ Arada bir hava durumuyla, zikir programı da veriyorla.”

Karnım acıktı, bir şeyler yemek istiyom. Gelin; “ Sizin için dua salatası yaptık, Medine böreği yaptık, elhamdülillah yemeği yaptık.” diyo. Onlar da ne diyom;  Kuranda adı geçmeyen yemek ismi mi olurmuş. Aksi takdirde, yerken Allah çarparmış. İşte tam burada cinler tepeme çıkdı sevgili günlüğüm. “ Ayakkabı kutusunda para saklamak, evinde birkaç tane para sayma makinesi bulundurmak, ihalelere fesat garıştırmak, yargıya müdahale etmek, birinci derece sit alanına villa yapmak, sahte  delillerle milleti içeri tıkmak Kuran’da var mıymış ha, var mıymış ?” diye bağırırken bi uyandıysam sevgili günlüğüm, ıccacık yatağımdayım. Meğer ürya görmüşüm.
Üryamı gonşuya anlatı vedim. Sen ürya değil, memleketimizin birgaç yıl sonraki halini görmüşsün dedi. Hadi hoşcagal sevgili günlüüüğüm.

Bu yazı Hemşehirlim, Mudurnulu yani, çok sevip ve saydığım ablam, Kamuran Esen'in yazısıdır. Mudurnu Sivesi ile yazilmistir.

3 Aralık 2016 Cumartesi

Kısa Kısa Her Telden Nağmeler..

Her yıl olduğu gibi kasımın son pazartesi günü Bern'in meşhur Soğan pazarı vardı yine. Çok eski bir gelenek. Gelin çiçeği gibi süslü soğan ve sarımsağa dair her şey, görsel bir şölen. "Alt tarafı soğan işte hanııım" diyemiyorsun. Allayıp pullayıp 3 kuruşluk soğanı 15 kuruşa satıyorlar. Hiç almadım. Alsam kıyamam o soğanları yemeye, çürür giderler. Sadece bakıyorum ben.  O gün göz doktoru randevum olmasaydı belkide gitmezdim. Ne zaman gitsem zehir gibi soğuk öper yüzümü. Sabahın 5 inde gidilirmiş asıl, en romantik hali öyle imiş. Sanırım bunu hiç bir zaman başaramayacağım. Sabahın köründe sıcacık yatağımı terkedip niye buz gibi havada soğan görmeye gideyim ayol? Aklımı soğan ekmekle yemedim henüz. 
Göz doktorundan randevu aldığımda bana hatırlatmıştı asistan kız, isterseniz başka güne vereyim, park sorunu yaşamak istemiyorsanız, demişti. Aaa evet, dedim önce sonra vazgeçtim, özellikle o gün istedim. Göz doktoruna gittimde nooldu sanki? Sağ gözüm uzun zamandır sürekli sulanıyor. Elimde bir mendil sürekli göz pınarımı kurulama halindeydim İngiliz kraliyet ailesinin hüzünlü kızı gibi.  Doktor baktı etti, sizi gözyaşı spesyalistine havale edeceğim, dedi. Göz doktoru ayrı, gözyaşına bakan ayrı, göz bebeğine bakan ayrı. 
Elimden gitseydim, başparmak, işaret, orta, yüzük ve serçe parmak olmak üzere beş ayrı spesyaliste gönderecekti herhalde. İyiki dişimden gitmedim, 32 ayrı doktor:) olur mu olur! İşte bütün bunlar dünya ülkesi olma şımarıklıklarından. Taaa Ocak ayına randevu aldım, gözyaşına bakan doktordan. 

Sogan pazarindan fotograflar..



