Sayfalar

Persembe kadinlari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Persembe kadinlari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Venedik anılarım #3

En son terasta kahvelerimizi içerken Venedik'te gezi rotamızı belirliyorduk. 

Bizimle gezmek ister misiniz? O zaman buyrun😀

O dünkü yağmur yok bugün. Fakat güneşte yok. Hafif bir serinlik var. Bavulumda sandığım şalımı bulamıyorum. Ben hariç, herkes iki dirhem bir çekirdek, çıkıyoruz. Bize en yakın yer olan Piazza San Marco- San Marco meydanına giderken yine bizim görkemli Santa Maria della Salute kilisenin yanından geçiyoruz. Arkadaşımız Antonella bize rehberlik yapıyor.
Bu kilisenin yapılış hikayesini anlatıyor. "Pest" diye bir salgın hastalık baş göstermiş, 1600 yıllarında. Yüzbinlerce Venedikli bu salgından ölmüş. Bu hastalık durursa Meryem'in anısına bir kilise yapacaklarına söz vermişler. Mucizevi şekilde hastalık gerilemiş. Ve Venedikliler söz verdikleri üzere bu kiliseyi inşa etmişler. Dışı çok güzel, içi çok sade bir kilise burası.

Pest hastalığının Türkçesi cüzzam mıydı, lepra mıydı diye birbirimize soruyoruz. "Veba" bir türlü aklımıza gelmiyor.

Canal Grande-Büyük kanalı geçmek için tahta bir köprünün üzerinden geçiyoruz. Birbirine benzeyen dar sokaklar, ve minik köprüleri geçerken nereye fotoğraf makinemi tutsam bir güzellik görüyorum. Masal gibi. Gelinler görüyoruz sokaklarda, tarihi binalarda fotoğraf çektiriyorlar. Orada evlenmek çok romantik olsa gerek. Venedik öyle bir yerki, istersen asker arkadaşınla gel, ister kocanla, ister sevgilinle, ister kız arkadaşlarınla. Venedik hep aynı, hep güzel. Sen ne anlam yüklüyorsun, önemli olan o. Biz dört kadın bir erkek dolaşıyoruz. Ve çok mutluyuz. Aynı kafadanız..

San Marco meydanına geliyoruz. Küçücük kaldığımı hissediyorum devasa, tarihi yapıların arasında. Dört yanımız tarihi eser. Tam karşıda San Marco kilisesi, yanında saat kulesi, yanlarda ve arkada dükler sarayı. Herkesin kafası yukarda, nereye bakacağını bilemiyor. Güvercinler insanların arasında. Martılar tepede uçuşuyor. Etrafta hafiften yükselen hepimizin aşina olduğu klasik müzikler. Medeniyet bu olsa gerek diyorum arkadaşıma. Venedik'in en çok turist akınına uğrayan yerlerinden biri. Sezon dışında gittiğimiz için insanları ittirmeden yürüyebiliyoruz.. Şehri keşfe çıktığımız için sadece dışardan bakıyoruz heryere.

Arkadaşım Venedik'i bir balığa benzetiyor. Biz balığın kuyruk kısmında kalıyoruz. Başı ise geldiğimiz Santa Lucia tren istasyonu. Kılçığı, şehri ikiye bölen büyük kanal. San Marco meydanı kuyruğun biraz üzerinde. Biz şimdi balığın gövdesine doğru yürüyoruz. San Marco nun arkasına dolandığımızda "Ponte de Sospiri" denilen "ahlar köprüsü", iç çekme köprüsüde deniyor, orayı görmek istiyoruz. Ben orayı normal bir köprü sanıyorum. Zindandan ölüme giden mahkumlar açık bir köprüden Venedik'e baktıklarını sanıyordum. Öyle değil, kapalı, küçük pencereleri olan bir köprü burası. Onlar ölüme giderken bizim olduğumuz yere bakıp iç çekiyorlarmış, bugün biz onların geçtiği köprüye bakarak fotoğraf çekiyoruz. Buruk hissediyorum kendimi orada. Çok kalmıyor, ayrılıyoruz oradan.

Balığın gövdesine doğru bağırsaklarından ilerliyoruz. Küçük kanalları ve köprüleri aşarak küçük bir meydana geliyoruz. Soluklanmak için bir kafeye oturuyor, birer aperol spritz ve wi-fi şifresi istiyoruz. Tam karşımızda yerde bir şal duruyor. Biri düşürmüş. Şal arıyordum sabah, bak karşıma çıktı diyorum. Bir süre bekliyoruz. Kimse almıyor. Arkadaşım Antonella kalkıyor yerinden, şalı bir kenara koyuyor. Kaybeden gelirse görüp alsın diye.  Bir saati aşkın bir süre oturuyoruz orada. Gelen giden olmuyor. O şalı ben sahipleniyorum. Yakışıyorda. Teşekkür ediyorum sahibine, ve içimdem şöyle bir dilek diliyorum, "hayat sanada ihtiyacın olan bir şeyi çıkarsın karşına".  Umarım çıkarda. Venedik hatıram o şalımı çok seviyorum.

Sonra yürüyerek balığın midesi olan ünlü Rialto köprüsüne geliyoruz. Burasıda turistlerin uğrak yeri. Büyük kanalın ilk köprüsü olma özelliğini taşıyor. Ben çok özel bulamıyorum. Sadece görmüş olmak amaçlı, ha burasımıymış diyorum. Kalabalıkta her birimiz bir yana dağılıyoruz. Kimi köprünün ayağında, kimi üzerinde. Birbirimizi uzaktan görebiliyoruz. Ama birimiz yok. Kısa süreli bir panikten sonra herkes bir yana dağılıyor. Kaybolan bulunuyor, aramaya giden kayboluyor bu sefer. İyiki cep telefonları var. Telefonlaşarak tam köprü üstünde buluşuyoruz. Rialto köprüsünün adı artık değişiyor bizim için. Bundan böyle Cansu köprüsü koyuyoruz adına.

Yine ayrılıyoruz oradan. Kalabalık yerlerden çok, sakin sokaklarda kaybolmayı seviyoruz. Venedik sokaklarında kaybolmak çok güzel. Arasan bulamazsın çünkü. Ve aynı sokağı bir daha bulabilmekte biraz zor,
eğer o şehrin aplikasyonunu indirmemişsen. Ben indirmemiştim zaten, ama çok zorda kaldığımızda bu aplikasyonu kullanan arkadaşlar buluyordu zaten yolu.

Yürürken küçük kanallardan birinde bir Gondolcuya rastlıyoruz. Bir kez gondola binmeyi düşünüyoruz ama hemen olmak zorunda değil. Godolcumuz çok sevimli. Arkadaşımız Antonella pazarlık yapıyor. Gece 100, gündüz 80 Euro. Tur 45 dakika sürüyor. 5 kişi bu ücreti böldüğümüz için normal geliyor. Kişi başı 15 Euro. Madem gondol şehri Venedik'teyiz, olmazsa olmaz. Teker teker biniyoruz, kırmızı,sarı kadife koltuklu siyah, ince, uzun ve sessiz gondola. Lacivert beyaz çizgili tüm gondolcular. Bazıları kırmızı beyaz. Bunun bi özelliği var mı diye sormasını istiyoruz Antonella'ya. Soruyor. Bütün gondolcular aynı giyinsin diye bir kural varmış. Herhangi bir hikayesi yada efsanesi yokmuş. Sadece çok önceleri Venedik'i tam ortasından bölen büyük kanalın sağında kalanlar kırmızı beyaz, solunda kalanlar lacivert beyaz çizgili giyerlermiş. Artık bununda önemi yokmuş günümüzde. Ama ben daha çok lacivert beyaz çizgili gördüm. Yoksa siyah beyaz mıydı?

Gondolcumuz bir süre sonra bize şarkı söylemeye başlıyor. "Ooosolomio" diyerek. Biz zevkten dört köşe oluyoruz. Kimimiz kendini först lady falan sanıyor:). Gerçi först ladymizden fazlası var, eksiği yok o başka. İşte biz först lady edasında ilerlerken, bizim arkamızda kürek sallayan gondolcumuz, şarkı söylerken, son anda bir köşeye toslamaya ramak kala hem şarkısını devam ettirip hem küreğini hızlı hızlı çektiğini daha sonra kardeşimin kaydettiği videoda görüyoruz. Gülüşmelerimiz Venedik'in en yüksek yapılarından daha yüksek. İzledikçe başka detay yakalıyor, ve gülme krizlerine giriyoruz.  O 45 dakika bize 20 dakika gibi geldi. Saate hiç birimiz bakmadık, ya çok güzeldi bize kısa geldi, yada kandırıldık. İlk seçenek daha yakın geliyor bana. Venedik'te o gondol turu bir kezde olsa yapılmalı. Mutlu bir şekilde ayrılıyoruz gondolcumuz Fabio ile tek tek tokalaşarak.

O gün Venedik'in altından girip üstünden çıkıyoruz. Akşam saatlerinde eve geldiğimizde sağ dizim gibi bulutlarda çok dramatik görünüyor. Koyu mavi hatta siyaha yakın nerdeyse. Sanki yağamıyor hava. Sigara içmek için balkona çıkan Antonella birden terasa koşuyor, bizede hemen terasa gelin diyerek. Hep birlikte terasa koşuyoruz. Muhteşem bir görüntü var. Gökyüzünde kara bulutlar, güneşin battığı yerde bulut yok ve güneş ışını bizim çatıdan gördüğümüz Salute kilisesinin gubbesine vuruyor. Diğer heryer kapkara. O harika görüntüyü beynimin bir köşesine kaydediyorum. Birde fotoğraflara. Güneşi batırıyoruz orada.

