Sayfalar

21 Eylül 2018 Cuma

Fas Gezim - Marakeş

Fez gezimizi sonlandırıp, otobüsle Marakeşe doğru yola koyuluyoruz. Akşam saat 21.30. Sabah saat 6 da orda olur dediler. Otobüsün en arka koltuklarını vermişler bize. Uyuya uyuya gideriz diyoruz. Otobüste yerliden çok turist var. CTM otobüsleri daha konforluymuş görece. Ah diyorum, nerde Türkiye’deki otobüslerin konforu nerde bunlar? Muavin yok, servis yok. En arkada olduğumuz için koltukları arkaya yatıramıyoruz. Ama önümüzdekiler bize doğru gaykılmışlar. Yerimiz daracık, bacaklarımızı nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Yorgunluk paçadan akıyor ama uyuyamıyoruz. Tam uykuya dalacakken saat 2 gibi mola veriyor. Mola yerinde tesis mesis yok. Bi tuvalet var o kadar. İniyoruz, bacak hareketleri falan yapıyoruz, arkadaşımın ayakları balon gibi şişmiş. Yeniden otobüse binip devam ediyoruz. Yine tam dalacakken sabah saat 4.30 da Marakeş terminaline yanaşıyor otobüs. Ee hani saat 6 da varacaktık? Sabahın zikinde Marakeşteyiz. Riad’a sabah 7 de giriş yapacağımızı öğrendiğimiz için bu otobüsü seçmiştik güya. Bi önceki yazımda söylemiştim, buralar böyle, yapacak bi şey yok, sinirlenmiyoruz. Terminalde kafe var, tanış olduğumuz diğer turistlerle o kafede nane çayı ve kahve içerek, bisküvi atıştırarak sabahlıyoruz. Garip bi şekilde hiç yorgun hissetmiyoruz kendimizi. Bazen çok ciddi konular konuşuyoruz, sonra ota boka gülmeye başlıyoruz. Çok gülüyoruz her şeye. Herkes nerden geliyorsunuz diye soruyor. İsviçre’den diyoruz.  Beni göstererek “ama sen İsviçrelilere benzemiyorsun deyince, Türkiyeliyim diyorum. O zaman yüzlerindeki gülümseme dahada büyüyor. Marhabaaaa, diyorlar. Türkiyelileri çok seviyorlar. Erdoğan, Erdoğan diyorlar. Yav, he he diyorum içimden. Bundan sonra her sorana Türkiyeliyiz diyor arkadaşım Antonella:)

Bi önceki yazımda unuttum yazmayı, Fez’deki dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen Karaviyyin camii’ne girerken bize izin vermedilerdi, müslüman değilsiniz diye, biz Türkiye’den geliyoruz, sen nerem diyon bacım, deyince buyur ettiler bizi içeri. İlk kez bi ülkede türkiyeli olmanın faydasını fırsata çevirdik. Diğer bütün “gavur” turistler, hele Çinli ve Japon’lar dışardan izliyordu.

