Sayfalar

13 Aralık 2015 Pazar

Eski Misafirperverlikler..

Mudunu
Uzun kış gecelerinde insan ne kadar çok şey anımsıyor geçmişe yönelik. Hele birde günlerdir sis çökmüş ve hiç kalkmıyorsa. Ufkun daralmışsa. Anılara sarıyor insan, bi çıkış yolu gibi. İlginç olan hep güzel olan şeyleri hatırlıyorum Kötü olanları unutuyorum. Bu hepimizde aynı mı, işte onu bilmiyorum? Insanın mutlu geçen çocukluğu geleceğe ışık tuttuğu gibi, gelmiş olan, o "gelecek" tekrar o ışığı geçmişine çeviriyor. Günümüzde artık olmayan şeyleri gülümseyerek hatırlayıp, yazarak benden sonrakilere sönükte olsa ışık tutmak istiyorum.

Türkiye'nin her yöresinde vardır bu misafirperverlik. Tüm Avrupalıların Türkiye gezisi sonrası söyledikleri ilk kelime şu, "Gastfreundlich" yani ülkemizin "misafirperverliği" akıllarında kalan ilk şey oluyor.  Bu güzel bir şey, evet, ama asıl misafirperverlik çok eskidendi. Hiç bir çıkarı olmadan misafire hürmet etmek. Ben çocukluğumdan bildiğim ve gördüğüm misafirperverliği anlatmak istiyorum.

Yazları geceler çok kısa, ve köylerde bahardan, sonbahara iş çok olduğu için akşam oturmaları çok uzun sürmezdi. Zaten gündüz herkes birbirini, tarlada, bahçede, bostanda görüyordu.

Tüm mevsimlerin çok güzel olduğu Mudurnu'nun kış mevsimi masal gibiydi.
Çocuklar dedelerinin elleri ile yaptığı ahşap kızakların altına sarımsak sürerdi ki daha hızlı kaysınlar diye. Öyle Heidi gibi kızakla kayarken şalımızın bir ucu mutluluktan uçmazdı, çünkü şalımız yoktu. (Ama onunda ayağı çıplaktı, aslında hiç farketmedik, Peter'in pabuçu varken Heidi'nin yalınayak oluşunu. O çıplak ayaklı çocukların gerçek bir hikayesi varmış aslında İsviçre'de, bu gerçeği İsviçre hiç gün yüzüne çıkarmamış, şimdi hesaplaşmalar var, ama içlerinde, dışa yansımıyor) elbette konumuz bu değil şimdi. Konuyu dağıtmadan, devam.
El emeği ile örülmüş renkli hırkalar, altında pazen pijamalar, Üstüste giydiğimiz çoraplar, veya ninelerimizin ördüğü yün, konçlu patiklerin üstüne Ankara lastiği giyip çıkardık. Hiç mi üşümezdik? Üşürdükte, üşüdüğümüzü hissetmezdik eve gelene kadar. Akşam sıcak bir tarhana çorbasını içerken iyice mayışırdık sofra başında. Çorba kaşığını ağzımıza götürürken uyukladığımı, uyuklarken kaşıktaki çorbayı dökerken uyandığımı, döktüğüm çorbaya ninemin kızmasıylada uykumun tamamen kaçtığını bilirim. Sofra adabı çok önemliydi onun için, döke saça yemeyi hiç sevmezdi, hele hele bütün parmaklarların yemeğin içinde olması akıl dışıydı. Eğer elle yenilecekse sadece başparmak ve işaret parmağı ile olabilirdi. Ama huy herhalde hala döke saça yerim, bilenler bilir. En son İstanbulda kahvaltıdayım arkadaşlarımda. Beyaz masa örtüsünü yumurta ile sarıya, domates ile kırmızıya, zeytin ile siyaha boyayınca, bana "bileydim, serpme kahvaltı hazırlardım, bilemedim, affet demiştide, gülmekten işemiştim bide. Ben helaya koşarken arkamdan, "rahat ol, döke saça git" dediğinde ise yere yığılmıştım artık gülmekten, ve koyvermiştim. Buda günümüzün misafirperverliği işte.

Konu konuyu açıyor. Birde asıl konuya girebilsem. Neyse çocukluğumun misafirperverliğini anlatmak istiyordum; işte o uzun kış gecelerinde, köyde insanlar birbirini ziyafet ederdi. Buna "otumakçı" denirdi. Yani oturmaya gelen insan. Elindeki yanan fener ışığında gölgesi kendinden uzun insanların sesi gideceği ev ahalisi tarafından duyulur, " bi gelen var menemme (herhalde) diyerek gaz lambası ile karşılanırdı. Zaten kapılar hiç kilitlenmezdi. Hala öyle galiba köylerde. Sonra "buyrun buyrun, hoş geldiniz Sefa geldiniz" denirdi. Halbuki gündüz zaten herkes birbirini görmüştür. Sanki uzun süre görüşmemiş gibi, herkes günlük kıyafetini çıkarır, gezmeye gider gibi güzel giysilerini giyerdi. Bu aslında bi saygı ve sevgi gösterisidir, ve güzel bir şeydir. Gelenlerle tokalaşılır, büyükse eller öpülür, yaşlılık derecesine en güzel yere oturtulurdu. Sonra arkalarına rahat etsinler diye yastıklar konulurdu. Çaylar demlenirken, sanki uzun zamandır görüşülmemiş gibi bir sohbet olurdu. Kimi pazarda tereyağını kaçtan satmış onu anlatırdı, kimi ıspanaklara, pırasalara gübre attığını, kimi topladığı mantarları, kimi tavşan avında yaşadığı macerayı, kimi Çılbır parasını konuşurdu.  Bazen Demirel ve Ecevit'in muhabbeti olurdu. Ama ben anlamazdım. O zamanlar siyaset siyasi bir dille konuşulur, çocuklar anlamazdı. Şimdi öyle mi? Ülke liderleri öyle basit konuşuyorlar ki, çocuklar bile endişe ve korku ile izliyorlar. Konu hep bi taraftan günümüze sıçrıyor. Devam ediyorum.. 

