Sayfalar

27 Mayıs 2022 Cuma

Urfalıyam Ezelden...



Gezimizin ikinci durağı olan Urfa’ya doğru yol alıyoruz bu sefer. Mardin’de bizi arabası ile ordan oraya taşıyan Ali kardeş bu sefer Urfa’ya götürüyor bizi. Makul bir fiyata anlaşıyoruz. Hem daha rahat yolculuk yapıyoruz, hem daha hızlı gidebiliyoruz, hem istediğimiz yerde durup fotoğraf çekebiliyoruz. Bi ara yolda giderken şoförümüze “Harran yolumuzun üzerinde mi? Oraya da gitmek istiyoruz” diyorum. “Sorun yok hocam yolumuzun üstü değil ama gideriz” diyor. Çok seviniyoruz. Urfa’ya varmadan Harran istikametine çeviriyor direksiyonu. Sanki başka bir kıtada hatta başka bir gezegende yol alıyormuşuz gibi hisse kapılıyorum. Çok farklı bir coğrafyası var oraların. Bazen tek bir ağacın bile olmadığı uçsuz bucaksız taş toprak bir ovadan, bazen kanyonların arasından geçiyoruz. Radyoda “bir yer bulalım dünyadan uzak” şarkısı çalsa cuk oturacak. Ara ara davar sürüsüne denk geliyoruz, çoban köpekleri koruyor davarı, davarı güdenler genelde çocuklar. Çocukluğum geliyor aklıma, bizde inek güderdik elimizde radyolarla. Bu çocukların ellerinde akıllı telefonlar var.

Önce dünyanın en eski üniversitesinden , hatta ilk olduğu söylenen harabelere gidiyoruz. 12. Yüzyıllara kadar buraların ilim irfan yuvası olduğu söyleniyor. Virane şekilde taşları izledikten sonra Harran evlerini görmeye gidiyoruz. Toprak renginde olan yerleşim alanı, kadınların yöresel giysileri ile rengarenk oluyor. Kapı önlerinde duran bu kadınlar yabancı görünce hemen içeri girip kapıyı kapatıyorlar. Keşke onlarla sohbet etme fırsatım olsaydı diyorum içimden, ama bir çoğunun Türkçe bilmediğini öğreniyorum. Fakat ben bu gümbet evlerin içinide görmek istiyordum, nasıl olacak bu derken, yakın bi tarihe kadar kendisininde oturduğu bu evleri turistlere açmış küçük bir işletmecinin avlusuna geliyoruz. Bir müze gibi yani. Belli bir fiyatı yok, o yapıların tarihini anlatıyor, içini gezdiriyor, fotoğraf çekebiliyorsun, çıkarken gönlünden ne koparsa, diyor. Adam öyle emek veriyor ki, gönlünden baya bi şeyler kopuyor. Bizde giriyoruz içeriye, avlusu epey süslü. Toprak rengi gümbet evlerin kapıları, eşikleri veya bazı avluda duran nesnelerin neden mavi renge boyandığını anlatıyor bize. Akrepler mavi rengi kırmızı görür ve tehlike zannedip kaçarlarmış. Yani akreplerden korunmak adına onların girebileceği kapıları, eşikleri maviye boyarlarmış. Bu evler dünyada sadece üç yerde varmış, Suriye, İtalya ve Harran’da diyor. Harran’ın bir ülke olduğunu bilmiyordum diyorum içimden:)
Sonra dayalı döşeli o evlerin içine giriyoruz, nispeten dışardan daha serin. Özelliklerinden biri de buymuş zaten. Yazın serin, kışın sıcak olması.
Diğer özelliklerini şöyle sıralıyor; dışı balçık, içi ise saman, toprak, yumurta akı ve gül yağı ile sıvanıyormuş. Her kubbe bir oda. Ne kadar çok kubbe o kadar varlıklı, zengin aile veya aşiret anlamına geliyormuş. Her kubbe içerden birbirine bağlı, birinden diğerine geçilebiliyor. İlk girişte haremlik selamlık denen oda var, yani gelen misafirler (erkek) oraya alınırmış. Sonra kadınların kaldığı bir oda, gelin odası, mutfak, erzak odası, hayvanların kaldığı yer gibi odalar var.
Bu kubbeli evler 4 taş üzerine inşa edilirmiş, öyle ki domino taşı gibi, birini çekerseniz kubbe yerle bir olurmuş. Rivayete göre eskiden vergisini ödemeyenin evine gelip bu taşlardan birini çekerlermiş. “Evini başına yıkarım” deyiminin buradan geldiği söyleniyormuş.
 