Sonra biz yine yakınımızda olan o kafe-bara gidip, hem bir şeyler yiyoruz, hem bir şeyler içiyoruz, çokça gülüyoruz gün aşırı yaşadıklarımıza. Ve tekrar güzel evimize geliyoruz. Antonella yatağında kitap okumaya gidiyor, biz ise artık Türkçe konuşmanın ve kikirdeşmenin dibindeyiz. Gece yarısını çoktan aşmışız. Fakat yine uyumalıyız. Çünkü yarın Murano ve Burano adalarına gideceğiz. Uyuyoruz..

Devamı gelecek.. 




Piazza San Manco 

Bildunterschrift hinzufügen

Ponte de Sospiri, Ahlar Koprüsü 

Gondolla ara Kanallar

Rialto Köprüsü, Cansu Köprüsüde dieyebiliriz:)

Gondol Sefasi

14 Mayıs 2017 Pazar

Venedik anıları #2

Su karsida görünen Santa Maria Della Salute Kilisesinin oralardaki evimize gidisimiz..
Maceralı bir tren yolculuğunun ardından Venedik'e gelmiştik hani, ben Santa Lucia istasyonundaki merdivenlere oturup bir sigara tüttürmüştüm Venedik'e karşı. Sıkı dur Venedik biz geliyoruz demiştim.

Sonunda geliyoruz bu güzel ve özel kente. Özelliği şu; kara trafiği yok, trafik lambası yok, korna sesi yok, stres yok. Yol yerine kanal var, otomobil yerine deniz taşıtı daha doğrusu kanal taşıtları var. Polisi, itfaiyesi, ambulansı, taksisi, çöpçüsü, nakliyesi keza öyle sularda. Güzelliği ise; tarihi dokusu, daracık sokakları, köprüleri, renkli evleri, pencereleri, pencere önündeki tek başına duran sardunyalar yada küpe çiçekleri.  Eski ve dökük olmaları yaşanmışlığın göstergesi benim için. Her yıl 1-3 mm yükselen su, ve günün birinde tamamen sular altında kalacak bir şehir için restore yapmaya değmediğini düşünüyor olabilirler, bilemiyorum? Gerçi 70-80 yıl sonra böyle bir şey öngörülüyor. Neyse.. gelelim yaşadıklarımıza.

Bizdeki dolmuşlar gibi vaporettolar var, büyük kanalın bir başından diğer ucuna giden ve her iki dakikada bir durakta duruyor.  Daha kârlı olduğu için 40 Euro verip 3 günlük Turist travel card alıyoruz.  Lido istikametine giden 1 numaralı vaporettoya binip,
Salute Duragi..
Salute durağında iniyoruz. Yolculuğumuz nerdeyse 45 dakika sürüyor, yayan gitsek 25-30 dakika:) hem küçük bavulları takır takır sürümek istemiyoruz,  hemde nerede olduğunu bilmediğimiz için ve bizi evin sahibi Salute durağında beklediği için vapurettoya biniyoruz. Fakat çok güzel bir durak. Tam durağın karşısında ünlü Santa Maria della Salute bazilikası tüm ihtişamı ile karışılıyor bizi. Bize evi kiralayan kız bıcır bıcır. Bizi hemen tanıyor. Salak gibi sağa sola baktığımız için olabilir. Yada iki bavullu sadece biz olduğumuz içinde olabilir. İki dakika sonra kalacağımız eve varıyoruz. Anam oda ne? Eve bayılıyorum. Kocaman, yüksek tavanlı, büyük odalar, yamuk kapılar, fakat kapıları kapatınca tam oturuyor, kocaman mutfak, balkonuda var, üstelik evin çatısındaki terasta ev gibi sadece bize ait. Tek kusur evde internetin olmayışı. Oda olmayıversin deyip, evi teslim alıp, eşyalarımızı yerleştirip, etrafı tanımak için dışarıya çıkııyoruz. Küçük şirin bir sokakta bar var. Arkadaşım bana Venedik içeceği olan Aperol Spritz ısmarlıyor. Turuncu renkli, buzlu, hafif bir içki. Tadını çok seviyorum. İkinciyi daha sonra içelim deyip, yakındaki bir marketten alışveriş yapıyoruz. Sabah için kahvaltılık, Terasta içmek üzere şaraplar alıyoruz. Hafiften yağmur çiselemeye başlıyor. Bizden sonra ilk kardeşim ulaşıyor havaalanından tren garına. Telefonla ona hangi vapurettoya bineceğini, nerde ineceğini anlatıyorum. Yağmur iyice şiddetini artırıyor. Onu karşılamak için Salute durağına gidiyoruz. Bir şemsiye yetmiyor, Salute kilisenin kapısında beklemeye başlıyoruz. Venedik'te hiç bir yapının saçağı olmadığının o yağmurda farkına varıyorum. Kardeşimi ilk arkadaşım görüyor, ve el sallıyoruz uzaktan. Biz yağmurdan ilerleyemiyoruz, o bize doğru koşuyor. Kucaklaşıyoruz. Yağmur dinecek gibi değil, eve koşuyoruz bu sefer. Evi tanıtıp yine o bara gidiyoruz. Yine bir aperol spritz alıyoruz. Bu sefer istanbuldan gelecek olan arkadaşlarımız ulaşıyor tren garına. Bologna'dan geliyorlar. Onlarada aynı güzergahı ve durağı söylüyorum. Yağmur çok şiddetli yağıyor. Bir Şemsiyenin altına sığamadığımız için ben yalnız gidiyorum arkadaşlarımı karşılamaya. Ve nihayet onlarda ulaşıyor Salute durağına. Sıkı sıkı sarılıyoruz birbirimize. Yağmur dinecek gibi değil. Havanında götü delindi bugün diyorum, gülüşüyoruz. Koşarak iki dakikada eve götürüyorum. Yolda giderken, "kızlar ev çok kötü" diyorum. Ne kadar kötü olabilir ki, zaten sadece yatmak için kullanacağız diyorlar. Eve girdiğimizde ağızları açık kalıyor. Onlarda çok beğeniyor. Sonra terasa çıkarıyorum onları, bayılıyorlar. Hemen sonra o bir sokak ötedeki barda bizi bekleyen diğerlerinin yanına gidiyoruz. Artık tamamız. Onlarada bir aperol spritz ısmarlıyoruz. Birde hafif atıştırmalık. Çünkü gece saat 21.30 olmuş. Gece yarısına kadar sohbet, muhabbet orada oturuyoruz. Ha birde orada internet bağlantımız var, yakınlarımıza haber verebiliyoruz. Burada şunu anladım, biz internete değil internet bize girmiş meğer. Evde internet olmadığı için hiç kimsenin elinde telefon yoktu. İyide oldu. Fakat internetsizde olmuyor günümüzde. Çünkü kiminin ödemelerinin son günü, kiminin uçuş chek-ini, kiminin uçuşu ertelenmiş ve maille haber verilmiş, internet olmadığı için haberdar olamamış.. İnternetin artık bir ihtiyaç olduğu kesin. Ne zaman o barın önünden geçsek, telefonlarımız zırt zırt ötüyordu;) bazende bilinçli olarak gidiyorduk o güzergahtan:)

Yağmur hiç dinmedi ilk gün. Evimize geldik, bir şarap açtık. Mutluyduk. Sohbet güzeldi.  Çok güldük. Ertesi gün erken kalkıp, çok yürüyerek şehri keşfedecektik. Zinde olmalıydık. Uyuduk.

Gerine gerine uyandığımda nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Oda arkadaşım duşa gitmiş, bende kızların odasına dalıyorum. Onlarda çoktan uyanmış yatakta konuşuyorlar. Ayça'nın yorganın altına  giriyorum. Kikirdeşiyoruz. Venedik'te bir evdeyiz. Rüya gibi.. 

Simit yazımı okumuşlar, artık nasıl etkilenmişlerse bavullarından kimi Hendek simidi çıkarıyor, kimi İstanbul simidi. Fırında onları ısıtıyoruz, çıtır çıtır oluyorlar, zeytin, peynir zaten vardı bende, birde alışveriş yapmıştık, yumurta falanda var. Kaşık çatal sesleri bizim sesimize karışıyor. Birde radyoda İtalyan müzikleri. Günlük rotamızı belirlemek üzere kahvelerimizi alıp terasa çıkıyoruz. Terasımız öyle güzel ki; akşama kadar otur, sabaha kadar otur hiç sıkılmıyoruz. Kızıl, kahverengi kiremit çatılar, çatının üstünden görkemli cüssesi ile bize bakan Santa Maria della Salute kilisesinin güneşi, çiçekli teraslar, kendini kedi sanan martılar.. 

Rotamız belirliyoruz.  Markusplatz, San Marco meydanı, Ahlar köprüsü, Rialto köprüsü, ve labirent gibi daracık sokaklarda hedefsizce yürümeyi ve kaybolmayı hedefliyoruz.. 

Devamı gelecek.. 