**************

Yine pazartesi akşamı Arte kanalında "Kış Uykusu" filmi vardı. Kız kardeşim haber etti. Daha önce Türkçe izlemiştim. Ve çok sevmiştim, ne güzel dialoglardı. Ve o bazı soyut kavramları öyle uzun ama sıkmayan bir filme nasıl aktarmıştı Nuri Bilge Ceylan.  Hemen İsviçreli arkadaşıma söyledim bende, akşam ne yapacağını bilmiyorsan Arte kanalında Türk filmi var, tavsiye ederim dedim. Hiç abartmadım, uzun bir film falan hiç bir şey demedim. Çünkü bilirim ki, bir filmi çok översen farklı beklentilere giriyor insanlar. Yani en azından ben öyleyim. Perşembe buluşmamızda, bu filmden bahsetti. Harika bir filmdi dedi. Tek tek dialogları anlattı. Haluk Bilginer'in oyunculuğunu ve diğerlerinide alkışladı. Haluk Bilginer için "schöner Mann" dedi. Film için " Ein film mit Hüzün" dedi. Hüznün ne anlama geldiğini Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabından okumuş. Öyle güzel bir kelime ki, Türkçe ile ifadesi Almancada uzunca bir paragrafa anca sığıyor, dedi. Hüzün kelimesini çok seviyor. Doğru söylüyor, Türkçe çok kısır bir dil olmasına rağmen bazı kelimeler çok anlamlı ve Almancada karşılığı yok. Hüzün mesela.  Örneğin, Gönül. Almanca karşılığı sadece kalp. Yani "Herz" bu değil ki. Gönül var, yürek var, kalp var. Gönül ile kalp aynı şeymiş görünsede bir hüzün var arasında:) birde dedi ki; Türkler böyle hüzünlü filmleri çok güzel işliyorlar, örneğin bir Amerikan filmi dramada olsa aynı hissi asla vermiyor, genelde bu var Türkiyelilerde, sendede var dedi. Doğrudur, hüzünlü bir kültürümüz olduğundandır, dedim. 

**************

Bu yıl şirketin yılbaşı kartlarını benim çektiğim bir fotoğraftan tasarladığımı söylemiştim. İş arkadaşlarım tarafındanda çok beğenilince sipariş vermiştim. İşte onlar geldi bu hafta içinde. Basılı halide güzel. Lakin çok fazla sipariş etmişim. Akıllı davranıp yıl belirtmemişim. Yani seneye bile göndersek 2016 ya ait değil. Zamansız. E her yılda aynı kart olmaz. Sanırım yakınlarıma göndereceğim kartta bu olacak. Firma logolu ama olsun. İçine özel şeyler yazarsam özel karta dönüşür. Blogcu arkadaşlarım, posta kutunuzda böyle bir kart görürseniz, "bu ne be" demeyin olur mu? Fotograf sag üstte görünen Günün Fotografi altinda..

***************

Advent zamanı geçen pazar başladı. Advent çelenkinin dört mumundan biri yanıyor.. bu pazar ikincisi yanacak. Yani noele geri sayım başladı. Tatlı ve huzurlu bir telaş var sokaklarda. Birde evlerden dışarıya taşan Noel kurabiyeleri ve çöreklerin kokusu. Noel pazarları kuruldu. Henüz gitmedim. Kar yağmasını bekliyorum, klasik olması adına. Meteoroloji hala kardan haber vermiyor. Ama çok soğuk. Ayaz var. Geçen pazar Almanların "Lebkuchen" dedikleri, Türkçesinin "zencefilli çörek" olduğunu Google'dan öğrendiğim o çöreği yaptım. Çok güzel oldu. Zor bir şey bilirdim, öyle basit bir tarifi varmışki. Çok güzel kokularını bende hem eve, hem balkondan sokaklara saldım. Hemen bir tabak Martin amcaya götürdüm. Yine ışıl ışıl gülen gözleriyle karşıladı beni kapıda. Bir kutu ofise götürdüm. Bitti bile. Yarın yine yaparım belki. 





