 

Bu bilgilerle mutlu bir şekilde ayrılıyoruz bu evlerden. Çevrede bulunan çay bahçesi gibi bir kafeye oturuyoruz. Buralara geldim madem, tam yerinde bir “Mırra” içelim, diyorum. Garson anlamıyor beni. Şoförümüz Arapça da bildiğinden Arapça veriyor siparişleri. Espresso gibi bir iki yudumluk kulpsuz, fincanda geliyor mırralarımız. Elimize veriyor garson. Masaya koymamızla birlikte Arapça bi şeyler de söylüyor. Şoförümüz Ali kardeş bize tercüme ediyor, “masaya konulmaz” diyor. Bende bizimkilere tercüme ediyorum. Yanlış bir şey yapmış gibi hep birlikte ani bir hareketle fincanları tekrar elimize alıyoruz. Meğer, mırra içmenin de bir kültürü, bir adabı usulü varmış. Garson masaya değil, elinize verirmiş mırrayı, o anda garsonun yüzüne bakılmalıymış, şarap gibi hafif çalkalayıp tek yudumda içilmeli ve yine masaya bırakmadan garsona verilmeliymiş. Tabi biz bunları bilmeden dangıl dungul içtik mırralarımızı. Bu garsona, veya işte o mırrayı sunana küfür etmek gibi bir şeymiş. Sonrada özür diliyoruz bunları bilmediğimiz için, ve affediliyoruz:)

Harran gezimizi burada noktalayıp direksiyonu Urfa’ya çeviriyor şoförümüz. Yaklaşık 40 dakika sonra varıyoruz Peygamberler şehri Urfa’ya. Otelimiz La Riva konakları. Balıklı göle iki dakika. Yani tam merkezde. Odalarımıza yerleşip çıkıyoruz şehri turlamaya. Ama hem acıkmışız, hem susamışız. Karşımıza peş peşe dizilmiş ciğer kebabı yapan dükkanlar çıkıyor. Oturuyoruz birine, lavaş ekmeği üzerine konmuş ciğer kebapları ellerimizle yiyoruz, usül böyle. Yanına soğan, kızarmış domates ve yeşil biber. Ama nasıl acı? Ayran içiyoruz yanına.


Şehrin sembolü haline gelmiş Balıklı gölü geziyoruz sonra. Yeşillikler içinde İbrahim peygamberin hikayesi ile bütünleşmiş güzel bir yer. Daha çok dini inancı yüksek insanların uğrak yeri gibi geliyor bana.