12 Mayıs 2017 Cuma

Venedik öncesi.. #1

Neredeyse bir yılı aşkın bir zamandır planladığımız Venedik gezisi nihayet geldi çattı. Küçük bir bavul hazırlıyorum akşamdan. Sabah 6.30 da Perşembe kadınlarından Antonella telefonla kaldırıyor beni yatağımdan. Sabah serin. Hatta baya soğuk. Şalımı arıyorum bulamıyorum. Bavuldadır herhalde diyerek zaman kaybetmek istemiyorum. O sabah 8.15 treniyle yapacağız bu yolculuğu. Yanıma zeytin, peynir, kraker, su ve şarap alıyorum. Birde sipariş ettiğim simitleri. Sıcacıklar, çıtır çıtırlar. Sözleştiğimiz gibi 15 dakika öncesinde Bern istasyonunda buluşuluyoruz. Her yere ve her şeye hep son dakika yetiştiğim için bu sefer şaşırıyor Antonella. Bir kahve içimi zamanımız var. 6,5 saatlik bir tren yolculuğu yapacağız. Peronda bizi bekleyen trenimize biniyoruz. Karlı Alpler ve göllerin yanından süzülerek ilerliyoruz rayların üzerinde. Bir saatlik yolculuktan sonra Brig'te tek aktarma yapacacağımız küçük istasyona yanaşıyor trenimiz. Çantalarımızı, yolluklarımızı, küçük bavulumuzu ve fotoğraf makinemi toplarken, zeytinleri koyduğum kutudan sızan yağın lekesini görüyorum koltukta. Son durak olduğu için kimse kalmıyor trende. En son ben iniyorum üzülerek.  O yağlı koltuğa oturacak olan basacak küfürü haklı olarak. Lakin hayatımda hiç görmeyeceğim bir kişi olacağından, görsemde tanımayacağımdan oralı olmuyorum. Oturduğu yere dikkat etsin oda, koyu bir leke var sonuçta. 
Diğer tren 15 dakika sonra gelecek. Bir sigara içiyoruz orada. Sonra diğer perona geçmek isterken bavulumu aradığımda trende unuttuğumu farkediyorum. Allah'ın sopası yok tabi. Bazen Allah'ın sopası olmuyor ama bazende çok sabırlı olabiliyor. Bana yine bu sabırlı yönü denk geliyor. Tren hala  bekliyor orada. Bir hışımla tekrar trene koşup bavulumu alıyorum. Dakika bir gol bir. Daha Venedik'e varmadan başlıyor benim şu meşhur kaybetme ve bulma hikayelerim. 
İkinci trene binmeden bir tuvalete gitmek istiyorum. Herhangi bir ihtiyacım yok, sadece her yolculuk öncesi bir gidilir ya hani, işte ondan, çantalarımı arkadaşıma bırakıp bi koşu umumi WC ye yöneliyorum. Fakat kapı açılmıyor. 1 Fr. atmak gerekiyor. Bozuk para var mı diye ceplerimi karıştırıyorum. 1 Fr. yok. 20 fr. Kağıt para var, ama işime yaramıyor. O anda üniformalı bir kadın çıkıyor içerden, açık kapıyı görünce dalıyorum içeriye. Kapı tam kapanmadan aynı kadın bana yöneliyor, aha, para atmadan içeri girdiğim içim beni azarlayacak diye ezik ezik suratına bakarken, şu para sizden düştü diyerek 20 frankı tutuşturuyor elime. Teşekkür ederken bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Döndüğümde arkadaşıma anlatıyorum olanları, kafasını sallıyor sadece, sendeki bu şansa artık şaşırmıyorum diyor. 

Artık 5 saatlik Venedik yolculuğumuzu yapacağımız cam kenarında, masalı ve rezervasyonlu trenimize biniyoruz. Fakat bizim yerimizde bir Fransız çift oturuyor. Öyle tatlılarki, birde tatilimizin başlangıcı olduğu için anlayışla karşılıyoruz herşeyi. Milano'da ineceklerini söylüyorlar. Tamam, iki saat sabredebiliriz. Yanlarına oturuyoruz. İki saat cam kenarı olmayıversin. Arkadaşım, Almanca, Fransızca, İtalyanca, ve  İngilizceyi ana dili gibi konuştuğu için insanlarla diyaloğu kolay oluyor. Onlarla konuşa konuşa ne zaman Milano'ya geldiğimizi anlayamıyorum. Onlar iniyor, bizde asıl yerimize geçiyoruz. Milano garı çok eski ama güzel. Simitlerimiz hala taze. Onları yiyoruz. Şarap istemiyor canımız. Sonra biraz şekerleme yapıyoruz. Venedik'e sadece 15 dakika var. Biraz heyecanlanıyorum. Çünkü gün daha çok güzel şeylere gebe. Olay sadece Venedik değilki, bir kaç saat arayla Almanya'dan kardeşim, İstanbuldan arkadaşlarım gelecek daha. Yolumuzun sonuna gelirken güzel bir güzergahtan çok sulu bir kente giriş yapıyoruz. Sağımız solumuz su. Sanki suların üzerinde raylar var. Uzaktan Venedik'i görüyorum. Son durak Venedik, Santa Lucia garına yanaşıyor trenimiz. Yine herkes iniyor. Sonrada biz. Arkamızdan biri sesleniyor "bu sizin mi" diyerek fotoğraf makinemin bulunduğu çantayı gösteriyor. Ben nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, arkadaşım ise bana artık ne söyleyeceğini bilemiyor. "Bana hep kayıp hikayelerini anlatırdın, gözümle gördüm, bu kadarına pes artık" diyor. Ben sadece gülümsüyor ve şükrediyorum bu duruma. Tren garından çıkıp merdivenlere oturup bir sigara yakıyorum Venedik'e karşı. Sıkı dur Venedik biz geliyoruz.. 

Arkası yarın.. 


21 Ağustos 2016 Pazar

Perşembe Gadınları Tadilde 1)

Günledir içimde gığıl gığıl gurtlar dolaşıyo. Sankı içimi kemirip yok edecek gibi, böne canım çıkıverecek gibi oluyom. Bunna bana yetmezmiş gibi bide şu Perşembe gadınlarınndan Esme gadın va. Cana imana yetiyo. Nerden baksan 20 yıllık bi geçmişimiz va. Her Perşembe mevlide gide gibi gitdik, şurubumuzu içdik, daldan doruktan, baldan budaktan gonuşduk. Birimizin derdi öbürünün derdi oldu. Yeri geldi Van'daki zelzelede galan çocukla üçün ilmek ilmek ördük. Yeri geldi Endonezyamı deyolla, ne deyolla bi ülke varımış, hiç gömedim emme duyduydum. Ordada zelzele ve tusunami dedikleri şey olduydu 2004 te. Teee o zamanlara dayanır bizim bu arkadaşlığımız Perşembe gadınlarıyla. Hatta bu yaşanan tusunami üçün bazar gurduyduk. Çocuklarımızın yeni galmış oyacaklanı satıp, gelirimizi uniceff denilen bir guruluşa havale ettiydik. Emme ulaştı, emme ulaşmadı. Van'daki çocuklara ulaştığını biliyoz, fotoğrafları  gördüydüm. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz üçün dedik hep. Hinci nodunda böne odu? Ne aklım yetiyo ne sırrım? Nazar değdi bu Perşembe gadınlarına desem değil! Perşembenin gelişi Çarşamba'dan belli olu derle ye, tamda öne oldu. 

Şimdi kim bu Perşembe gadınları? 
Bunla 3 kadın. Ben Selme. Hep dinneyen, anlayan, yani annamaya çalışan, yazan. Esme, çok konuşan, karşısındakini hiç dinlemeyen. yardımı çok seven, ama bundan beslenen, hamani pohpohlanmak isteyen biri. Bide Akkadın var. Adı üstünde gibi. Neyse o. Bilgili, algılı. Akkadın deyince günümüz partisinin sembolü gibi oldu. Hiç alakası yok. Hatta tam tersi desem yeri varda, ama gonumuz o değil. Neyse gonuyu dağatmayam. 

Biz bu üç gadın, yani Esme kadın, Akkadın ve ben Selme, tadile gidem dedik.. Demez olaydık. Insan birbirini tatilde tanırmış ye, eyyelim doğru. 

Yazmasam omaz. Bak nele nele oldu?

10 günceğez. Saylı gün çabık geçe derle. Hiç öne değilmiş. 

Sonyaz, yani güzün gidem dedik. Hem sıcak omaz, hem galabalık omaz ırahat ederiz dedik. Meğersem ırahatlık insanın içindeymiş. Irahat değilsen, cennete gitsen ne fayda? Habire lafın birini go öbürüne geçerim. Irahatmetli anam, laf laf aça, laf göt aça, derdi. Öyle olacak menemme? (Herhalde) 

O gün geldi çattı. Güçcük bi bavıl hazılladım. Uçağınan gidecez hani. Sabahın köründe Havaalanında buluştuk üçümüz. Akkadın'da ayni ben gibi bi bavıl hazıllamış. Esme kadının bi elinde güçcük, bi elinde gocaman bi bavıl va. Temelli gidiyon heralda deyverecek olduk. Işte tamda orda başlamış bizim yaşayacağımız sorun yumağı. Ama bilemedik? 