Neyse, şu an Marakeşteyiz. Sabah aydınlanmaya başlıyor. Bazen çok dinç hissediyoruz kendimizi, bazen bitkin. Sabah 6.30 gibi ayrılıyoruz kafeden, taksi ile 20 Dirham’a anlaşıp Riadımıza yakın bir yere varıyoruz. Burada’da taksi giremiyor Medinaya. Telefondaki map ile buluyoruz yolumuzu. 5 milyonluk şehir uyuyor henüz. Marakeşin rengi pembe. Daha doğrusu somon rengine daha yakın. Yine daracık sokaklar, yine sarı sokak lambaları.. gökyüzü ağarmak üzere. Sürüdüğümüz bavulumuzun teker sesleri bozuyor sessizliği. Riadımızın ziline basıyoruz. Biraz geç açılıyor kapı, esneyerek ve uykulu gözler ovuşturularak. Ama gülen bir yüz var yine. İçeri davet ediyor bizi. Ve yine nane çayı. İçeri alıyor ama odamıza saat 12 de girebileceğiz. Çok güzel bir terası var, bol minderli ve sedirli.
Yayılıyoruz o minderlere. Ama uyku kartlaşmış, uyuyamıyoruz bi türlü. Bütün gece uyuyamayaşımızın garip bi hissi var ama hala dinç hissediyoruz kendimizi. Bari gezelim şehri, sonra bi yerde kahvaltı ederiz, sonra gelir odamıza yerleşiriz, duş alırız, belki bir iki saat uyur, sonra tekrar çıkarız diyoruz. Çıkıyoruz dışarı. Dakika bir, gol bir. Biri bize durup dururken yol tarif ediyor. Nereye gitmek istediğimizi nerden biliyorsun acaba? Neyse bizimde belli bi hedefimiz olmadığı için tarif ettiği yola doğru gidiyoruz. Bizimle gelmiyor, seviniyoruz. Demekki iyi bir insanmış. Para falanda istemiyor diye düşünüyorum. Yürüyoruz öyle. 10 dakika sonra yine karşımıza çıkıyor, motoru ile. Hayır, diyor yanlış gidiyorsunuz. Meğer takip ediyormuş bizi. Allah allah diyorum, yolu tarif ediyor sonrada doğru gidiyorlar mı acaba diye takip ediyor.. baya iyi. Gelin diyor ben götüreyim sizi. Para falan istemiyorum. Arkadaşım Fransızca konuşuyor onunla, nereye gidiyoruz bilmiyorum. Yarım saat yürüdük, git git bitmiyor o neresi ise. Bizi getire getire bir dericiye ve tabakhaneye getiriyor. Anayın amı diyorum, zaten uykusuzum, yorgunum, naletim diyorum, içimden değil dışımdan. Nasıl olsa anlamıyor. Tabakhanede, harabe gibi, bir iki kuru kuyu var, ve işlem dahi yapılmıyor. Keriz gibi hissediyorum kendimizi. Ulan biz zaten dün Fez de en ünlü tabakhaneyi gezmişiz, burası ne? Kuru bi beton yığını. Kaldıkı biz sadece kahvaltı ve medinaya göz atmak istiyorduk. Bizi getiren adam birden yok oluyor. Demekki o derici ile birlikte çalışıyorlar. Oradan bir şeyler alsak komisyonunu kapacak. Kızgın bir şekilde çıkıyoruz dışarıya. Bundan sonra hiç kimseyi dinlemeden, hiç kimseye selam vermeden kendi başımıza yürümeyi tercih ediyoruz. Ki zaten sormadık hiç bir zaman yol, sokak vs. Onlar musallat oluyor. Bizde nazik davranalım falan derken buralara geliyor konu. Hem arkadaşım Fransızcada konuşuyor ya onlarla, kandırılmam herhalde diye düşünüyor galiba. Bak arkadaşım dedim, biz türkiyelilerde bi deyim vardır, “her zikim hıyar diyene, bi tutam tuzla koşma” diye. Bunu Almancaya nasıl çevirdiğimi sormayın, mantığını anlattım. Anladı. 


Sonra Marakeş,'in ünlü büyük meydanı Jemaa el Fna‘ya geliyoruz. Fotoğraflarda gördüğümüz o kalabalık yok. Ama saat daha sabahın 10’u gibi bi şey. Zeytuni adında bi restoranın terasına çıkıyoruz. Harika bir kahvaltı yapıyoruz, taze sıkılmış meyve suları ile. Üzerimize ara ara soğuk su buharı püskürtülüyor. Kahvaltıdan sonra yine bir dinçleşiyorum. Ama çok uzun sürmüyor, gardım yeniden düşüyor. Otelimize, pardon riadımıza gidiyoruz taksi ile, pazarlık her daim. Nereye gidersek gidelim 20 Dirham. Yani iki Frank. Saat 12 yi geçiyor. Odamıza yerleşiyoruz. Duşumuzu alıyoruz ve uyku çöküyor. Sonra bi güzel uyuyoruz, 4 saat kadar. 

Dinlenmiş bi şekilde Marakeş’in o ünlü meydani Jemaa el Fna’ya tekrar gidiyoruz.
Akşam güneşi gökyüzündeki bulutları ve meydanı kızıllaştırıyor. Meydanda insanlar çoğaldıkça curcunada çoğalıyor. Yerel giysili adamlar, başlarında fes, ellerinde davul, tamtam da tamtam. Hep aynı ritim. Yılan oynatan adamların ağzında zurna gibi şeyden çıkan o tiz ses. Maymunlarla fotoğraf çektirenler, ellere kına yakan kadınlar, yemek standları, meyve standları, sihirbazlar, tam bir ses, renk ve kolu curcunası. Sağa sola bakarak dikkatlice yürüyoruz. Çünkü biri üzerine yılan atabilir, biri kolunu çekip kına yakabilir, sen istesende istemesende. Sonrada senden para isteyebilir, bunlar hep olağan şeyler orada. Fotoğraf çektiğini görürlerse üstüne yürüyorlar, çekemezsin diye. Parasını verirsen sorun olmuyor. Hepsi yamyam gibi. En güzeli bunları uzaktan izlemek diye, bi restoranın terasına çıkıyoruz. Bir saat kadar izliyoruz. Gece çok daha kalabalıklaşıyor. Ve hiç bitmeyen tamtam. Ancak ezan okunurken susuyor hepsi birden. İşte o an zaman durmuş gibi geliyor. 
Ezan deyince, aklıma geldi. Burada hiç bir yerde güzel ezan okuyanı duymadım. Sanırsın bi öküz böğürüyor. Makam yok, sözler anlaşılmıyor. Sabah ezanı mı, akşam ezanı mı fark yok. Hepsi aynı tonda ve böğürtüde. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Ezan ibadete, namaza çağrıdır, o ezanı duyan ibadetten soğur valla. Minarelerde farklı. Dört köşe. Mimarileri güzel yalnız. 