***************

Dün 1 Aralıktı. Benim için özel bir gün. Bu günün özelliğini daha önceki yıllarda yazdım. Ja, ich will, Evet istiyorum yazim burada.. Tekrar tekrar aynı şeyleri yazmak istemiyorum. 
1 Aralık günü "Evet" dediğimizin devlet tarafından onaylandığı gündü. Yoksa biz daha önce o "evet" i birbirimize çoktan söylemiştik. O yüzden unuttuğumuz oluyor bu günü. Çok günlerimiz var. Bu şu anlamda iyi oluyor, birimiz unutursa ve diğerimiz hatırlatırsa, "biz o gün mü evlendik, 1 Aralık'ta sadece onaylattık" diye kolayca kıvırabiliyoruz. Neyseki bu konuda ikimizde aynı düşünüyoruz, ve aynı pencereden bakıyoruz. Tıpkı şu fotoğrafta ki gibiyiz biz. Bazen güle oynaya, bazen itiş tepiş bakıyoruz aynı pencereden. Bu fotoğrafı bizim Deniz çekmişti geçen yıl Avusturya'da. Seviyorum bu fotoğrafı. Aynı biz😀 

Ayni pencereden bakiyoruz 21 yildir..

*******************
Elbette ülkeden ve dünyadan haberdarım. 
Elbette yine hüzünlü bir haftayı daha geride bıraktık ülke olarak. Birde uçak kazası var Kolombiya'dan. Fidel'in külleri ülkeyi bi baştan bir başa geziyor. Mine Söğüt'ün şu yazısını çok sevdim. 
O yıkık ama dirençli yoksul hayatı küçümsemekte istedikleri kadar ısrar etsinler... 
Artılarla eksiler birbirinden çıkarıldığında elde kalanın değerini; 
Bu değerin, eksileri artıya çevirebilmek için sistemin kendini geliştirmesinde nasıl pozitif bir rol oynayabileceğini hiç hesaba katmasınlar; 
Sağın yıkıcı ve mutlak galibiyetine inatla direnen küçücük bir adaya burun kıvırarak baksınlar ve Fidel ölünce sosyalizm de ölür sansınlar; 
Ölünün arkasından istedikleri kadar sövüp saysınlar. 
Boş ver. 
Fidel ölür; sen uçuşu hatırla.
Yazı Mine Söğüt'ün sayfasında mevcut. İsteyen oradan okuyabilir. Birde şu cümlesi çok hoşuma gitti.. "Allanıp pullanmış bir yoksulluğun zenginlik diye pazarlandığı bu koca kapitalist dünyada;.... diye girizgahından sonra yazdıkları var..  

Sonra Adana'daki kız öğrenci yurdunda olanlar var. Hüzünden öleceğiz artık. Bi keyiften ölmek var, birde hüzünden. İkiside öldürmüyor insanı. Biri pozitif, diğeri negatif etkiliyor sadece. Artık negatif etkilediğindende şüpheliyim. 
"ülkemde her gün başka başka dertler yaşanıyor. Ve üzülmekten bir tuhaflaştık aslında. Duyarlılıklarımızı da kaybettik" diye yazmış arkadaşım bana. Haklıda üstelik. Ve artık hazırız yarına kötü bir habere uyanmaya demiş "Günün Çorbası" blogçusu. Çok doğru, yarına acaba hangi kötü habere uyanacağız diye yatıyoruz. Uyuyoruz yani. O kadar alıştırılmışız. Kösele gibi olmuş yüreklerimiz. Bugün üzüldüğümüz şey yarına başka kötü şeylere bırakıyor kendini. Neye üzüleceğimizi şaşırmış durumdayız. Küçükte olsa mutluluklarınızı yaşamaktan utanır hale gelmişiz. Sanki utanması gereken bizmişiz gibi? 

Birde herkesin kendine göre küçük büyük sıkıntiları oluyor. Olmuyor mu? Kiminin çocuğu, kiminin okulu, kiminin işi, kiminin ilişkisi, kiminin maddi, kiminin manevi.. herkesin bir derdi mutlaka var. Hep dert, hep hüzün. Hüzünden beslenen milletiz vesselam. Bu türkülerimize, filmlerimize, yaşamımıza, kültürümüze işlemiş. 

Böyle işte..