Sayfalar

7 Kasım 2024 Perşembe

Küçük Bir Şehirde Büyük Buluşmalar: Orientexpress Film Festivali

Ah, Bern… İsviçre’nin başkentisin ama bazen o kadar sessizsin ki, büyük şehir havasından çok, sakin bir kasaba gibi duruyorsun. Etkinlikler, festivaller dendi mi, herkes soluğu Zürih’te alıyor. Biz burada bir kuş uçsa ekinlik var saniyoruz😀 Bern değil de, sanki Bitlis gibisin Kemal Burkay’ın şu dizeleri tam da bize yazılmış sanki  "Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur, iklim değişir…" Ve gerçekten, bu sefer Bern’e yine bir film festivali geldi, bir anda havamız değişti.

Geçen yıl, bu zamanlar Orientexpress Film Festivalinden haberdar olmuştum.  Şehrimize yılda bir gelen nadir güzel sürprizlerden biriymiş meğer. Beş yıldır düzenleniyormuş ama tesadüf bu ya, ben geçen yıl öğrendim. İlk kez o yıl katılmıştım ve tadı damağımda kalmış olacak ki bu sene yine katildim. Tüm gösterimlere yetişemesem de, açılış filmi "My Stolen Planet" ve kapanış filmi "Yurt" izlediklerim arasındaydı. Üstelik yönetmenler ve oyuncular da vardi, bu da festivalin tadını başka bir seviyeye taşıdı.

İlk film, İranlı Farahnaz Sharifi’nin gözünden hayata dair dokunaklı bir belgeseldi. 1979’a kadar İran’la aslında ne kadar benzer olduğumuzu hatırlattı. Giyimlerimiz, eğlencelerimiz, hatta gülüşlerimiz… Ama belgeselin bir anında, Farahnaz iç burkan bir sesle, ‘Humeyni rejiminden sonra başımız açık gezmemiz yasaklandı, gülüşlerimiz yasaklandı,  sokaklarda kadınlar öldürülmeye başlandı, dedi. İşte o anda söyle düşündüm; Eskiden İran bize çok benziyormuş, şimdi ise gitgide biz onlara benzemeye başladık.

Son film ise senaryosunu ve yönetmenliğini kendi yapan Nehir Tuna'nın Yurt isimli filmini izlemeye gittik. Aynı zamanda filmin yapımcısı ve oyuncusu Didem Ellialtı da oradaydı. Gösterim, konumu çok güzel olan Cinematte'deydi. Aare Nehri'nin kıyısında, bir otel lobisini andıran salonda, elinde şarabınla, biranla rahat rahat film izlemenin keyfi de bambaşka oluyor.

Salonda yerimizi aldık, ışıklar karartıldı, film öncesi diğer filmlerin reklamları dönerken tuvalete gitme ihtiyacı duydum. Film uzun, neredeyse 2 saate yakın. Neyse, bir koşu gidip geleyim dedim. Bir de ne göreyim, filmin yönetmeni Nehir Tuna tam kapının önünde gümrük memuru gibi dikiliyor! Pardon, dedim utanarak, film başlamadan bir tuvalete gidip geleceğim. Tabi, dedi gülümseyerek. Koskoca bir yönetmenle ilk diyaloğumuz bu şekilde oldu 😀.

İtiraf edeyim, Nehir Tuna ve Didem Ellialtı hakkında pek bir şey bilmiyordum. Filme gitmeden önce internetten bir araştırma yaptım, kimdir, necidir  bu insanlar diye 😀. Genç bir yönetmen Nehir Tuna, sanıyorum bu ilk uzun metrajlı filmi. Birkaç yerde de ödül almış bir film.  Buna bir gençlik filmi de diyebiliriz. Film, 1990’ların sonlarına dogru, Türkiye’deki siyasi kutuplaşma ortamında geçiyor ve Ahmet adlı 14-15 yaşlarında bir gencin gözünden, babasının zorlamasıyla bir erkek yurduna yerleştirilen Ahmet, sıcak aile ortamından kopmanın verdiği çaresizlikle yüzleşmek zorunda kalıyor. Yönetmenin kendi yaşamından esinlendiği bu hikaye, büyümenin zorluklarını ve aidiyet arayışını derinlemesine hissettirdi.

Film bittikten sonra, soru-cevap şeklinde bir söyleşi yapıldı. Ama söyleşi bitti, muhabbet bitmedi. Ortam öyle samimiydiki, sanki eskiden beri tanışıyoruz. Derken, Didem Ellialtı, ‘Yarın Bern’deyiz, ne yapalım, nereye gidelim? Alpler yakın mı diye sordu. Bende şaka yollu, Dağları, gölleri görmek ister misiniz? dedim, hani bizimle ne yapsınlar diye düşünüyorum. Hani onlar yönetmen, oyuncu, sanatçı ya. Ama, Didem öyle bir "Bayılırım" dedi ki şaşırdım. Peki nasıl gideceğiz, diye sordu. Arabayla, dedim. Harikasınız, dedi gülerek. Bir anda, o spontane kararla ertesi gün için plan yapmış olduk. Telefon numaralarımızı aldık verdik, el sıkışıp vedalaştık. Onlar otellerine, biz de evlerimize dağıldık. 

