Sayfalar

18 Kasım 2018 Pazar

Sonbahar Geçerken..

Sonbahar geçiyor. Havalar iyice soğudu. Yaprakları artık rengarenk değil. Hepsi kahve tonlarında ve iyice kurudular. Bi rüzgarlık canları kaldı. Çıplak kuru dalların üstü beyaz karlara kavuşacak bahara hazırlık için. 
Her mevsimi seviyorum. Bazen sadece kış uzun sürüyor gibi geliyor. 

Bayan Susi ve Lory’ye taziye kartları gönderdim. Sonbahar motifli fotoğraflarım taziye için pek uygundu. Geçen seneki kartpostal satışlarımdan kalmıştı. Daha bi çok var. Yavaş yavaş yılbaşı kartları yazmalı. Elimde olan adreslere göndermeye niyetliyim. 

Dün akşam çok komik bi şey oldu. Yazmalıyım. Bilenler bilir ikiz oğullarım var. Tek yumurta ikizi mi, çift yumurta ikizi mi bu soruya hiç bir zaman cevap veremedik, taa ki düne kadar. Ne doğduğunda ne de doğum öncesi jinekoloğum buna cevap veremedi. Kim bunun muhatabı onuda hiç öğrenemedik. Belkide çokta umurumuz olmadı. Onlar bizim için hep ayrı bir bireydi. Çok yakınlarımız karıştırır, okulda öğretmenler karıştırır, gümrük polisi bile farkına varmadı pasaport değişiminde. Evet bunu bilinçli yapmıştık bi keresinde. Farkına varsaydı gümrük memuru, pasaportlar karışmış diyecektik.

Dün ne oldu peki? 
Bize göre ikisi çok farklılar. Karakterleride farklı, fizikleride. Tamam aynı boy ve aynı kilodalar. Evet, benziyorlarda.  Fakat bana göre, yürüyüşleri farklı, bakışları farklı, duruşları farklı. Sadece kardeş benzerliği var.. Neyse, bunlar laptoplarını yüz tanıması ile açılmasına ayarlamışlar. Dün birbirlerinin laptopunu yüz taraması ile açmaya kalkıştılar. Sonuç? Açıldı laptoplar. Buna hem kendileri güldü, hem ben. Dedim, tamam tek yumurta ikizisiniz. En son teknoloji bile şaşırıyorsa, tasdiklendi, onaylandı, damga vuruldu:). 
Tek yumurta ikizisiniz! Nokta.

Deniz'in üzerindeki önlük gibi sey
 pek estetik görünmesede
siparis ettigi yemekle alakali,
önünde pisiyor
Bu akşam ikizlerden biri, Deniz olanı yani, anne gel seni yemeğe götüreyim dedi. Olur dedim. Yürüyüşten gelmiş, banyo ve tuvaletleri siliyordum. Bi elimde bez, birinde deterjan kutusu vardı bunu söylerken. Tamam dedim, hazırlanıyorum o zaman. 20 dakikada giyindim, süslendim. Sanki biraz önceki elinde bezle duran ben değildim. O başka biriydi. Anne naaptın? Seni annem değil, kız arkadaşım sanacaklar dedi. Böylede muzip bir çocuk:)
Türk restoranına gittik. Sahibi taniyormuş bunu. Oooo Deniz, hoş geldin diye karşıladı. Deniz hemen “annem” diyerek beni tanıştırdı yanlış anlaşılmaya sebep vermemek için:) Efendim, adınızı hep duyduk, çok memnun oldum diyerek masa seçimini bize bıraktı. Bos masalardan birine oturduk..
Adam dört dönüyor etrafımızda sağolsun. Bu kadar ilgi hem beni, hemde Deniz’i mahçup etti. Neyse mahçupluk bi yana, ilk kez oğlum beni yemeğe götürmüş, rakı içiyoruz, sohbet ediyoruz. Çok duygulandım be. Daha dün gibiydi, küçücüklerdi, parktı, anaokuluydu, ilkokuldu, dersti, veli toplantısıydı, karneydi, liseydi, notlardı, üniversiteye girişti.. Büyümüşler kabul etmeli. Konuşmalarımızın konusu bile değişmiş. Aşk meşk ilişkilerini anlatıyorlar. Farklı bakış açılarından dolayı yaşadıkları zorlukları mesela. Bu konularda onlara yetemediğimi, nasıl konuşmam gerektiğini bilemiyorum sanki. Sadece dinliyorum. Henüz çok gençsin, bi gün bu düşüncelerine güleceksin diyorum ama, bu onu rahatlatan bi şey mi onuda bilmiyorum. Sadece kendini tanı, kendine güven, yolun çok başındasın, daha çok farklı insanlarla tanışacaksın, düşüncelerin değişecek gibi soyut şeyler onu ne kadar ikna etti bilemiyorum. Yaşayarak öğrensin istiyorum. Hepimiz yaşayarak öğrendik mi? Nasihatler bi kulaktan girip diğerinden çıkmadı mı? 