Tüm bunlar olurken ev sahibi hem muhabbete dahil olur, hem hizmet ederdi. Mutfaktan çay bardaklarının dizildiği tepside içine konan çay kaşıklarının sesi müzik notalarını anımsatırdı bana. Kim demli, kim açık içiyor bilinir, bardaklar ona göre dizilirdi. Çaylar bardaklara doldurulur, en yaşlı olandan başlanarak ve eğilerek sunulurdu. Çayı biten sürekli gözetlenir, hemen boşlar alınırdı. Eğer çay kaşığını bardağın üzerine ters şekilde kapatmış, ziyade olsun diyorsa, bir çay daha istemediği anlamına gelirdi. Afiyet olsun, deyip bardak alınırdı. Çay kaşığı çay tabağının kenarında ise bir çay daha istiyorum anlamına gelirdi. Misafire herhangi bir şey istediği sorulmazdı. Sorulmadan sunulurdu. Çünkü sorsan, misafir kibarlığından, "hayır, yetişir" derdi. Evet istiyorum, diyen misafir olmazdı. Avrupa'ya geldiğimde bunun böyle olmadığını farkettim. Avrupalılar bir sunum yapmadan önce sorarlar, isteyip istemediğini, sen kibarlığını kullanıp hayır dersen, getirmez. Ama bu kültürü tanımak lazım. Onlar sorduğunda evet istiyorum dersen ayıp olmuyor. Eskiden bize bunun ayıp olduğu öğretildiği için zorlanıyordum, ve hep aç kalıyordum:) şimdi öğrendim ama, istiyorsam evet, istemiyorsam hayır, diyebiliyorum. 

Çay faslı bittikten sonra, kocaman bir tepside, yanlarına meyva bıçağı sokuşturulmuş meyva sunulurdu. Meyvalar bahçelerde yetişen elma, ayva ve kış armudu ağaçlarından. Bunlar sonbaharda toplanır evin en serin yeri olan hayat denilen yerde saklanırdı. Oraya girildiğinde heryer elma kokardı. Ve kış boyunca hiç çürümezdi o meyvalar. Bereli olanlar ayıklanırdı. Meyvalar yendikten sonra bir ucu ıslak, diğer tarafı kuru olan bir havluyu evin küçük kızı önce Islak tarafını sonrada kuru tarafını büyükten küçüğe tutardı. Herkes aynı havluya silerdi elini.. Önce Islak tarafına sonra kuru tarafına. Günümüzde bakacak olursak hiçte hijyenik değil, evet. Ama ne hikmetse günümüzde hastalıklar eskisinden çok daha fazla. 
Plastik yoktu o zamanlar, turşular küpte kurulur, yemekler çömleklerde, tavuk bahçede dolaşan, yumurtası yine o tavuktan, süt, Tereyağ, peynir, yoğurt inekten. Makarna, erişte, ekmek keza tarladaki buğday unundan. Biber, fasulye, domates, patates salatalık, pırasa, ıspanak, soğan, sarımsak, nane, maydonoz, dereotu, mısır, vs. Hep kendi üretimleri. Hastalık niye olsun ki? 

En son cam şişede kolonya sıkılır, ardından şekerlik ile şeker ikram edilirdi. Bir şeker alana, "tekrar buyrun" denirdi. Misafir ya bi tane şeker daha alır, yada "yetişir, sağol" derdi. 

Yatıya bir misafir geldiğinde, abdestlik, yani lavaboda ibrikten su dökmek için, sonrada kapıya çıkıp temiz bir havlu, yada peşkir ile dışarda beklerdik. Misafir odası diye bir oda vardı. O odalar sadece misafirler için açılırdı. En güzel döşekler serilir, el ile kabartılırdı. En temiz çarşaf ve yorganlarda yatırılırdı. Misafirden sonra yatılır, misafirden önce kalkılırdı. Misafirler gitmeden önce, ayakkabıları tek sıra halinde düzenlenir, tam giyecekleri hali alırdı. Kimse ayakkabısının diğer tekini aramak zorunda kalmazdı. Bütün gidenlere köy ortasına kadar refakat edilir, "gene gelin, gene buyrun" denirdi. 