Sonra ezan bitince yeniden başlıyor curcuna. Bu anlamsız kalabalık ve gürültü sıkıyor bizi. Bir standa yemeğimizi yiyip hemen ayrılıyoruz meydandan. İstiklal caddesine benzeyen bi sokağa giriyoruz. Gayet güzel, modern ve şık mekanlar var bu sokakta. Yerel halkın takılmadığı. Oralarıda gezdikten sonra Riadımıza dönüyoruz akşam 9.30 gibi.  Gündüzden buzdolabına koyduğumuz beyaz şarabı alıp çıkıyoruz terasımıza. Teras öyle güzelki. Bizden başka kimse yok. Ilık esen rüzgar yüzümüzü okşuyor, yıldızlar tepemizde. Telefonlardan müzikler dinliyoruz, geceye damga vuran şarkı ise “what a wonderful world” oluyor. 

Ertesi gün, Atlas dağları eteklerinde bir şelaleye gidiyoruz. Giderken 4 ayrı vadilerden geçiyoruz. İt ürmez, kervan geçmez yerlerde yaşayan insanlara tanık oluyoruz. Argan yağı üretim tesislerinde yöresel giysili kadınlar çalışıyor. Onların üretimlerine şahit oluyoruz. Sonra tekrar yola devam. Otelin bize ayarladığı minibüste sadece biz varız. Bazen türk müzikleri bile çalıyor. Seviyorlar Türk müziğini. Bi restoranda Volkan Konak çalıyordu.

İnce uzun, yüzü güneşten yanmış ve kırışmış,    dağları seven berberi bir abi bize rehberlik etmek için bekliyordu vardığımızda. Bunlar hep fiyata dahilmiş, ekstra para vermemiz gerekmiyormuş. Dere tepe tırmanıyoruz şelaleye doğru. Bazı duraklarda Atlas dağından çıkarılan taşlardan figürler satılıyor. Oradan hediyelik bir kalp alıyorum. 
Şelaleye varıyoruz. Bir nane çayı içip dinleniyoruz. Gün bitiyor ve geri dönüyoruz. Riadımızda güzel bir uykuya dalıyoruz. 


Sabah kahvaltımızı edip, Marakeşte görülmesi gereken yerlerden biride botanik bahçe “Jardin Mojerelle”. Şehrin göbeğinde yemyeşil ve serin bir yer. Ve hiç bir yerde görmediğim upuzun kaktüsler, bambular vb. 
Parisli bir modacı Yves Saint Laurent 60 lı yıllarda buralara gelince aşık olmuş bahçeye. 80 lı yıllardada satın almış. Öldükten sonra külleri bu bahçeye serpilmiş. Bu gereksiz bilgileride verdikten sonra gezimi anlatmaya devam edebilirim. Bir saat bile sürmüyor oradaki gezimiz. Öğleden sonra başka bir kente gideceğiz. Bu yüzden Marakeşin curcunalı meydanları bi yana, görülmesi gereken tarihi yapıları diğer yana. Mimarileri, seramikleri, kapıları, ahşap oymaları muhteşem. 

Buralarıda gezdikten sonra, birde Marakeş souklarını (Medina çarşısı) keşfe çıkıyoruz. Burası Fez medinasından çok daha büyük. Çok daha gürültülü. Daracık souklarda bisiklet, motor, eşek, at arabası, insan kalabalığı. İlk etapta heyecanlı olsada, sürekli önüne, arkana, sağına, soluna bakarak yürümek yorucu geliyor bi süre bana. Bisiklet, eşek ve at arabası o ambiyansa uygun hadi, ama motorsiklet nedir ya? Bir taksici anlatmıştı, motorsikletler artık giremeyecek diye bi kanun çıkacakmış. Çok yerinde olur. Acayip sinir bozucu. Hepsine tekme atasım geldi. Normal caddelerde trafikte sürün şunu, ne işiniz var souklarda. Ama hoşuma giden başka bir şey vardı. Normal trafikte bir sürü yaşlı ve genç kadın motorsiklet kullanıyordu. Gece gündüz farketmiyor. Bu kadar çok motor kullanan kadın ben İsviçre’de bile görmedim. 

Böyle işte Marakeş anılarım. Pembe şehir. Keşmekeşi çok. Mimari yapısı güzel. Kaybolmaya müsait karışık sokaklar ve biraz yorucu geldi Fez’den sonra. 