Ama öyle bi konuşayım ki, rahatlamış hissetsinler istiyorum. Bunu başarabildiğimi düşünmüyorum, her ne kadar seninle konuşmak iyi geldi deselerde. Hem arkadaş gibiyiz, hem ana oğul gibi seviyeli.  Bu iyi bi şey mi, değil mi çözemedim? Oysa onların yaşlarındaki diğer arkadaşlarımın çocukları ile arkadaş gibi her şeyi konuşabiliyoruz ve düşüncelerimiz neredeyse örtüşüyor. Kendi çocukların olduğunda o tutukluk benden mi kaynaklanıyor, onlardan mı? Bunu çözemiyorum. Yada bu normal mi? Onuda bilmiyorum. Bir bilinmezlikler içindeyim şu an. Zaman geliyor çocuğuna yetemiyorsun. 
Belkide bu normali bu. Bu mu?

14 Kasım 2018 Çarşamba

Bayan Suzi, Ve O Gül

gül kokulu gül.
Geçen hafta perşembeydi, yine telefonla aramıştı bayan Suzi beni. Sesi iyi gelmiyordu. Döndün mü tatilden, nasıl geçti diye sormuştu. İyi geçti, sen nasılsın diye sorduğumda, hiç iyi değilim demişti. Peki, evde misin, seni ziyarete gelebilir miyim diye sorduğumda, hayır birazdan fizyoterapiye gideceğim, demişti. Peki ya yarın, diye sorduğumda, bilmiyorum kafam çok karışık, yarın günlerden ne diye sormuştu. Cuma dedim. Bilmiyorum, gelmeden önce ararsın demişti. Gitmedim ben o Cuma. Biraz nezle gibiydim, aksırıp tıksırıp duruyordum birde gidip ona bulaştırmayım diye düşündüm. Cumartesi, Pazar hava çok güzeldi sık sık bayan Suziyi düşünüyordum ormanda yürürken. Yine gitmedim. 

Bugün iş çıkışı aradım bayan Suzi’yi. Nasılsın, dedim. Çok kötüyüm dedi. Neyin var diye sormadan, vaktin varsa sana gelmek istiyorum, dedim. Çok sevinirim dedi. Telefonu kapatmadan önce “hele şükür” dediğinide duydum. 

Sisli ve hafif çiseleyen havada neyle karşılaşacağım acaba diye yol alıyordum. Bayan Suzi’nin sokağına girdiğimde, dış kapıda beni beklediğini gördüm. Gözleri çok iyi görmediği için o beni göremedi. Arabayı park edip hızlı bi şekilde evine yöneldim. 
Kapıda karşıladı beni, iyi ki geldin dedi. Kapısının önündeki kasaların içindeki elmalarını gösterdi. Götür bunlardan, bir sürü var, dedi. Bahçesindeki bir tek elma ağacındandı bütün o elmalar. 

Benim merak ettiğim Bayan Suzi, aksine her zamankinden daha iyi görünüyordu. O ittirmeli sandalyesi olmadığı gibi değneklerini bile kullanmıyordu yürürken. Ee hani çok kötüyüm, demişti diyorum içimden. Neyse içeriye girdik. Girişteki bi halının köşesini kaldırmış, “gözlerim çok iyi görmüyor, şurda duran ne? Diye sordu. Kurumuş bir yaprak duruyordu halının altındaki açık köşede. Eğilip aldım, kurumuş bir yaprak 🍂 bu, dedim. Elini yüzüne tutup gülmeye başladı. Ama nasıl gülüyor. Kedim kaldırdı o köşeyi ve ben onu fare sanıyordum, dedi. Ama gözleri iyi seçemeyen bi insan için kurumuş boz bir yaprak üstelik sapı var, fareyi andırabilir. Ben onun güldüğü kadar gülmedim, gerçekten fareye benziyor, bende önce fare sandım, dedim tebessüm ederek. Benziyor dimi, dedi. Evet, dedim. 
Bay Anliker ve oturdugu sandalye.
Sonra mutfağa geçtik. Her zaman oturup sohbet ettiğimiz yere. Küçük yuvarlak masası ve iki sandalyeli mutfak. Birinde Bay Anliker, diğerinde Bayan Susi oturur. Üçüncü kişiye diğer odalardan gelir sandalye. Bay Anlikerin sandalyesine bayan Susi oturdu. Bende bayan Suzi’nin sandalyesine. “Bay Anliker öldü biliyor musun” dedi pat diye. “Neeeeee” dedim bende pat diye. Evet öldü, gitti, terketti bu dünyayı dedi. Ağlamıyordu. Gülmüyorduda. Normal mimikleri ile anlatıyordu. 