Şu güçcük bavılı kendim üçün hazılladım, şu büyüğüde bavılla birlikte bi Suriyeli sığınmacılara verecem, dedi Esme. İçimden ne güzel düşünmüş, dedim. Yalınız, Akkadın herzamanki tavrı ile, o bavulu taşıman gerekmiyor, Suriyeli mültecile burdada va, onlarada verebilirdin, dedi. Buna bi sinillendi Esme kadın, yüzü gözü buruştu, emme bozuntuya vemedi. 
Şöyle bi düşündüm kendi kendime. Hani herkesi annama derdim va ye? Önce, Esme'yi anladım, takdir etdim. Sona, Akkadının dediğide aklıma yattı. Bi tadil köyünde plajda, teknede, şorda burda keyif yapakan, yüzeken, gördüğün bi Suriyeliye veya benzeyene, sudan çıkmış, üzerinden şıpır şıpır sula akarken mi verecen bu bavılı be gadın?  Tadilimi yapıyom emme hayrırmıda yapıyom deye düşünüyo herhal. Dedim ye, hep yaptığı iyiliği göstermek iste, alkış iste.  Eferim delisi gı. Sağ elin vediğini sol el duymaz, deye öğrendik biz. Neyse garışmayam, öne ırahat edecekse, öne osun dedim. Daha yolun başındayız. Gözel bi tadil osun istiyom. 
Bindik uçağa, Zürihten İstanbul'a, İstanbu'ldan Dalaman'a uçacaz. Yol uzun, memleket şartları çetin.. Tayfun Talipoğlu'nun gulakları çınlasın:) Yazı uzun olmasın, yaşanla pek çetin oldu. Onun uçun bi dahaki sefere yazarım nele nele oldu? Tabi marak ediyorsanız?
Yoğusam cingan gelini gibi kendim çala kendim oynarım. 
Hadi galın sağlıcağınan.. 

PS. Mudurnu şivesi ile yazılmıştır. Seviyorum bu şive ile yazmayı. Yazdiklarım yaşadıklarımdan alıntılar. Biraz eksik biraz fazla. Bu Perşembe Kadınları İsviçre'de yaşar, biri Türkiye asılllı alman vatandaşı Selme, yani ben,  biri Alman asıllı İsviçre vatandaşı Esme, diğeri İtalyan asıllı isviçreli Akkadın. Bu isimleri, bu yazı dizisi için, bizim asıl isimlerinizin baş harfi ile ben taktım. 


Her sey güzeldide, bos kalan sandalyeler gibiydi iste..

4 Ekim 2015 Pazar

Perşembe Kadınları Selimiye'de (2. Bölüm)

Köy kahvesinde ilk kahvatimiz
Sabah ezanından sonra, horoz sesleri ile sabahı ettik. Güneş'in kızıl ışıkları miskin miskin üzerimize vuruyordu. Arabada uyuyanlara doğru göz attım. Araba yerinde yoktu. Meğer, köyün manavından zeytin, peynir, simit vs. almaya gitmişler. Köy kahvesine yerleşmişler, bizi çağırdılar. Kahvaltımızı yaptık güle oynaya. Köyün yaşlı amcalarıda birer birer yerleşiyorlardı sandalyelere pişti ve okey taşlarını dizerek günü akşam etmek için. Daha fazla amcaların masalarını işgal etmeden kalktık. Kalacağımız otelin yada pansiyonun desem daha uygun olur, plajına attık kendimizi. Pansiyon ile denizin arası beş adım ya var ya yok. Sürekli aynı pansiyonu seçmemin asıl nedeni değil, ama nedenlerinden biri. Henüz odamıza yerleşmedik, ama üzerimizi değiştirmemiz için bir oda verdiler. Havlumuzu, terliğimizi ve Güneş kremlerimizi alıp, bavullarımızı mutfağa bıraktıktan sonra o berrak denizle kucaklaştık. İlk gün akşama kadar kâh yüzdük, kâh şenzlogta uzandık. Öğlen bize odamıza yerleşebileceğimiz söylensede, hiiiç oralı olmadık. Sabah doğurduğumuz güneşi akşam batırdığımızda hala plajdaydık. Öyle ya, ne yemek pişirme derdimiz var, nede bir yere yetişme telaşı, canımız ne zaman isterse o zaman kalkacaktık. Öylede yaptık. Her akşam rutin şuydu. Duş, giyin, çık, yemek, sonra çay, sonra rakı yada bira. Selimiye öyle gece hayatı uzun olan bir yer değil. Gece 00.00 gibi nerdeyse kapanıyor heryer. Sakin bir yer yani. Ve tuhaf bi şekilde uykun geliyor erkenden:) belki deniz ve güneş yoruyor insanı. Neredeyse 30 saati aşkın süredir yatak yüzü görmeyen bizler adeta yapıştık yatağa:) daha yastığa başımızı koyarken havada uykuya daldı gözlerimiz. 

Ertesi gün tekne turu yapmaya karar vermiştik. 7 Kişilik bir tekneyi uygun fiyata kiraladık. Biz bizeydik. Güzel bir günü daha geride bırakmıştık. 9 günlük tatilimizin ikinci günü bitmişti bile. Akşam yine aynı rutin, yemek, çay, bira, gece denize girenlerimiz ve sahilde sohbet, yatak. 

3. Gün, madem araba kiraladık, malak gibi yatıp durmayalım güneşin karşısında, Datça'ya gidelim, akşam Güneş'ini Knidos'ta yarım adanın en uç noktasında izleyelim, dedik. Malum Knidos'ta güneş farklı batıyor, ve insanlar sırf güneşin batışını izlemek için akın akın dağa, bayıra tırmanıp, yerlerini alıyorlar. Ama yinede Güneş'i zaptedemiyorlar:) (laf ebeliği yaptım güya)  güneş bildiğini okuyor, müthiş kızıllığı ile batarken büyülüyor insanı. Gerçi ben fotoğraf makinam boynumda her anı fotoğraflamaya çalışırken farkına diğerleri kadar varmış olmayabilirim, ama şimdi fotoğraflara bakınca hala o anları yaşıyorum. 

Işte o gün bu planları uygulamayı düşünürken, akşam saatine kadar başka yerlerde vardı planda. Yolumuz üzerinde olan Turgut şelalesi mesela. Buz gibi suyuna asla girmemiştim daha önce. Ama ne oldu bilmiyorum, galeyana geldim ve atladım buz gibi suya. Kalbim yerinden çıkacak sandım. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, hızlı hızlı hareket ediyordum. Ama çıktığımda bütün hücrelerim tazelenmiş gibi dinç hissediyordum kendimi. Kocaman ağaçlar altında Türk kahvemizi içip güzel  yollardan ilerlerken Kızkumu'nda durup deniz içinde yürüdük, herkesin yaptığı gibi:) Turgut şelalesinde ayağını arı sokan Ayça, buradada yine ayaktan yedi o iğneyi. Ama hiç sesini çıkarmadı. Bu ilgimi çekmişti. Bir iki gün sonra benide sokunca anladım. Hakkaten acıtmıyordu oranın arıları. Ama fena kaşındırıyordu bir kaç dün sonra. 

Biz yine arabamıza binip Datça'ya doğru ilerledik. Bu sefer Eski Datça olacaktı. Her köşesi fotoğraflık olan bu küçük, sevimli dar sokaklarda renkli begonvillerin fışkırdığı yerlerde kendimi kaybettim. Can Yücel Sokağı, kahvesi, evi, rakı bardağındaki son şarabı'nı görmek onunla karşılaşmak gibi heyecanlıydı. Can Yücel Sokağı'nda yürürken 
"Ne harika yer burası! Nereden buldun bu Datça’yı? ‘Elimle koymuş gibi buldum’…Can Yücel…
diye şiirsel gür bir ses duydum. Allah Allah, bu sokakta yürürken bu ses otomatik mi geliyor diye sağa sola baktım, meğer arkamızdan gelen Can Yücel aşığı biriymiş, onum şiirlerini okuyarak gelen. 
Can Yücel'in evi kızı tarafından kullanıldığı için ziyarete kapalı. En doğal hakları tabi. 

Sonra şu hep adı duyulan Palamutbükü'nde  denize girmek istedik. 1 saat girdik denize, apar topar Knidos'a doğru yol aldık. Kimimiz antik kenti gezdi, kimimiz sahilde akşamı bekledi. 
Knidos'tan gün batımı fotoğrafları asagida.

Ertesi gün yine Selimiye'de dinlenme, ve tekne turu, yine dinlenme ve tekne turu derken günler birbirini kovaladı. Ölüdeniz, Demre, Dalyan, Köyceğiz, turları yapmayı hep düşündük ama uygulayamadık. 

Bir gün tekne turunda gölgede yer alamadığımız için, Perşembe kadınlarından ikisini güneş çarptı. Bütün gün çıkamadılar odadan. Mide bulantısı, üşüme, halsizlik. Oysa Eylül ayıydı. Neyse hemen toparladılar. 