Bavulumuzun teker sesleri ile geldiğimiz gibi ayrılıyoruz sevimli riadımızdan bir sahil kenti Essaouira’ya doğru. 

Görüşmek üzere... 

11 yorum:

  1. 'Erdogan Erdogan" hahahaha yav he he...:)))))ay çok güldüm Berfin'ciğim:)))
    Ayyyy Hindistan gibi yılan oynatıp bir de üstüne mi atıyorlar insanın hiii ayyy mazallah...aman aman adım atmayacağım yerler iyi cesaret etmişsin, ödüm kopar resmine bile bakamam...:(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, çok seviyorlar asrın liderini;)
      Bizde zaten uzaktan uzaktan ve dikkatlice yürüdük kenardan kenardan. Zehirleri ve dişleri alınmış yılanlar. Para için hayvanları kullanmaları hoş değil.

      Sil
  2. Amerikan yapımı macera filmleri geldi aklıma sen anlatırken. Kalabalık çarşılarda geçen kovalamacalar, çatılardan çatılar atlamalar, pazar tezgahlarını deviren motosikletliler. Bir de Hindistan geldi aklıma. O seyahatte nasıl kendimi kollamaktan yorulduğum falan... tatilden ziyade yorulduğum bir gezi olmuştu. Bir de otellerde konakladığımız anlarda kendimi güvenli hissettiğim. Türkiyenin gidişatına hep sinirlensem de, Hindistan gibi fas gibi ülkeleri dinledikten gördükten sonra halime şükrediyorum. Şaka bir yana, bir tek Hindistan seyahatinden dönerken ülkeme döndüğüm için şükretmiştim. Arada bu şükürlük yerlere gitmek iyi geliyor insana. Hep bak, ülkemizin kredisi de geniş bu ülkelerde :)
    Şu yılan işine falan da ekstra gıcık oluyor. Hani sen arada çok güzel güzel küfürler savuruyorsun ya, ben de en çok bu yılan falan işleri olunca ağız dolusu küfür savurmak istiyorum. Aklım çıkacakmış gibi oluyor yılandı, salak salak timsah sevmeydi falan işlerine. :)
    Yine öpüyorum seni. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Film gibi anlattıysam konuyu demek😀
      Aynı şeyi düşündüm biliyor musun? Belkide bu tür geziler aslında elimizde olanın farkına varmamızı sağlıyor. Evet, bu tür ülkelerde kredimiz çok yüksek:)
      Bi önceki posta yaptığın yoruma yaptığım yorum burası içinde geçerli.
      Yine öpüyorum bende😘

      Sil
  3. Şimdi sen anlatıyorsun ya gezdiğin yerleri sanki bir filmin sahnesi gibi canlanıyor gözümde... Gerçekten böyle bir film var mıdır bilmiyorum ama o ilk resim var ya terastan çekilen, o hissiyatımı destekliyor ♥

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumların büyük bölümü film sahnesi gibi olduğundan söz ediyor. Özlem’ede yazdığım gibi film gibi yazdıysam demek ki😄 de hangi kategoriye giriyor bu film? Onu kestiremedim. Macera? Duygusal? Aksiyon?😀 bi kent daha kaldı. Orada bu tür şeyler olmadı. Ama kendi maceramı kendim yarattım. Düşündükçe gülesim geliyor. Son yazımda Fas için ne düşünüyorum onuda yazacağım. Öpüyorum senide. 😘

      Sil
  4. hımmmmm marakeş benim de aklımdaaa. gidersem lazım olur. şeyleri çok merak ediyorum yaa, patio'larıııı :)

    YanıtlaSil
  5. Riad’ları diyorsun dimi. Ortası avlu, üstü açık, otantik misafir odalarını. Onlar bi harika. Tam bir ev ortamı gibi. Ve çok samimiler işletenler. Sanki onlara misafirliğe gitmişsin gibi.

    YanıtlaSil
  6. Anlattığın her cümlede bize yaşattın şehri. Öncelikle çok teşekkürler. Sokaklardaki maymun görüntüleri, yılan , bahşiş, motosiklet ve insan curcunası bana Pakistan' ı yaşattı. Sanırım kültürler birbirinden çok etkileniyor. Mimarisi merak uyandırdı bende. Misafirperverlikleri dikkatimi çekti, ancak tehlikeli de olabilir bazen. İlk teras fotoğrafına bayıldım, şehri böyle izlemek çok güzel olsa gerek, hem de daha güvenli.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O zaman birlikte gezdik sehri desene:)) Asil ben tesekkür ederim. Misafirperverlikleri birazda kralin emri. Turistlerin sacinin teline zarar gelsin istemiyorlar. Cezasi cok agirmis herhalde.

      Sil
  7. Merhaba, blogunuzu ziyarete geldim. Benim blogumu yorum ve ziyaretinizle dedteklemenizi beklerim.

    YanıtlaSil