Ne zaman, neden, nasıl? Diye sordum. 
Şarap içermiyiz bir kadeh dedi. İçeriz, dedim ve hemen bardakların olduğu dolaba yöneldim o zahmet etmesin diye. Hayır, dedi sen otur ben getireceğim o çok özel kadehleri. Biri babamdan kalma tek bir kadeh, diğeri ise bay Anliker’den kalma tek kadeh. Onu ben alacağım, babamdan kalanı ise sana vereceğim dedi. Peki dedim. Oysa dolabın içi çeşit çeşit içki bardakları ile doluydu. Ama bu iki bardak tek. Bu iki tek bardağı özenle alıp mutfağa döndük. Kırmasam bari diye kadehi sıkı sıkı tutuyorum. Neredeyse sıkarak kuracağım.
O sandalyede oturan Bayan Suzi,
ve camin önündeki o gül..

Tekrar oturduk mutfaktaki masaya. Açık şarabı varmış zaten, kadehleri ben doldurdum. Bay Anlikere içelim diye kaldırdık kadehleri. Evet ona içelim, dedi. Ve başladı anlatmaya. 

“Geçen hafta Pazartesi hastaneye kaldırılmış kalp yetmezliğinden, benim haberim yok, beni 60 yıldır her gün arayan insan aramayınca merak ettim günlerce. Cuma akşamı karısı Lory aradı. Hastanede yattığını söyledi. Lory gelip beni aldı ve o gün ben gittim hastaneye. Lory de eve gitti. Bütün gün onunla beraberdim. O masmavi düğme gibi gözlerini açıyordu, ama beni gördüğünü ve algıladığını sanmıyorum. Sonra ben eve geldim, o gece 10 Kasım gecesi o mavi gözlerini kapamış” dedi. Tam bayan Suzi bunu anlatırken bütün mavi gözlüler 10 Kasım’da mı ölüyor acaba diye aklımdan geçirdim. Aklımdan geçen diğer bi konu ise sonbaharın aynı zamanda hüzün mevsimi olduğu idi. Hazan, hüzün, yaprak dökümü, ölümler, hastalıklar hep bu mevsimde baş gösterir. Belki sonbaharın renkleri bu yüzden güzel ve aynı zamanda hüzünlüdür. 

Sonra birden bire başka bi konuya geçip dünya gerçeklerinden konuşmaya başladı bayan Suzi. Şöyle adamakıllı Bay Anliker’in matemini tutamıyorum. Bende onun gibi ağlayamıyorum. Oysa bizde ölümler acıklıdır, ağlamaklıdır, derin acılar içerir. 

Biliyor musun diyor, şu gülü götürmüştüm Bay Anlikere. Kokladı. Ne güzel kokuyor, dedi. Bunu anlatırken kendiside kokladı gözleri kapalı. Bak, sende kokla istersen, dedi. Artık nasıl bi özlem ile kokladım bilmiyorum, gerçek söylüyorum, yok böyle bi koku. Böyle güzel kokan bir gül henüz koklamadım. Mutfağında beyaz bir vazoya koymuş. Bu gül solmuştu, yeniden açtı biliyor musun dedi heyecanla. İnanıyorum ona. Fotoğrafını çektim. Bu gül elbet solar bi gün, seneye ölüm yıldönümünde belki ona kartpostal olarak gönderirim diye düşünerek çektim bu fotoğrafı. 