17 Eylül, Perşembe günü Perşembe kadınlarının İstanbul şubesi Ayça o akşam dönecekti. Biz geleneksel Perşembe buluşmamızı kaldığımız pansiyonun balkonunda gerçekleştirecektik. Güzel bir masa hazırladım. Kadehleri mutfaktan istedim. Balkondan sarkan fuşya rengi begonvillerden koparıp masayı süsledim. Buzluktan pembe şarabımızı çıkarttım. Hem Perşembe Kadınları rutininin yaşanıyor olmasının heyecanı, hem birazdan yaşanacak olan ayrılığın hüznü vardı. Diğerlerinin midesi kötü olduğu için ben götürüyordum o soğuk şarapları, belki ayrılık o kadar koymaz diye. Tam tersi oldu. Güya güneş gözlüğümü taktım belli olmasın diye, gözlüğün altından akanları elimin tersiyle sildim ama gizleyemedim. 

Artık 6 kişi kalmıştık. Bu sefer Selimiye'nin her akşam yürüdüğümüz 
rotanın aksine bir yoldan yürüdük. Oralar daha elit, kafelerinde canlı jaz müzik olan yerlerdi. Son akşamlarımızı bu taraftan yana kullandık. Rakı içtik. Konuştuk, güldük, tartıştık.. Perşembe kadınlarından E. olanı sürekli laf soktuğu A. ya o akşam biraz daha sertti. Ben sadece gözlemledim. Ama onlara bir kuralı öğretmiştim, eğer rakı içiliyorsa, bunun bir adabı ve kültürünün olduğunu, rakı masasında kavga edilmediğini, positif konular konuşulduğunu vs. Kuralcı olduklarından benimsediler, ve kabul ettiler. Ne zaman konu derinleşse rakı masadındayız, güzel şeyler konuşmalıyız diye düzelttiler kendilerini. Benim tecrübelerim bana bu olayı şimdi kapatsalarda hep yeniden hortlayacağı yönündeydi. 

Dokuzuncu ve son güne geldik artık, gece 3.45 de Dalaman'dan İstanbul'a uçuşumuz var, havada bozuk, yağmur yağdı yağacak, o gün. Hatta kahvaltı yaparken şakır şakır yağmur yağdı. Sonra açılır gibi oldu. Nasıl olsa o gün gideceğimiz için seviniyordum bile yağmura:) Marmaris'e gidiş yolunda "tenekede tavuk" levhalarını gördük ki, bu Tv'lere konu olan tanınmış bir şeymiş. Ama biz tanınmış yerde değilde, tanınmamış olan yerde durmuşuz. Oradada güzeldi ama o tenekedeki, gök gürültüsü, ve kara bulutlar altında yediğimiz tavuk. 

Marmaris'e geldik. Yağmur daha yoğundu orada, bi şekilde akşam ettik, kimimiz kuaförde, kimimiz sokaklarda. E. Getirdiği bavulu nihayet verebilmiş bir mülteciye. Daha doğrusu verdirtmiş benim bir yakınıma. Ben yoktum. Mutludur herhalde. Burada anlatıyordur, Türkiye'deki Mültecilere bir bavul eşya götürdüm diye. 

Son gece Marmaris'ten Dalaman'a gece saat 1 de havataşın seferi olduğunu öğrenince, bizi Havaalanı'na götürecek olan yakınımızı tekrar Selimiye gönderdik. Akşam saat 21.30 gibi Marmaris otogarında saat 01.00 e kadar beklemek istemedim. Marmaris merkezden otogar tam 5 dakika taksi ile. Orada beklemektense marinada daha canlı bir yerde beklemek daha cazip geldi. Ama E. Olan otogarda beklemek istiyordu. Issız, sadece çay ve kahve içilen bir yerde bekleyecekmiş. Dedim ki, hala Türkiye'deyiz, ve Marmaristeyiz, 3 saati daha güzel bir yerde geçireceğimi bile bile neden otogarda bekleyim ki? Biraz bu duruma bozuldu, ama geldi. Marinaya yakın bir yerde oturduk. Zaten son günlerdeki yaşanan gerilim orada iyice ayuka çıktı. E. hızını alamıyor, ağzıma ne gelirse söylüyordu. A. Ile fena kapıştılar. Ben sadece dinliyor, müdahale etmem gerektiğinde ediyordum. A. Kendini savunmaya geçtiğinde E. Hiç bir şekilde dinlemiyor sürekli sözünü kesiyordu. A. Ağlıyor ve kendini ifade edemeyişinin ezikliğini yaşıyordu. Aslında kendinden emin, ayakları yere basan bir kadındır. Çokta zekidir. E. Olan çığrından çıkmış gibiydi o gece. Taa 15 yıl öncesine gitti, o zamanlardan zoruna giden şeyleri anlattı. Ama unuttuğu bir şey vardı. O günlere bende tanıktım. Müdahelede bulundum. Kabul etmedi, hala E.yi suçlamaya devam etti. E.yi tanıyamaz oldum o gece. O anlayışlı, o sevecen E. gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti. 
Zaten zaman zaman bunun alarmını veriyordu. Bu Gözlemlerim beni, onun başka bir ülkede olma korkusunu yaşadığına itti. Başka bir sürü olay var beni bu düşünceye iten. 

Benim kızgınlığım şu, yanında bir bavul getir, sadece Suriyeli mülteciler için, ama kaldığın otelin merdivenlerini beğenme, küçücük bir selimiye plajında 1,5 saat yanlız kaldığın için A.yı itin götüne sok, son olarakta Bern'e gelirken trende "iyiki bankomatlarda dolandırılmadık' diye bir cümle kullan. O ne demek, dediğimde geçiştirdi. Bu bana biraz koydu açıkçası. Onun gözünde Türkiye demek ki çok farklı. Evet, idda etmiyorum Türkiye çok dört dörtlük güvenilir bir ülke olduğunu. Ama, bu kadarı bana fazla geldi. Sevmiyorum ben başka bir ülkeye gidildiğinde kendi yaşadağın ülke ile kıyaslamayı. Gitme o zaman. Kal kendi ülkende. Her yer aynı olacaksa o zaman başka bir yere gitmemin ne anlamı var? 
Bir olay anlatmak istiyorum sadece. Bir gün tekne turundayız, bu E.nın plastikten küçük bir deniz yastığı rüzgârdan denize uçtu. Bunu gören tekne sahibi geri dönüp o kıytırık yastığını kurtardı ve kendisine teslim etti. O olayı burada yaşaması mümkün mü? Belki kendi düşerse geriye bakarlar, o da belki. Bunun farkına vardı aslında, o gün mutluluktan uçuyordu. Isviçreli arkadaşlarına whatsapptan bu durumu anlata anlata bitiremedi. E o zaman, o ülkenin bankalarından şüphen niye? Kişi değil, banka bu! Hakkaten sinirlendim. Başka bir sürü olaylar oldu, direk benimle ilgili olmayan ama sinirlerimi bozan. 
Döndüğümüzden beri iki Perşembe geçti. E. Ile henüz görüşemedik. Ya gececi olduğunu söylüyor, ya işinin uzun sürdüğünü. Öyle olsun. Ben zaten bu ara görüşmeyi istemiyorum bile. Elbette 18 yıllık arkadaşlığı heba edemeyiz, Perşembe kadınlarına yakışır bir görüşme, konuşma olur. Yaşadıklarımın beni başka bir noktaya götürdüğü bir gerçekte var. Buradan öğrendiğim şu: bir daha E. ile tatil yok! En azından Türkiye'yi yasakladım ona:) 

Allahtan bu kırgınlıkların sebebi ülkemle alakalı değil, yoksa çok güzel tatil yaptık, bir kez daha hayran kaldılar denizine, havasına, güneşine, dağına, taşına, insanlarına. 
Bi güzel yönüde, hep heyecan yaşadık, hiç sıkılmadık:) sıkılacağımız zaman birbirlerine sarıyorlardı:) hoop bir aksiyon daha.. 

Ota boka gülerek geldiğimiz uçak yolculuğu, dönüşte derin bir sessizliğe bıraktı kendini. Zaten E. Ye ayrı bir koltuk verilmişti. Kader öyle olması için çaba sarfetmişti sanki:)  böyle işte nazar değmişti Perşembe kadınlarına.. Bi kurşun mu döktürtsem, ne yapsam?:))
Su Balesi Gösterimiz:
Manastir Koyunda biz
Manastir Koyu
teknede öglen yemegi 
Eski Datca sokaklaro
Eski Datca Sokaklari
Eski Datca Sokaklari
Knidosta 
Knidosta Piri Reis
Knidosta Murat ve Mila
Knidosta Murat ve Mila

3 Ekim 2015 Cumartesi

Perşembe Kadınları Selimiyede 1. Bölüm

Persembe kadinlarinin Selimiye balkonundan..

Hiç bu kadar sık Türkiye'ye gittiğim olmamıştı. Iki ayda üç sefer. Üçüde ayrı ayrı güzeldi. İlki rutin yaz tatilimizdi. Bir önceki yazılarda anlatmıştım, gezdiğim, gördüğüm yerleri. Ikinci gidişim bir düğün için oldu. Önce kararsız kalmıştım. Gelin olacak kızımız çok özel bir davetiye göndermişti. Bizi o düğününde görmeyi çok ama çok istiyordu. O özel gününde bizde orada olmayı, ilerki yıllarda bakılacak aile fotoğraflardan eksik kalmayı istemedim. Çocuklarımızın kuzenlerinin ilk düğünüydü üstelik. Iyiki gittik. Öyle güzel olduki. Gelin herşeyi planlı programlı, çok eski gelenekleri araştırarak hazırlanmıştı. Ege'li kızımız, Balkan gelini olduğu için Ege ve Balkan müzikleri, renkleri, folkloru birbirine karışmış, herkes için unutulmaz bir düğün olmuştu. Aslında başlı başına yazmaya değer bir düğün. Belki yazarım bi ara.  