Bu " Gene gelin, gene buyrun" deyimi aklıma hep şu yaşadığım olayı getirir. onuda yazmadan geçemeyeceğim.

Yıl 1998 galiba. Yine Türkiye'deyiz. Kardeşim Serdar'da var. O zamanlar Türkçe deyimleri pek bilmiyor. İzmirdeyiz. Elektrikler kesildi. Serdar'ı yukarı katta oturan evin yakınına mum almaya gönderdik. Gitti, alıp getirdi. Sonra daha oturmadan ben yine yukarı gidiyorum, dedi. Şaşırdık tabi, çünkü yukarı gittiği kişiyi ilk kez tanımıştı, ve yaşlı bir kadındı. Nedenini sordum, dedi ki, o teyze bana "gene gel, gene buyur" dedi. Ne gülmüştük. Ona bu deyimi nasıl anlattım o zaman bilmiyorum, ama aslına bakacak olursak ne kadar masum değil mi? İşte bunlar hep kültür farkı. Misafirperverlik farkı. Avrupalı bir insan hiç tanımadığı bir insana "gene gel, gene buyur" demez. Tanıdığınada demez, Böyle bi deyim yok çünkü.. Iyi Akşamlar dileyip gönderir. Ama tekrar gel, diyorsa bundada ciddidir. Bizde deyimler söylenir, ama ne kadar ciddilerdir bilinmez. Mesela o yaşlı kadın Serdar'a " gene gel, gene buyur" dediğinde ne kadar ciddiydi? 

Eskiden adetler bilerek, isteyerek yapılıyordu. Şimdi adet yerini bulsun diye yapılıyor.. 

Yer döseginde pinardan aksan suyla uyumak..



Misafor odasi..

bir diger misafir odasi.


7 yorum:

  1. Evet eskiler bir başka güzeldi. Misafir olmak farklıydı.70li yıllarda ilk siyah beyaz televizyon bizdeydi.Babam Almanya'yaya gitmişti. Her gece otuz kişi izlemeye gelirdi. Ablam onlara çay yapardı.Şimdi bir yere giderken haber veriyoruz evde mi değil mi diye.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ay Evet, birde o vardı. Bizde televizyon olmadığı için bize sadece oturmaya gelirlerlerdi:)

      Sil
  2. Nasıl da anlatmışsın, inanamadım. Her şey belleğinde bu kadar açık mı? Okurken sanki oradaymışım gibi hissettim. O elmaların kokusu da burnuma kadar geldi. ''Elindeki yanan fener ışığında gölgesi kendinden uzun insanlar'' nasıl bir cümledir?
    Bayıldım Server. Ellerine, yüreğine sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elmaların kokusu burnuna kadar geldiyse, o duyguyu hissettirebilmişim o zamam. Evet Özlem, Çocukluğumda yaşadıklarım en ufak detayına kadar belleğimde. Bir gelen mi var diyerek pencerenin arkasından perdeyi aralayıp, ellerimle yüzümü pencereye yapıştırıp görmeye çalıştığım ilk şey o uzun gölgeler oluyordu. A'nı yaşayarak yazınca güzel cümleler çıkabiliyor:) çok teşekkür ederim yorumun için.

      Sil
  3. "Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer."Geçmişe özlem duyan sadece ben değilim demek ki. Bazen düşünüyorum da bugünün gençleri acaba bu duyguyu yasayacaklar mi diye ama her yerde elinde cep telefonu kulağında kulaklıkla yaşadıklarını gördükçe onlar adına üzülüyorum. Ne biriktirdikleri dostlukları ne de anıları olacak. Yalnız hayatlar... Araniza yeni katildim ama sıcacık anlatımınızı çok sevdim. Blogunuzu adi da çok güzel. Hoşça kalın."dildennagmeler.blogspot.com"

    YanıtlaSil
  4. "Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer."Geçmişe özlem duyan sadece ben değilim demek ki. Bazen düşünüyorum da bugünün gençleri acaba bu duyguyu yasayacaklar mi diye ama her yerde elinde cep telefonu kulağında kulaklıkla yaşadıklarını gördükçe onlar adına üzülüyorum. Ne biriktirdikleri dostlukları ne de anıları olacak. Yalnız hayatlar... Araniza yeni katildim ama sıcacık anlatımınızı çok sevdim. Blogunuzu adi da çok güzel. Hoşça kalın."dildennagmeler.blogspot.com"

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Herkes kendi yaşadığı dönemdem alıyor bence bir şeyler. Düşün, çocukluğumuzda büyüklerimiz geçmişinden anlatırdı, şimdiki gibi herşey diyerek. Bizde çocuklarımıza anlatıyoruz. Bence boyut değiştiriyor geçmiş ve gelecek. Teknoloji öyle hızlı ilerliyor ki, belki çocuklarımız ilerde şimdiki teknolojiye gülecek, eskiden böylemiydi diyecekler.. Ama insani boyut, arkadaşlık vs. Azaldığı doğru maalesef:( çok teşekkür ederim güzel yorum için. Blog Komşusu olarak göz attım, sıcak yazılar sizdede var. Aradığımızı bulduysak demekki:)

      Sil