Eee, dedim şimdi bundan sonra ne olacak, nerede ve ne zaman defnedilecek? Bilmiyorum, dedi. Bundan sonrasının önemi var mı? Beni her gün arayan bi insan yok artık, onun düşünceleri, onun centilmenliği, onun anlayışı, onun aydınlığı yok. Sessiz bi dünyaya gömüldüm. Ama ben yalnız yaşamaya alışığım, daha çok onun karısı Lory’i düşünüyorum. Onun işi daha zor. Bir sürü kararlar vermesi lazım. O çok iyi bir kadın, şimdi sadece onu düşünüyorum, dedi. 
Bunu kimseye anlatmadım, bir tek sana anlatıyorum, elbette karısının iznini alarak, dedi. Eğer karısının yardıma ihtiyacı olursa senin adını verebilir miyim? Diye sordu. Elbette, dedim. 

Ama hala defnedilme konusuna açıklık gelmemişti. Nerde, ne zaman olacak, sen gitmeyecek misin diye yeniden sordum. Bay Anliker’i biliyorsun, öyle şaşaya gerek duymadı hiç, sessizce gitmek hep tercihiydi. Buda öyle olacak. Krematoryum’da yakılarak külleri kalacak geriye, dedi. Onada karısı karar verir nereye savrulacağına. 

Nasıl güzel, nasıl objektif, nasıl anlayışlı, nasıl aydın bi kadın. İdolüm. Biraz sert gibi görünüyor. Ama mükemmel. Keşke bende öyle olsam!! Biz acınasını kadınlara alışığız ya hani. 

Son olarak dedi ki; Viktor Hugo’nun bir mezar şiiri bilir misin? Hayır dedim. Bilmiyorum, söylesene bana. Fransızca ama, aynı sözleri bire bir tercüme edemeyebilirim, dedi. Ve etmedi. 

Vedalaştık. Bir kasa elma verdi bana. Eve geldim. Gelir gelmez o şiire baktım. 
Türkçesi şöyle imiş. 

“Senin gibi bir aşk çiçeği ne yapar
Seher vakti yağdığında yağmurlar? ”
Diye mezar sordu güle.
“Ya senin o kuyu gibi ağzına
Düşen insan ne yapar daha sonra? ”
Diye sordu ona gül de.
“Ey karanlık mezar, amber ve bal
Kokusuna döner o damlacıklar
Anladın mı beni şimdi? ”
Mezar da dedi ki “Ey dertli çiçek,
Melek olup göklerde süzülecek
İçime düşen her kişi.”
(1837)
Victor Hugo
Çeviren: Tozan Alkan
Böyle işte. Bay Anliker gitmiş. Ve ben üzgünüm. Onun gibi bi insan tanıdığım için çok mutluyum. Bizim firmanın kuruluşundan beri vardı. Katkısı çoktur. Firmanın envanteridir neredeyse. En son yine bayan Suzi’de buluşup hayatımda ilk kez geyik eti yemiştim. O ısmarlamıştı. Ve orada birbirimize sen diye hitap etmeye başlamıştık 20 yıl sonra. Taksiye bildirdiğimde, bu geceyi tekrarlayalım demiştim. En kısa zamanda olsun, lütfen demişti, ve yanaklarımdan öpmüştü. Öyle havayı öper gibi değil, dokunarak öpmüştü😪 
Bi daha olamadı😪 hayat işte. Kaşla göz arasında.. Seni çok sevdik Bay Anliker. Küllerinden yeniden doğ emi. 
Bay Anliker ve ben.

Bayan Suziye ait diger yazılar:

Bayan Suzi Düşmüş
 Bayan Suzi ve Sevgilisi..
Bayan Suzi ve üzümleri



27 Ekim 2018 Cumartesi

Onlar Erdi Muradına Biz Çıkalım Kerevetine...

Cansu      &      Ömer
Aylar öncesinden belliydi düğün tarihleri. Bu yılki tatillerimide onların düğüne göre ayarlamıştım. O yüzden yazın Türkiye’ye değil, bir haftalık Fas’a gitmiştim. Ekim’de nasıl olsa düğün için Türkiye gidecektim.
Çok sevdiğimiz kardeşimizdir Cansu evlenecekti. Hayatımda ilk kez Ankara’ya gidecektim üstelik. Çok heyecanlıydım. 13 Ekim 2018 tarihi kazınmıştı beynime. O gün büyük gündü, sadece Cansu için değil hepimiz için öyleydi. 11 Ekim’de İstanbul’a uçtuk. Gelin ve damat İstanbul’da yaşasalarda damadımız Ankaralıydı. Düğünde Ankara’da olacaktı. 