Hemen üç hafta sonrasında taaa ilkbahardan rezervasyonunu yaptığımız Perşembe kadınlarının tatili vardı planda.
Bundan birbuçuk yıl önce beş günlük bir İstanbul gezisi yapmıştık birlikte. Ülkeye ve İstanbul'a hayran kaldılar. Döndüğümüzde karar aldık, tatil kasası yaptık, her Perşembe buluşmalarımızda tatil kasasına 10 ar Frank yatırarak, her yıl bir hafta başka bir Ülkeye gidecektik. Fakat Türkiye'yi o kadar çok sevdiler ki, bu sene yine tercihleri o ülkeden yana oldu. Bu sefer deniz tatili olacaktı, ve seçimi bana bıraktılar. Ülkenin bir çok yerini gezdim, ama Marmaris-Selimiye bir ayrı benim için. Oranın denizi gibi bir deniz sanki hiç bir yerde yok gibi. Metrelerce derinliğini görebildiğin, tertemiz, mavinin her tonunun mevcut olduğu, ne çok soğuk, ne çok sıcak, tam kıvamında bir denizi var oraların. O Yüzden yine orayı seçtim. Seveceklerinden çokta emindim. Benim üçüncü gidişim olacaktı. Internetten gösterdim, tamam dediler. Heyecanla ilkbahardan beri uçacağımız günü, 11 Eylül'ü bekliyorlardı. Daha çok A. Hergün internetten gideceği yerlere bakarak, geçireceği tatilin hayalini kurarak yaşıyordu.

11 Eylül geldi çattı. Sabah, Bern gar'ında buluştuk. Trenle Havaalanı'na gideceğiz. Tabi ben uyuyakaldım, A. telefon ederek kaldırdı beni. Gittiğimde onlar buluşma yerinde bekliyorlardı. Üçümüzde küçük bir bavul var, ama E. küçük bavul dışında birde büyük bavul almıştı yanına. "Hayırdır? Temelli mi gidiyorsun" dediğimde, aynı soruyu A. dan'da duyduğu için sanki biraz sinirliydi. Açıklamasını yaptı tekrar banada. Meğer orada Suriyeli mülteciler görürse onlara verecekmiş. Tamam, güzel, anlaşılır. A. Olan demiş ki, buradan oraya taşıman gerekmiyor, buradada var mülteciler onlara verebilirsin. Tamam, o'da doğru. Birde bana anlatınca, dedim ki, anlayışın güzel, ama bizim gideceğimiz rotada göremeyebilirsin, burada'da verebilirdin deyince, birini bulurum elbet dedi. Tamam dedim, sen bilirsin.

Uçağa bindik bir öğlen vakti, İstanbul aktarmalı Dalaman uçuşuşumuz 15 saat sürsede hazırız buna. E. Farkında mısınız, 11 Eylül'de uçuyoruz, dedi. Evet, dedik farkındayız A. ve ben. Korkarak yaşayamayız. E. nin Dünya meseleleri ile ilgili konularda biraz ürkek davrandığı dikkatimi çekmişti. Sadece bireysel yardımlarda bulunup vicdanını rahatlatıyor, nedenleri hakkında hiç kafa yormuyor, diye düşündüm.

Uçakta çok manyakça şeylerle gülüp, güzel bir yolculuk yaptık. Hani biri anlatsa, "bunlara mı güldünüz, çok salaksınız," diyebileceğim şeyler. Ama oluyor işte bazen böyle şeyler. Istanbul'da 6 saatlik bir bekleme süremiz vardı.  Dedim, bu saati burada bekleyerek geçirmeyelim, Yeşilköy veya Florya'ya gidelim. Tamam, dediler. Yeşilköy'e gittik. Çok güzel zaman geçirdik, akşam Dalaman uçağına yetişmek için tekrar döndük. Biraz fazla erken dönmüşüz, o da yine onların kültüründe olan dakik ve zamanından önce hareket etme anlayışı yüzünden. 
 Fakat bu Türkiye'de geçerli olmadığını anlatamadım onlara. Neyse biz saat 23 gibi Dalaman'a vardık. Bizden 1 saat sonra İstanbuldan gelecek uçakta, diğer yakınlarımız vardı, ve onları beklemeye koyulduk. Dalaman havalimanı yani Dışhatlar kısmı, çok güzel. Dışarı çıkıp, çam ağaçları altında kafe var. Ama kafedeki fiyatlar havalimanı fiyatı. Bir küçük şişe bira 25 lira. Anasının dini, dedik, almadık tabi. Birer küçük su aldık, sanırım fiyatı 5 lira falandı. Biz çantamızdan çıkardığımız şarabı içtik. Sabahın 8 inden beri yolculuk halindeyiz, gece 23 olmuş, biz hala Selimiye yolculuğuna hazır dimdik ayakta ve çok mutluyuz. Çamların altında çekirge sesi eşliğinde. Bir saat sonra diğer yakınlarımız geldi, büyük, güzel bir araç kiralamışlar, 7 kişi Selimiye'ye doğru virajlı karanlık yollarda ilerledik. Gece 3.30 gibi Selimiye'ye vardık. İn cin top atıyor, içimden "getire getire buraya mı getirdin bizi" diye düşünüyorlar mı acaba diye geçirdim. Bizim otele girişimiz 12 Eylül, biz 11 Eylül gecesi gelmişiz ve bir şekilde sabahlamamız gerekiyor. Bunu bildiğimiz için, THY den üstümüzü örtmek için aldığımız örtüleri yanımıza aldık. Dönüşte bırakırız niyeti ile. 

Selimiye girişine park ettik. Biz Perşembe Kadınları, o örtüleri alıp sahildeki şenzloglara, pufuduk minderler üzerine uzandık. Diğerleri arabada kaldı.  Yarım ay tepemizde, denize vuran karşı otelin ışıkları ve köpek sesleri vardı. E. uzanır uzanmaz horlamaya başlamıştı. Ben ve A. Uyuyamıyorduk. Belki heyecandan, belkide biraz serin olduğundan. Ama uzanmak bile yetiyordu bize. O havayı, o sessizliği sessizce kıyıya vuran denizin sesi, ve uzaktan gelen köpek sesleri her zaman duyduğumuz sesler değildi. İkimizde o a'nı soluduk, dinledik ve hissettik hiç konuşmadan. Sabah aydınlanmadan ezan okunmaya başladı. Türkiye'de olduğumu hissettiren başka bir duygudur bu benim için, Isviçreli Arkadaşlarım için kesin çok daha farklıdır. Sabah ezanını ben çok severim. Hüzzam Makamında bir Hüzünlü bir şarkı gibi gelir bana. Yine hiç ses çıkarmadan dinledik. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu, ve güneş tam karşımızda duran dağın ardından ağarmaya başladı. Güneş'in doğuşuna tanık olacaktık. Tam 24 saatir uykusuzduk ama yorgunluktan eser yoktu ikimizde. Üçüncümüz E. hala horlayarak uyuyordu. Biz E. ile birlikte Sabah 7.30 da kalacağımız otele doğru yürüdük. Malum artık çişimizde gelmişti. Otel sahibini zaten 3 yıldır tanıdığım için doğru mutfağa gittik. Derdimizi anlattım, dedim sahilde sabahladık, bize bir kahve verin. Keşke arasaydınız, sizin oda Öğlen boşalacak ama, siz kalacağınız bir oda verebildik. İşte Selimiye'nin bu turist avcısı, olmayan güzel insanlarını, insanlığını seviyorum. O Yüzdendir son dört yıldır oraya gidişim. Ama bu yıl artık Selimiye'yide kaybediyoruz kaygım oluştu. Küçücük Selimiye'yede iki Migros, bir Carrefour SA açılmış. Küçük esnaf zor durumda. Önce direndim, fiyat farkı olsada biralarımızı küçük marketten aldım. Ama sanırım sahibi değişmiş, her gittiğimde farklı bir fiyat alınca, 7 lira istediği bir birayı Migros'tan 4.25 bulunca kapitalizme yenik düştüm. Kapitalizm böyle bir şey işte, hiç bir şeye zorlamaz seni, ama ipe ipe gidersin. Kendine ihtiyaç duydurur, zorlamasada almak zorunda kalırsın. Hele teknolojide kaçınılmaz bir durumdur. Tabiki bunların farkına bir kez daha Selimiye köyünde vardım. Fakat tatildeydim. Bunların çelişkisini yaşayacağım yer değildi. Üstelik yaşasam ne olacak? Kendiliğinden gelen kominizim, sosyalizim, kapitalizim, emperyalizm'e ne kadar kafa tutabilirim. Bunun farkında olan hepimiz yeniğiz bu sisteme. Kapitalizm hepimizi esir almiş durumda. Kolaylık sağlarken, esir alıyor. Bu böyle. Kitaplarımızı bile onların ürettiği kindle de okuyouz. I-phonlarımız. I-Mac lerimiz, I- bilmem nelerimiz? Yeniğiz açıkcası. 