Ertesi gün sabah tam 10:15’te onları otelden aldık, Yanımda arkadaşım Melek de vardı. Başladık Berner Oberland’a doğru yol almaya. Öncesinde birkaç rota hazırlamıştım ama ilk durağı ben seçtim. Blausee.  Hedefim, göl kenarında kahvaltı keyfi yapmak, ardından da onlara birkaç güzel rota gösterip seçtikleri yerlere gitmekti. Melek, sanki dağda beş yıldızlı otel işletiyor gibi hazırlanmış; termoslarda çay, kahvaltılıklar, porselen tabaklar, masa örtüsüne kadar her şeyi düşünmüş. Ben de klasik iste Türk bakkalından çıtır simit, kol böreği, yanına da iki şişe soğuk beyaz şarap aldım, olmazsa olmazımız.

Blausee’ye vardık, arabada sohbet ede ede… Aslında sohbet eden Melek ve diğerleri ben direksiyon başında, dinlemedeyim. Hava ise mis gibi bir sonbahar günü: masmavi gökyüzü, güneşten gözlerimiz kamaşıyor, elimizi gözlerimize siper ediyoruz. Didem günes gözlüğünü otelde unutmuş, biraz mutsuz. Aslında sadece gözlüğünü değil, ne var ne yoksa unutmuş: sigara, çakmak, cüzdan… Alplere çıkma heyecanından mı yoksa sabahın köründe alelacele çıktıklarından mı bilinmez ama neredeyse kendilerini de unutacaklarmış. Neyse ki şans eseri bir tek kendilerini almayı başarmışlar, ona da şükür😂

Daha sonra Brienz köyüne ve göl kıyısına doğru yola çıktık. Etrafta biraz dolaştıktan sonra göl kenarında bir yere yerleştik, şaraplarımızı açtık ve kadehleri sanata, hayata kaldırdık. O an, işte tam da o kadehler tokuşurken ‘siz-biz’ aramızdan kalktı; ‘sen-ben’ oluverdik. Sohbet derinleştikçe, özel hayatlarımızdan hikayeler dökülmeye başladı; kimi zaman gözlerimize sinek kaçar gibi oldu, ama çoğunlukla kahkahalarımız yankılandı Brienz Gölü’nün sakin sularında. Öyle güzel, öyle içten bir gündü ki, başka yerlere gitmekten vazgeçtik. Buradayız, dedik, anın tadını çıkaralım. İşte o an, orada hep birlikte yaşadıklarımız çok daha anlamlı hale geldi.

Hava kararmaya başladığında Bern’e dönme vakti gelmişti. Ama mutlaka Rosengarten’e uğramalarını istiyordum. Bern’in o meşhur kiremit çatılı evlerini, eski zamanlardan kalma ince uzun bacalarını, ihtişamlı Münster Kilisesi’ni, sokaklara yansıyan sarı ışıkları görmeden olmazdı. Şehre son bir bakış atmak için kadehlerimizi yine kaldırdık, bu defa Bern’e.

Gece çökmüş, hava da iyice soğumuştu. Neyse ki oradaki restoranın bahçesinde ısınmak için odun ateşi yanıyordu; ateşin etrafında biraz ısınıp şehre iyice doygun bir şekilde bakındık. Sonrasında, Bern’in klasiği olan Rösti ve fondü yemek için Anker Restoranina gittik. Bu kez onlar bizi davet etti. Böylelikle, anılarımızda özel bir yere sahip olacak bu günü beraberce sonlandırdık.

Nehir ve Didem’i tanımak benim için çok güzeldi. Belki bir gün, onların başarılarını sahnelerde izlerken "Birlikte Brienz Gölü kenarında kadeh tokuşturduğumuz günü unutmadim" diyeceğim. Kim bilir, belki o başarıları Oscar’a kadar uzanır… Hayat sürprizlerle dolu. 

Geçen yıl Zeki Demirkubuz, bu sene Nehir Tuna ve Didem Ellialtı… Böyle giderse önümüzdeki yıl Cannes jürisine selam çakıyor olacağım😊 Bu festivali düzenleyen Orientexpress ekibine kocaman teşekkürler. Bern’de sinemaya bir "iklim değişikliği’"yaşattığınız için sağ olun, var olun...

şimdi bir kac fotoğrafla o anları durduralım. Fotolar için izin aldım.