12 Ekim Cuma günü İstanbuldan Ankara’ya uçtuk. Sadece biz değil, başka başka davetlileri vardı. İzmirden, Almanya’dan, İstanbuldan, Sinop’tan, Hendek’ten. Karayoluyla, havayoluyla, demiryoluyla bütün yollar Ankara’ya çıkıyordu o gün.  Damat ve arkadaşları habire birer saat arayla gelen konuklarını havaalanından alıp gidecekleri yere taşıyordu. Son turunu bizimle yaptı damadımız. Havaalanında bizi karşıladığında kucaklaştık. Sırtı terliydi. “Eee hamama giren terler, terlemeden olmaz bu işler” diye kız evi espirileri yapsakta, oda bizim diğer kardeşimiz olmuştu çoktan. 

Hava çok güzeldi o gün. Bizi otelimizden önce ailesinin evine götürdü. Annesi, babası ve kızkardeşi vardı. Birde komşuları. Hepsi çok samimi, çok güler yüzlü, ve çok misafirperverlerdi. Sanki herkes birbiriyle yıllardır tanışıyor gibi bi hava vardı. Kocaman bir masada çok leziz yemekler hazırlamışlardı. Her şey organik, el emeği ile yapılmıştı. İçeceklere kadar. Düğün çorbası ile başladık, sarmalar, etler, börekler, mezeler, turşular, ev yapımı limonatalar, baklavalar, kalburabastılar, güllaçlar.. Böyle lezzetli yemekler en son ne zaman yedim hatırlamıyorum. Her şey kusursuz ve olağan üstüydü. 


Yemek sonrası akşam 9 gibi Bilkent otelde hepimiz için ayarlanan otelimize taşıdılar bizi. Gelin dahil. Gelinimiz bir suitte kalıyordu. Diğerlerimiz hep tek kişilik, iki kişilik, odalara yerleştik. Sonra gelinimiz Cansu bizi odasına davet etti. Abisinide şaraplar aldırmış. Kimimiz pijama ile, kimimiz üzerindeki giysi ve otel terliği ile Cansu’nun kaldığı suitte toplandık. Onun odasına giderken otelin alt katında bi etkinlik vardı galiba, erik dalı çalıyor, millet coşuyordu. Bizim kızımızda açmış bi klasik müzik. Sanarsın Viyana’da operaya gitmişiz. Dedim bu ne ya? Hey kendine gel, farkındaysan Angaradayız, sen bir Ankara gelinisin ona göre davran. Açtım YouTube’dan Ankara’nın bağlarını, sonra Erik dalını, başladık pijamalı Ayça ile oynamaya😀 Cansu bizi böyle görünce sağ elini alnına koyup “inanmıyorum yaaa” demeye başlayınca, ne beee, dedim. Cenazeye mi geldik, düğüne geldik tabiki oynayacağız deyince, ne haliniz varsa görün dercesine bıraktı kendini ve gülmeye başladı. Artık sinirden mi güldü, yoksa eğlendiği için mi bilemem. Ama biz çok eğlendik 😀



Gece saat 12 ye doğru odalarımıza uyumaya gittik. Yarın büyük gündü ve hepimiz zinde olmalıydık. Sabah 8.30 gibi kahvaltıda buluştuk. Her masa tanıdıktı. Nerdeyse 20 kişiydik otelde. Günaydın, güzel uyudunuz mu sorusuna, hiç uyuyamadım diye cevap veriyordu herkes. Meğer hiç kimse uyuyamamış o gece. Oysa yataklar çok rahattı. Heyecandan uyuyamamışız. Sanki biz gelin oluyorduk?😀 Ama garip bi şekilde yorgunda değildik. Sanırım mutluluk hormonu hepimize fazla salgılanmıştı.

Saat 9.30-12.00 arası kuaför ve makyöz geldi gelinin odasına. Önceden planlıydı kaç kişi ve kimin ne yaptırmak istediği. Güzel güzel hazırlandık hepimiz gelinin odasında. Her şeyimi bir yerlerde unutmakta bir dünya markası olmaya aday olan ben, makyajdan sonra giyinince üzerimden çıkanları gelin odasında unutmuşum. Üstelik bundan haberim bile yok. Cansu, yani gelin toplamış arkamı bu sefer. Toplamış İstanbul’daki evine getirmiş😀 ve hala orada.