Ama benim yazacaklarım Perşembe kadınlarının Selimiye tatiliydi. 
Eh, oda bi sonraki yazıya kalsın. Saat gecenin bi yarısını geçmiş durumda, ve uzayacağa benziyor. Uzun yazıları pek kimse sevmiyor kanısındayım. Zira bunu söyleyenler oldu. O Yüzden burda bir Virgül koyup, sonra devam edeyim. Çok ilginç şeyler oldu.. Perşembe kadınlarına nasıl nazar değdi? 

25 Mayıs 2014 Pazar

Perşembe kadınları İstanbuldaydı..

Istanbula dogru ucuyoruz...
Altı ay önceydi.. Bir Perşembe buluşmamızda bir kaç günlük İstanbul seyehatini konuşmakla kalmadık, hemen otel ve uçak rezarvasyonunu yapmıştık bile. 
16 Mayıs cuma sabahı tren istasyonunda buluştuk.. Geciken tabiki yine bendim.  Tren neredeyse  hareket ekmek üzereyken son adımımı atarak yetiştim desem yeridir. Restoran bölümüne geçtik.. Havaalanının içine kadar giden trenimizde sabah kahvelerimizi Antonella ısmarladı.. Ağzımız kulaklarımızda, İstanbul gezimiz başlamıştı bile.. Rahat rahat uçağımıza bindik.. Keyifli bir yolculukla Istanbula indik. Beyoğlu'ndaki otelimize yerleştik. Otelde çalışan Trabzon'lu Miraç abi çayını öve öve bitiremedi.. Hatta benden iyi çay yapan yoktur diye abarttı.. Söylediği kadar varmış.. Herşeyi ölçülü yaparmış.. Bardağa ne kadar dem girer, ne kadar su girer sadece kendi bilirmiş.. Miraç abi zayıf ve kısa boyuyla, yüzündeki derin çizgileri ile iyi hoş, ama siyaset konuşmamaya karar verdim, yoksa bana çok antipatik gelecekti. Soma olaylarına bakış açısı hoşuma gitmemişti.. Kaza olarak bakıyordu, bu kadar tam tama ne gerek var diyordu.. Tartışmak gereksizdi.. 
Mirac abi'nin çayini içerken..
Ilk akşam bizi heyecanla bekleyen canım arkadaşım Ayça'ya davetliydik.. Istanbulun gece ışıklarına tepeden bakan ve geniş bir ufku olan,
insana enerji veren, o kocaman terasında güzel bir masa hazırlamıştı. Biz şaraplarımızla gitmiştik, ama Rakı içtik, martı sesleri eşliğinde.. Ben zaten biliyordum, ama Elisabeth ve Antonella bayıldı oradaki atmosfere. Onlar bile rakı içti.. Sonra Imza:ben kitabının tanıtımına Ayça gitmişti benim yerime, ve kitabım kendisine teslim edilmişti.. O kitabı verdi o akşam elime.. Çok mutlu oldum.. Elimle yaprakları hızla çevirdim.. Bazı imzalar gördüm.. Masada herkes Almanca bildiği için tercüme edilmeden sohbet akıp gitti. Aynı hızla zamanda tabi... Gecenin bir yarısı otelimize geri döndük.. Zaman kısaydı, ve çok yer gezmek istiyorduk.
Bir kac sayfasinda iki mektubum bulunan kitaba nihayet kavustum:)
Sabah 9.30 gibi Tünel'e yürüdük.. Ayça'da hemen geldi zaten.. Karaköy Namlı' da keyifli, güneşli, denizli, güzel bir kahvaltı yaptık.. Ardından yürüyerek Eminönü, Mısır Çarşısı, kapalı çarşıya geçtik.. Ayçanın sıkı pazarlığı ile 800 liralık deri çantayı 500 e alan Antonella çok mutluydu. Sonra Sultan Ahmet camii, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı'nı gezdik.. O kadar çok yürüdük ki, Elisabeth'in dizi iflas etti.. Topallayarak yürüyordu.. Otele yürümek imkansızdı. Taksi ile otelimize gittik.. Miraç abimiz yine çayı ile bekliyordu bizi. O yorgunlukla o çay daha bir güzel geldi. Sonra İstıklal caddesine yürüyerek Nevizadede yemek yemek istiyorduk. Polislerin arasından geçerek gittik oturduk Keyif restorana. Yine zaman su gibi akıp geçti.. Her konuda konuşabilmek ne kadar güzel.. İsviçreli arkadaşlarım " du hast eine goldige Freundin" (altın değerinde bir arkadaşın var)  dediler.. Dedim herkesin hayatında bir Ayça olmalı:) 

Biz yine otelimize gittik.. Gecenin bir yarısı ergenler gibi, ota boka gülüyorduk.. Hani bir gülme krizi gelirde durdurmazsın ya kendini, ama içi boştur, bi başkasına anlatsan anlayamaz ya, işte öyle bir krize girdik.. Ağızlarda diş fırçası, harflerin belli olmadığı bir konuşma şekli ile, "yayın hava nası olcakki" sorusuna ben elimde telefon, meteo bildirisine bakıyorum, ooo, diyorum 23, 25 hatta 27 olacakmış Bern'de.. Antonella, diş fırçasını ağzından çıkarıyor, şöyle sağa doğru eğilerek, harflere basa basa, "hallo, Bern beni şu anda zerre kadar enterese etmiyor, İstanbul'dan haber ver" diyor.. Ben gülmekten yerlere yatıyorum. Bern'de kar, kış, tipi, tufan olsa umrunda değil. Istanbulda olmaktan müthiş keyif aldılar.. Kıkırdayarak uyuduk yine.. Sabah onlar erken kalkıp aşağıda Miraç abinin kahvesini, çayını içerken en son ben kalkıyor, hazırlanıp aşağıya iniyorum.. Pazar sabahı yine tünel girişinde buluşuyoruz Ayça ile. Taksi ile istikamet Piyer Loti.. Kahvaltı.. Bi anda Cansu beliriyor orada. Kucaklaşıyoruz.. Yine güzel bir kahvaltı.. Acelemiz yok.. Sonra program devam.. Balat'a gidiyoruz.. O güzel sokaklarda başımız yukarlarda evlere hayran kalıyoruz. Bazı evlere Suriyelilerin yerleştiğinide görüyoruz. Bir sürü fotoğraflar çekiyorum.. Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinde soluklanıyoruz biraz. Oradan sonra Çarşamba'ya geçiyoruz. Sanki başka bir dünya.. Bütün kadınlar çarşaflı, erkekler sakallı, şalvarlı.. Kısa kollu giysilerimizi kapatmaya yelteniyoruz.. 
Balat Sokaklari..
Tarihi Fatih sarmacısına yönlendiriyor bizi Ayça.. Şöyle tatlı görünümünde bir somun gibi duruyor.. Zaten tatlıyla aram olmayan ben, ne kadar lezzetli olabilir ki diyorum..  Bir dilim denemek istiyoruz. Ama hepimiz bu lezzete bayılıyoruz.. Hakikaten çok güzel bir tad. Duvarda Vedat Milör'ün fotoğrafı kaliteyi artırır gibi duruyordu.. 
Sarma Tatlisi
Hemen ardından Karaköy'e balık pazarına iniyoruz.. Çok salaş bahçe içinde bir restorana oturuyoruz.. Her türlü balık çeşidini istiyoruz, ve herkes herkesin porsiyonundan yiyebiliyor.. Çokta ekonomik bir yer.. Bizim avrupalılar bayılıyor buraya.. Tekrar gitmek istiyorlar ama bir türlü zaman ayıramıyoruz;) 
Karaköy Balik pazarinda bir lokanta..
Karaköy'den Galata'ya doğru yürüyoruz. Kamondo merdivenlerine hayran oluyorlar bu sefer. Galata'ya geldiğimizde kule için sıraya giriyoruz. Ama maalesef kapandığını öğrenince dibindeki çay bahçesinde yine yorgunluk çayı çok iyi geliyor.. Bi ara Elisabeth tuvalete gidiyor.. Dikkatimi çeken, hiç bir yerde tuvalete yanlız gitmiyor.. Bu güvensizliği aslında beni rahatsız etsede, hiç tanımadığı bir ülkede olmasının tedirginliğini anlayabiliyorum.. Onunla bende gidiyorum.. Telefonumu sürekli wc lere düşürdüğüm için dikkatliyim.. Cebimden çokarıp elimde tutuyorum.. Çıkışta lavabonun önüne koyuyorum.. Sonra biz masamıza gidip, çay içip sohbet ediyoruz.. Aradan zaman geçiyor, biri gelip, telefonunu lavaboda unutan varmı deyince, telefonu hemen tanıyorum, sağ elimi sineme sertçe vurarak, "beeeenn" diye bağırıyorum.. Hemen kardeşim Serpil aklıma geliyor. "Senin kaybettiklerin hep tıpış tııpış arkandan gelir, seni bulur" der.. Bu sefer hak verdim. Masadaki herkes, avrupalılar bile şaşırdı bu olaya.. Bense gurur duydum ülkemin güzel inanlarıyla. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Tabi daha çok telefonumun beni bulmasına:)) 

Sonra hep birlikte Asmalı Mescide gittik.. Benim arkadaşlarım, Ayçanın arkadaşları, hepsi ya Almanca, ya İngilizce biliyorlar. Benim avrupalı arkadaşlarım kendilerini evinde gibi hissettiler.. Ve her konuda konuşabilmeleri herkesin çok hoşuna gitti. Yine su gibi aktı gece.. Herkes evine, oteline dağıldı..