Sonra oradan ayrılıyoruz. Mardin’den gelip, Harran’ı dolaşmış ve Urfa’ya ulaşmışız. Akşam olmak üzere. Biz oraları Mardin gibi, veya ülkenin batısındaki herhangi bir şehir gibi zannediyoruz bi yere oturup bira içmek istiyoruz. Fakat yok öyle bir şey. Ne bir tekel bayii var alkol alabileceğin, nede bi kafe var oturup alkollü bir şeyler var oturup içebileceğin. Turistiz ya biz, yada en azından yanımdakiler yabancı olduğu için yolda birine soruyorum. Sorarken çekiniyorum ama. Bu sefer şöyle bir yol izliyorum. Diyorum ki; bu arkadaşlarım yurt dışından geliyorlar, onların rehberliğini yapıyorum, bi yerde bira içmek istiyorlarmış, onları nereye götürebilirim? Yani onlar içmek istiyor, ben değil gibisinden :) kime sorsam burda yok, buralarda bulamazsınız, şu yolu dümdüz takip edin, sağa dönün, sonra sola dönün orada bir daha sorun gibi cevaplar alıyoruz. Yani şehir merkezine uzak yerlerde. Sonra bir taksiye biniyoruz, taksiciye anlatıyorum meramımızı. Bizi içkili bir butik otele götürüyor. Elçin butik otel. Eğer Urfa’da böyle bir yer arıyorsanız aklınızda bulunsun. Gayet şık, avlusunda restoranı bulunan otantik bir otel. Bizim kaldığımız otel de güzel, ama restoranı yok. Ayrıca bizim kaldığımız otele 10 dakika uzaklıkta olduğunu oraya vardığımızda anlıyoruz. Önce bira, sonra rakı içiyoruz. Arka fonda Türk sanat müziği çalıyor. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru otelimize doğru yürüyoruz. Çünkü otelimizin bizim için ayarladığı güneşin doğuşunu izlemek üzere Nemrut’a gideceğiz. Belkide hiç uyumadan gideriz diye düşünüyorum.
Otele giderken nedendir bilinmez ayağım mı dolanıyor, taşa mı takılıyorum? Kıçımın üstüne düşüyorum:) hep birlikte buna gülüp geçiyoruz. Çok geçmiyor diğer arkadaşlardan biri yere kapaklanıyor. Diğer bir arkadaşımız, “bu kutsal toprakları birer birer öpüyorsunuz” deyince kayışlar kopuyor bizde. Gülme krizinden çıkıp yola devam edemiyoruz. Neden sonra otelimize ulaşıyoruz. Nemrut olayını konuşuyoruz. Hava durumuna bakılıyor, kapalı ve yağmurlu gösteriyor. Vazgeçiyoruz Nemrut’a gitmekten. O zaman gün batımı olur belki diyerek odalarımıza çekiliyoruz.

Sabah güneşli bir güne uyanıyoruz. Belki akşama Nemrut’a 
gideriz diye fazla uzaklaşmıyoruz şehir merkezinden. Mozaik müzesine ve arkeoloji müzesine bilet alıyoruz. Mozaik müzesini geziyoruz önce. Sonra tekrar şehir merkezine, geliyoruz. Balıklı göle ve Urfa kalesine doğru bir menengiç kahvesi içiyoruz. Üstü Antep fıstıklı. Hepimizin çok hoşuna gidiyor bu tad. Sonra Urfa seyir tepesine çıkıyoruz. Urfa’yı izliyoruz tepeden, gözlerimiz açık:) güzel görünüyor uzaktan. Arka tarafta bir mezarlığa giriyoruz. Mezar taşları dikkatimizi çekiyor. Mezar başındaki ve sonundaki taşlar çok yüksek. Neredeyse iki metre.
Arkadaşlarımızdan biri tüm gittiği ülkelerden çiçek alıp bahçesine dikiyor. Bahçesinde 300 ü aşkın bitki çeşidi var. O mezarlıktan da bir çiçek filizi koparıyor ve ona gözü gibi bakıyor.

Az ilerde iki genci bi ağacın üstünde görüyoruz. Ağacı tanıyorum, köyümüzdeki evin bahçesinden, bu bir dut ağacı. Arkadaşlarıma söylüyorum. Onlar bilmiyor bu ağacı ve dutu. Daha doğrusu ismini biliyorlar ama cismini hiç görmemişler. Daha çok kurusunu biliyorlar. Yaklaştık o gençlere, siz ne yapıyorsunuz? diyorum, turistmişim gibi. Dut yiyoruz, diyorlar. Nasıl bi şey ki o? Diyorum. Verelim deneyin diyorlar. Bize bir avuç beyaz dut veriyorlar. Ve arkadaşlarım ilk kez Urfa’da dut yiyorlar, seviyorlarda. Ben çocukluğumdan beri dutu sever miyim, sevmez miyim bilmiyorum? Çok özlediğim bir tad değil. Ama bana çocukluğumu anımsatan bir şey. O yüzden seviyorum.