Her şey planlı programlı, ve saatinde oldu. Nikah salonuna gittik saat 13 gibi. Çok güzel ve nezih bi salondu. Saat tam 14 te “evet” dediler birbirlerine. Damadın sesi daha gür çıktı “evet” derken. İlk danslarını Özdemir Erdoğan’ın “bana ellerini ver, hayat sevince güzel” şarkısıyla yapıtlar. Sonra Ankara havaları ve halaylar ile iyice bi kurtlar döküldü saat 16.00 ya kadar. Sonra otelimize geri dönüp dinlendik. Zira düğün bitmemişti, akşam bi restorana davetliydik en yakınları olarak. Kırk kişi falandık herhalde. Fasıl grubu vardı. Mezeli, yemekli, içkili, çalgılı çengili bi geceydi. Kimi rakı içiyordu, kimi şarap. Kadehleri kaldırıp şarkılara eşlik ediyorduk. Türk sanat müzikleri vardı çoğunlukla. Ama hareketli, dümbelekli, klarnetli ve kemanlı enstrümanlarla. Çok güzeldi çoook. Gelinimiz çok mutluydu. Damadımız çok mutluydu. Anneler, baba, kardeşler çok mutluydu. Bizler çok mutluyduk. Düğün dediğin böyle olmalıydı zaten.
Herkesi mutlu ettiler. Gündüz büyük bi kalabalığı nikahta, akşam ise sadece yakın çevreyi fasıl ile bi restoranda eğlencede. Mükemmeldi.

Gece 1 gibi otelimize döndük. Gelin ve damat dahil. Yaşça büyük ve çocuklu olanlar yatmaya, biz ise otelin barında buluşmaya karar kıldık. O güzel gece bitmesin istiyorduk sanki. Cansu gelinliğini çıkartmış, pantolon ve kot ceketini giymiş, Ömer’le birlikte otelin barında buluştuk. Ömer damadımızın adı bu arada. Bakmayın ikide birde damadımız dediğime, oda bizim çoktandır kardeşimizdi zaten. Kız kardeşimizin yanına birde erkek kardeşimiz eklendi.

İşte biz, otelin barıda kapanınca, lobide buluşmaya karar verdik. Artık herkes odasındaki mini barı boşaltmaya koyuldu. Çünkü geceye doyamıyoruz. Fakat o da ne? Damadın arkadaşı olaya el koydu ve lobiye bira getirtiyor. Ee orası Türkiye. Hemde Angara. Her şey mümkün.

Gelin ve damat saat 2.30 gibi bize müsade deyip çekildiler. Sonra birer birer hepimiz saat 4 gibi yattık. Üstümle başımla, saçımla makyajımla yatmışım. Çünkü odamdaki arkadaşlarım uyuyor. Onları rahatsız etmeden yastığa başımı koymadan uyumuşum. Sabah yine 8.30 da kahvaltı ve otelden çıkış, İstanbul’a dönüş. Bir gece öncesinden uykusuz olan biz Pazar sabahı hepimiz bir bitik, ve hepimizin sıratı sirke satıyor. Ben hariç. O’da dünden kalan makyaj ve saçla kurtarıyorum😀 yoksa bende bitiğim diğerleri gibi. Saat 10 gibi tekrar Esenboğa havaalanına götürüyor damadımız bizi, diğer davetliler gibi. Yine kimi İstanbul’a kimi İzmir’e. Pazar gecesi saat 9 gibi hepimiz mortingenstrasse.  Bitik bi şekilde uyuyoruz erkenden.

Harika bi düğündü. Harika bi zamandı. Haa Ankara’ya ilk kez gittim, Ankara hakkında bi bilgim var mı? Yoo. Çankaya, Bilkent ve Esenboğa. İlk izlenimim güzel. İstanbul ile kıyaslıyorum. Trafik rahat. İnsanları güzel ve mutlu. Bu kadar. Ankara’yı tam anlamı ile tanıdığım söylenemez. Ama belli mi olur? Gelinimiz İstanbullu olsada Ankara’da bir ailesi var. Onun ailesi bizimde ailemiz deyip bi Ankara gezisi yapabiliriz.

Böyle işte. Evli çiftlerimiz Barcelona’ya gitti balayına. Onlar
ın mutlu olacağına inananlardanım...