Pazartesi 19 Mayıs.. Soma dolayısı ile milli Bayram iptal. Buda birilerinin zaten işine gelmiştir. Benim işime gelen tarafı tatil olduğu için Ayça'nın çalışmayacak olmasıydı. Biz yine Pazartesi sabahı Adalara gitmek için Ayça ile Kabataş iskelesinde buluştuk. Hedefimiz Büyükada, Heybeliada, Burgazada idi.. Ama o gün müthiş bir kalabalık vardı.. Büyükadada fayton kuyruğunda beklemek istemedik.. Yine yürüyerek Aya Yorgi manastırına kadar yürümek istedik.. Kan ter içinde tepeye ulaştık.. Güzel bir çam ağacı altında bir yer bulduk.. Yanımızda getirdiğimiz buz gibi şarap hala soğukluğunu koruyordu. Iki saate yakın oturduk orada, o çektiğimiz eziyete değdi. Perşembe kadınları büyükada tepesinde buluşmuşlardı.. Üstelik bu sefer 3 değil, 4 kişiydiler.. Tarifsiz mutluydular.. Neler konuşmadılar ki? Ağaçtan, böcekten, çiçekten, kadından, insandan, dünyadan vs. Ben bi ara "genç bakış" programında Tekin Gürsel'in bir açıklaması aklımda kalmıştı, onu sordum. Öğrencilerden biri "sizde, iktidar olursanız ağaçları kesecekmisiniz"diye soru sormuştu. Tekin Gürsel şöyle bir cevap vermişt, "hayır, sadece kavak ağaçlarını keseceğiz, hiç bir Avrupa ülkesinde yoktur, çevreye zarar verdiği için sadece kavak ağaçlarını keseceğiz" demişti.. Bunu bilmiyordum.. Dikkat ettim hakikaten yoktu.. Kenara doğru açılan kavaklar var ama diğer selvi, uzun kavaklardan hiç görmemiştim. Onu sordum, evet dedi isviçreli arkadaşlarım. Çevreye zararlı bir ağaç. Bir şey daha öğrenmiş oldum. 
Oysa bizim köyde çok var kavak ağacı.. Çokta severim. Hele rüzgarda o yağlı yapacakların çıkardığı ses. Üzüldüm kötü bir ağaç olduğuna.. Yine zaman su gibi aktı oradada..
PE-kadinlari cekirdek kadro..
persembe kadinlari istanbul ayagi 4 kisi olduk:)
Geri dönüşümüzde akşam olmuştu. Taksimi ve gezi parkınıda görmek istiyorlardı. Geçen yıl Haziran ayında Avrupa tv lerinde epeyce yer almıştı.. Haberdar idiler.. Ağacı vs doğayı seven arkadaşlarım gezi parkı protestolarına katılanları alkışladılar. 

Sonra hayatında hiç döner kebap yemeyen Elisabeth döneri tatmak istiyordu.. Ayça bizi hayal kahvesi karşısındaki "melekler dürüm house"a götürdü. Bende Türkiye'de ilk kez dürüm yiyecektim. Hepimizin hoşuna gitti. Orada otururken eşimin tanıdığı tiyatrocu bir arkadaş geldi.. Birlikte yine Nevizadeye gittik. Tanıştik, sohbet etik., Ertesi gün bir oyunlarının olduğunu, gelirsek çok mutlu olacağını söyledi.. Arkadaşlarıma söyledim. Hiç bir şey anlamayız ama gelmek isteriz dediler. Ama tiyatro için giysi getirmediklerini söylediler.. Tiyatrocu arkadaşım istediğiniz kıyafetle gelebilirsiniz dedi. Tiyatroya normal giysi ile gidilir mi hiç diye şaşırdılar önce, alternatif bir tiyatro deyince hoşlarına gitti.. 

Artık son günümüzde Ayça işteyken bende onları istiklal caddesine götürdüm.. O dükkan senin bu dükkan benim girmedik yer kalmadı. St.Antonius kilisisende ilginç bir şey oldu.. İçeri girdiğimizde ayin anına denkgeldik.. Ayin Türkçe yapılıyordu.. Elisabeth ve Antonella anlıyormuş gibi iki elini önlerinde tutarak gözleri kapalı bir şekilde dinliyorlardı. Ne anlattığını aşağı yukarı biliyoruz dediler.. Orgel eşliğindeki müziği can kuşağı ile dinlediler.. Ayinin sonunda, insanlar sırayla papazın önüne gitti, ekmeğe benzer yuvarlak bir şeyi ağızlarına atıyordular.. Ne yapıyorlar dedim, ekmeği simgeleyen o gofrete benzeyen şeyi paylaşıyorlar herkesle dedi.. Bizde şimdi sıraya girsek bizede verirler mi, dedim. Tabi, herkese deyip, gel sıraya girelim dedi.. Elisabeth önde, ben ortada, arkada Antonella sıraya girdik. Sıra Elisabeth e gelince papaz ona, katolikmisin diye sordu. Evet yanıtını alınca verdi o gofreti.. Yada ekmeği.. Sıra bendeydi. Aynı soruyu bana sordu. Katolik değilim dedim.. Türk müsün dedi, evet dedim.. Veremeyiz dedi.. Tamam dedim.. Antonella'ya hiç sormadan verdi.. Gözünden anladı herhalde katolik olduğunu. Sonra çıkışa doğru giderken, papaz konuşma yapıyordu.. Elisabeth, bak şimdide dua yapılıyor dedi.. Papaz Türkçe konuştuğu için anlayabiliyordum, hayır dedim, dua falan etmiyor, bizim saygısız davrandığımızı söylüyor.. Şöyle diyordu, yabancıların Türkçe konuşma aksanıyla mikrofondan "biiiz bu ayi-ne çok değer veriyoruz, bu ekmeği katoliklerrr, dişinda kimse yiyemez, lütfen başka dinlerrre saygilii olaliimm" 
Bunu onlara tercüme ettim, iyice köpürdüler.. Böyle bir şeyi ne gördük nede duyduk, ilk kez kilisemden ve dinimden utandık, dediler.. Ve bu durumu buradaki bir kilise defterine yazacaklarını söylediler.. Insan ayırmakta neymiş, din ayırmakta neymiş. Onca camiye girip çıktık,bir kenarda katolik olarak namaz kılsaydık hiç bir din görevlisinin bizi uyaracağını düşünmüyoruz dediler.. Hakikaten çok sinirlendiler.. Bütün gün bu konu onları çok meşgul etti.. Yaktığım mumada lanet olsun, bağiş yaptığım parayada dedi Elisabeth.. Ben o kadar takmadım aslında, sadece mikrofondan tekrar etmesi üzdü biraz.. Bizi deşifre eder gibi. Biz eğlence amaçlı yapmadık bunu, ve saygısızca bir şeyde yapmadık.. İşte böyle.. Son günümüz biraz gergin geçti.. Onlar bu duruma, bense başka durumlara biraz gerildik.. 

Akşama Ortaköye gittik.. Kumpirlerimizi yedikten sonra Afife Jale sahnesindeki "Göğe Bakan Adam" oyunlarını izledik.. Oyun sonunda, Sahnede tiyatro yönetmeni, öğrendiğim kadarı ile iki isviçreli kadın izleyicimiz varmiş, ne anladılar bilmiyorum ama bizi çok mutlu ettiler diye alkişladılar.. 
Sonra hep birlikte sahneye davet edildik.. Fotoğraflar falan çekildi. 
Afife Jale Sahnesindeydik:))
Ardından Ortaköy'de Ayça ile son gecemizde boğaza nazır bir yerde final yaptık.. Kucaklaşak, ağlaşarak ayrıldık.. 

O gece sabaha kadar oturduk otelimizin önünde, diğer yabancı otel konukları ile.. Kilisede yaşadıklarını bir kez daha anlattılar orada..  Diğer dinlerden olan herkes şaşırdı bul olaya.. Ama hepside hem otelden, hem Istanbuldan, hem insanlarından, hem havasından, hem denizinden, hem martılarından, hem simidinden olağan üstü bir övgüyle bahsediyorlardı. "Biraz insanlık öğrenin lan" dedim tabi içimden:) Sevindim tabi bende, çok fazla böbürlenmeden. 

Uçağımıza binip Zürih'e gelmiştik bile.. Trende yine restoran kısmında final yaptık. Buz gibi bira içerek.. İstanbul diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Herkese tavsiye edeceğiz, ama St. Antonius kilisesinin yanından bile geçmeyin diyeceğiz dediler:)  Doyamadılar.. Daha Anadolu yakasına hiç geçmediler.. Yine gitmek istiyorlar.. Bundan böyle THY ile yolculuk yapacaklarınıda eklediler. Antonella swissair de hosteslik yapmış biri olarak çok sevdi Türk hava yollarını. 
Böyle geçti bizim 5 günlük tatilimiz.. Bi dahaki tatil planını trende yapmaya başladılar. Dedim, bi dakka, bi dakka, şımarmayın, tadında bırakın:))

Buradan bir kez daha Ayça'ya bütün zamanını ve yüreğini bize ayırdığı için çok çok çok teşekkür ediyorum.

Istanbul çok güzelsin..