Sonra yavaş yavaş Urfa’ya iniyoruz, inerken bazı restoranlara uğrayıp Urfa’ya özel tatları tattırmak istiyorum arkadaşlarıma. İçli köfte, çiğ köfte, vs gibi. Tadıyoruz. Beğeniyoruz ikinci porsiyonu sipariş ediyoruz. Yanında ayran içiyoruz. 

Akşama yine hava bozacağı için Nemrut’a gidemiyoruz. Bütün günümüz nerdeyse boşa geçiyor. Ne arkeoloji müzesine, ne Göbeklitepeye ne de Nemrut’a gidemiyoruz. Zaten son günümüz. İyiki Urfa’ya gelirken Harran’a gitmişiz, yoksa oraya da gidemeyecekmişiz, diyorum.

Tarihi çarşısını geziyoruz tekrar. Urfanın güvercinleri meşhur olmalı diye düşünüyorum. O tarihi çarşının içinde sıra sıra Güvercin satan dükkanları görüyorum. Bir güvercin ölüsü var yerde. Çocuklar oyun oynuyorlar bununla. Bu güvercini ellemeyin, hastalık kapabilirsiniz, diyorum. çocuk bana gülerek söyle cevap veriyor; "ha ha ha, biz hep bunlarla oynuyoz, alışığız, bize bir şey olmaz". Peki, diyorum. 
Akşama yine Elçin butik otele gidiyoruz, artık belledik ya orayı. Madem Nemrut’a, Göbeklitepe’ye gidemedik, o zamam bir Göbek rakısı içelim, diyoruz. Sen misin onu diyen, 70 lik rakıyı 950 TL ye dayıyorlar bize. Alman usulü yapınca koymuyor bize de. Hayatımın en pahalı rakısını Urfa’da içiyorum:)

Böylece Urfa gezimizin sonuna geliyoruz. Burada yapamadıklarımız ise şunlar; Halfeti, Göbeklitepe, Nemrut, Sıra gecelerine katılmak ve Şıllık Tatlısı. Bunları görmek için tekrar Urfa’ya gider miyim? Bilmiyorum?

Yarın rotamız, güzel atlar diyarı Kapadokya.

Kapadokya’da buluşmak üzere hoşçakalın…

Menegic Kahvesi



4 yorum:

  1. Ne güzel :) mırra içmenin özel kuralları olduğunu bilmiyordum iyi ki öğrendim masaya koymuyoruz, evler hakikaten çok ilginç ama akrep konusu tırstım....:( tabii çok sıcak bir iklim...:( bu arada oralarda sığınmacı çok diyorlar, Türk'ten çok Arap dolmuş sen de fark ettin mi? Urfa derken en sevdiğim türkülerden biri "Urfa'nın etrafı dumanlı dağlar" ...çok severim...Sevgilerimi bıraktım

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Müjde ablacim. Evet, Mirra tek yudumluk bir kahve, ama boyundan büyük kurallari varmis:)

      Evet, Urfada siginmaci coktu. Urfayi tanimadigim icin oranin yerlileri sandim önce:)

      Urfa türküleri güzeldir. Yanimdakiler yabanci olmasaydi bir sira gecesine katilmak isterdim. Bende sana sevgilerimi gönderiyorum.

      Sil
  2. of of ne güzel gezdiniz, ben sadece o bölgede Gaziantepe gittim. Buraları çok merak ediyorum. Ama sadece yaz tatilimiz uzun.. o zaman da bu bölgeye gidilmez çok sıcak oluyor. sizin gittiğiniz zaman çok ideal. kısmet olur da emekli olunca gitsek.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hakkaten güzel gezdik. Bizim gittigimiz zamanlarda da hava genelde güzel olmasina ragmen geceleri serindi ve üsüdük. Hatta Nemruta kapali hava ve yagmur yüzünden gidemedik. Nasip kismet iste. Ama haklisin yazin gidilmez o bölgeye.
      Insallah size de kismet olur bir gün be Buketcim.

      Sil